Aphrodite bize Datça’nın ünlü Narpuz Çayı’ndan sundu. Ben de ona dağların arasına sakladığı, kendine ait küçük plajın sırlarını sordum. Minicik kumsalı özgürce yüzmek, balıklarla konuşmak, Datça’nın denizkızlarıyla buluşmak için kullandığını, korunmasını da rüzgârla sağladığını anlattı. Kendisinin de, kumsalının da korumasını rüzgâr üstlenmiş. Kumsala inmek isteseniz bile inemiyorsunuz, çünkü rüzgâr o denli güçlü ki, alıp dağlara savuruverir. Hani derler ya ‘Rüzgâr gücü, su gücü’ diye. Baş edilmez rüzgârla. Anladım ki, Knidos’un sürekli rüzgârlı olmasının ve rüzgârın etkileyici şarkılar söylemesinin nedeni buymuş. Kolay mı Aphrodite’i memnun etmek? Yoksa işten atıverir rüzgârı, dijital korumayı seçer.
Sohbetimiz koyulaştı. Evlerin neden bu denli küçücük olduğunu sordum: “Biz evlere yalnızca uyumak için girerdik, diğer zamanlarda çalışırdık” dedi. Dikkat edince Datça’nın evlerinin de küçük, pencerelerinin dar olduğunu fark ettim. Her şeyi yeteri kadar kullanıyorlardı. Hâlâ bozulmamışlar, kapılarını kilitlemeyi Datça’ya yeni yerleşen kaçkınlardan öğrenmişler. Bozulmadan kalabilmenin sırrının Datça’yı kadınların yönetmesi olmalı. Biliyorsunuz Datça’nın yarısını Datça, diğer yarısını Betçe yönetiyordu. Mayayı sağlam tutturmuş olmalılar. Can Yücel de “Datça, kadınların yarımadası, Afrodisyas” demiş. Aphrodite’den ayrılma zamanı yaklaşmıştı, bana ayaküstü küçük sorular sordu: “Bizim ülkede zenginler vergilerden muaf tutulurdu, şimdi de öyle mi?” Deyiverdi. Böyle bir soru beklemediğimden ne diyeceğimi bilemedim. Ama bu eşitsizliğin onu çok üzdüğü belliydi.
Dönüşte küçük bir köyden geçerken, bir gencin asker uğurlamasına denk geldik. Ben önce ürktüm ve önyargılarımı harekete geçirdim. Şimdi bağıracaklar ‘En büyük asker bizim asker’ diye. Sonra ağlayacaklar diye düşündüm. Köylüler meydana toplanmışlar, ellerinde bira ve şarap şişeleri sırayla yudumluyorlar ve gidecek olan gence sarılıp uğurluyorlardı. Ne bayrak, ne bağırış ve gösteriş ne de taşkınlık vardı. Yalnızca bir kadının yüzü ıslaktı, ana olmalıydı. İlkel düşüncelerimden utanarak, gözlerimi kaçırdım. Nasıl olsa ne düşündüğümü göremezlerdi.
Datça’da pazara çıktım, yalnızca orada üretilen doğal ürünlerin satıldığını, ama asıl önemli olanın tezgâhlarda dostlukların olduğunu gördüm. Datça’da zaman durmuş gibiydi. Bu dost insanların da, Datça’nın da korunması gerektiğini düşündüm ve zarar görmesinler diye hepsini yüreğime sakladım. Her mevsimi bahar olan bu kentten, bir demet sığla yaprağı, ılgın serinliği, sütbadem tadı, bilge çınar öyküleri ve dost sevgisini alarak ayrıldım. Artık benim de yüreğim o uzak yıldızla çarpacak.