‘Çivisi çıktı’ deyimi, herkesin bildiği gibi, olumsuzluk için kullanılır. Daha çok da namussuz işleri anlatmak için. Nasıl ki, tutturulmuş tahtaların çivisi çıkınca yerinden oynuyorsa, gizil anlamda da anlatılmak istenen şey budur. Hal böyle olunca, tüm Antalyalıları töhmet altında bırakan ‘Antalya’nın çivisi çıkmış’ sözü, devlet hastanesinin baş ‘Hekimi’ Sadık Özmen’e aittir.
Dirmil’de yaşarken kendime bahçeli bir ev yapmıştım. Planı- programı bana aitti. Bahçesi oldukça geniş, içinde her türlü diyebileceğim çiçek ve ağaç vardı. Dirmillilere evlerinin önünü çiçeklendirmeyi öğretmiştim (Bunu onlar söyledi bana). Bahçeme bir de fıstık çamı diktim. O sırada oradan geçmekte olan bir ormancı “Yanına bir daha dikmezsen meyve vermez” dedi.
Nagusi Lokemu ismi bize bir şeyler anımsatır. 90’lı yılların başında, BM Barış Gücü bünyesinde görev yapan üç İngiliz asker tarafından tecavüz edilmişti. Suçlu olmadığını düşündüğü için olanları kocasına anlattı. Kocasından şiddet gördü, aşağılandı. Kocası ailesine leke düşürdüğünü düşünüyordu.
Çocukluğumda köyümün büyük bir kütüphanesi ve küçük bir halk evi vardı. Bizler büyürken o kütüphaneden öğrendik dünyayı. Daha ortaokul bitmeden klasiklerin çoğu bitmişti. Sonra birileri bir gün kütüphanemizi de, okulumuzu da yakıverdi. Suçu da köylüye yıktılar. Çünkü yakınında bulunan cami de tutuşmuştu. Okul ile kütüphaneyi kimse dile getirmedi, ama ‘Cami yakan köy’ diye dile düşürdüler. Köylüyü yıllarca horladılar, aşağıladılar. Benim köyüm hâlâ haritada görünmüyor nedense. Yok, sayınca yok olur mu? Olmuyor, aksine ateşböceği misali parlıyor.
Knidos’un o zamanın en büyük ticaret limanı olduğunu herkes bilir. Ben ilk kez böyle uzun uzun gezme olanağı buldum. İnanın zamanın ötesinde kayboldum. Öyle büyüleyici, öyle inanılmaz güzeldi ki, bir anda kendimi insanlığın ilk güzellik kraliçesi Aphrodite ile çay içerken buldum.
“Dünyanın hiçbir yerinde yıldızlar insana bu kadar yakın değildir. Datça’da uzansan dokunacağını sanırsın” demiş Cevat Şakir Kabaağaç. Arkadaşım Özlem, durmadan çağırıyordu; “Bir hafta sonu atla gel” diye. Birden karar verip Datça’ya vardım. Bir de baktım ki, her yer Can Yücel’in fotoğrafları ve ‘Datça Edebiyat Günleri’ afişleriyle dolu. İki gün sonra başlıyor. O denli sevindim ki sormayın. Hep isterdim, ama denk gelmezdi, ‘Eşek sekiz yük dokuz’ olayı. 12- 13- 14 Ağustos günleri dolu dolu edebiyat, dolu dolu Can Yücel’di.
Akdeniz’in koynunda yaşarken yazmamak mümkün mü? Akdeniz, mavi bir atlas gibi önümüzde uzanırken insan daha kolay yazma isteği duyuyor. Ben her gün denize doğru yaptığım yürüyüşlerimden eve dönerken, kafamdan en az bir kaç öykü geçiyor, coşuyorum.
Bugünlerde Antalya’nın havasında portakal çiçeği kokusu savruluyor. İnsanın başı dönüyor. Sabah bu güzel kokuyu ciğerlerine doldurunca, bütün sıkıntıları kovabilecek, sorunları çözebilecek, hatta krizi bile alt edebilecek denli güçlü duyumsuyor insan. Bu, mevsimin ve bahar kokusunun gücü.
Sıcak yazların, ılık gecelerinde, sırt üstü yatıp lacivert gökyüzünü gözlerken, ne denli mutluysam, bir yıldız kayıverince de o denli mutsuz olurum. Sanki o yıldız mavi göğünden istemeden ayrılmış, birden bire vatansız kalmıştır. Sevdiklerinden ayrılmıştır benim için. Ayrılmak sözcüğü bile yeter duygulanmama. Hele geri dönüşsüz ayrılıklar daha da acıtır içimi. Ama bir de ölümsüzler var ki, onlardan ayrılmak, onları unutmak, ölümlerinden bahsetmek sadece komik olur. Onlar ölmezler. Yalnızca görevi devrederler. Ama yaşamayı sürdürürler. Artık onları öldürmeye kimsenin gücü yetmez.
Şiddet, anlatmaktan da duymaktan da bıkıp usandığımız konu. Okuyanların “Bu kadın başka konu yazmaz mı, ya da bilmez mi?” Diye belki de yakındıkları bir konu. Ama sızlayan yaranın sızısını nasıl duymazdan gelebilirim? Kanayan yerimi nasıl görmezden gelebilirim? Ünlü bir söz var ya “Sokakta bir dilenci varsa, gülmeye hakkınız yok” diye.