Avluda yankılanan çocukların sesini yalnız kendileri duyar, sokaklardaki ayak seslerini ise avludaki çocuklar…
Zaman başka türlü işler Artuklu’da, akrep yelkovanı kovalamaz mesela, günler ayları, aylar da mevsimleri. İnsanların içindeki umut yeşilse bahar, sıcaksa yürekleri yaz, gözyaşları süzülüyorsa eğer camlara vuran yağmur misali ya hazandır kapıya dayanan ya da kış vakti.
Kadim Mezopotamya; işte buradayım. Uzun sürdü kavuşmamız farkındayım, ama ne derler bilirsin her vakit kendi zamanında esirdir…
Belki çok önceleri karşılaşsak, kıymetini bilemezdim bu denli, her ayrıntını gözümün görebildiğine, aklımın alabildiğine muktedir, bin şükür ve bir teşekkür içinde olamazdım. Erken bir geç kalmışlık yaşardım belki de, bilemiyorum. Ölçüp biçtiği zaman olmayınca insanın, tırpanın ucuna hangi duygu takılıyorsa o an onu yaşıyor ve ben Zinciriye Medresesi’nin taş avlusunda oturmuş tüm bunları söylerken, sana kim bilir ahir vakte neler neler yazılıyor.
Övünebileceğim huylarımdandır dilediğimde kendimi çevremden soyutlayıp sadece bulunduğum mekânla iletişim halinde olmak. Kulağı olmadan duymak, göz görmeden tanımak, yelkovanla akrebin arasında bir yerlere tutunup geçmişle bugün arasında yolculuk yapmak. Kafamın içinde melodiler çalarak, hayatın ritmini kalbiminkine katıp, her taşın altında, suyun akışında hikâyeler aramak. Ve ben yine bir hikâyenin peşinde etrafımdan gelip geçen hatırı sayılır sayıdaki ziyaretçi kafilesine aldırmaksızın adımlıyorum taş avluyu, her ayrıntısını hem hafızama hem de fotoğraf makinemin belleğine kaydederek.
Söz konusu Mezopotamya olunca hikâyeleri aramanıza gerek kalmaz. Toprağının bereketini tarihine harmanlamış bu coğrafyada attığınız her adım, bir masaldan diğerine bağlar sizi, tıpkı şehrin sokaklarını birbirine bağlayan abbaralar gibi. Mardin’de çıkmaz sokak yoktur derler, insanları da bundan nasibini almış olacak ki ne söylerseniz söyleyin hep bir çözüm sunarlar, bir de yanına sıcacık bir cümle kondururlar; “başım gözüm üstüne.”
Biz de Mardin’e “ne çıkarırsan yolumuza başımız gözümüz üzerine” dedik ve iki gönüldaşımla ilk durağımız olan Zinciriye Medresesi’ne çıkan merdivenlere yöneldik. Zinciriye için Mardin Kalesi’nden sonra en güzel manzaraya sahip yer demek sanırım yanlış olmaz. Kalenin hemen altındaki bu medreseyi Mardin’de yani yöre halkının da halen kullandığı adıyla Artuklu’da hüküm süren son Artuklu sultanı Melik Necmettin İsa 1385 yılında yaptırmış. Adı Sultan İsa Medresesi olarak da geçen yapı, dikdörtgen şeklinde, iki katlı ve iki avlulu olarak inşa edilmiş. Dilimli kubbeleri, anıtsal giriş kapısı, avlu, türbe ve çeşitli ek mekânlarıyla Artuklu’nun en ihtişamlı yapılarından biri demek sanırım yanlış olmaz. Bölgedeki diğer medreselerle yapılış üslupları birbirine benzemekle birlikte Zinciriye Medresesi’nde de Kasımiye Medresesi’nde olduğu gibi su, ana eyvandan akan bir çeşmeden uzanan kanal boyunca ilerleyip orta bölümdeki havuzla birleşir. Havuzun bulunduğu bu avlu bir nevi serinleme yeridir.
Bu işlevinin yanında bir de doğum-yaşam-ölüm tasvirleri vardır ki; duvardan akan su doğumu, küçük arktan akarak ilerleyişi yaşamı, biriktiği havuz ise ebediyeti temsil eder.
Her yerin bir tarihi bir de efsanesi vardır. Hele ki söz konusu Mezopotamya gibi pek çok uygarlığa beşik olmuş kozmopolit bir yer ise, efsaneler her zaman tarihin bir adım önünde yer alır.
Bildiğiniz üzere medreseler eğitim yeridir. Zinciriye Medresesi ise çocukların eğitim gördüğü bir merkezdir. Kapalı kapılar ve yüksek duvarlar ardındaki bu yerler her zaman biraz gizem içerir. Zinciriye’nin de hemen aşağısındaki Ulu Cami ile birlikte sakladığı bir sır vardır.
Avluda yankılanan çocukların sesini yalnız kendileri duyar, sokaklardaki ayak seslerini ise avludaki çocuklar…
Zaman başka türlü işler Artuklu’da, akrep yelkovanı kovalamaz mesela, günler ayları, aylar da mevsimleri. İnsanların içindeki umut yeşilse bahar, sıcaksa yürekleri yaz, gözyaşları süzülüyorsa eğer camlara vuran yağmur misali ya hazandır kapıya dayanan ya da kış vakti.
Çok derin acılar yaşanmıştır yakın tarihte ve aynı acıların tekrar yaşanmaması için medresedeki çocukları korumak gereklidir.
Sultan İsa, medreseyi bir tünelle Ulu Cami’ye bağlatır, caminin duvarlarında ise özel taşlar kullanılır. Öyle ki bu taşlar dışarıya ses sızdırmaz. İçerideki sesleri sadece içeride olanlar duyar fakat dışarıdaki en ufak ses ise içeriye yansır, böylece herhangi bir saldırı, düşman yaklaşırken fark edilebilirmiş. Çocuklar önce tünelle Ulu Cami avlusuna çıkarılır, herhangi bir tehlike yoksa buradan evlerine dağıtılırmış.
Zinciriye Medresesi’nin bir diğer özelliği ise burada akrepleri uzak tutan bir tılsımın olmasıymış. Ulu camiden medreseye uzanan altı boğumlu zincirlerin (Zinciriye adı buradan geliyor) her bir boğumu akrebin zehirli boğumlarını temsil edermiş. Söylenene göre tılsım medreseden çalınınca şehri akrepler basmış.
Bilinen tarihine gelince; Timur ve ordusunun saldırılarıyla mücadele eden Melik İsa, Timur’un galip gelmesiyle medreseye hapsedilmiş ve bu vasfıyla yapı bir süre zindan görevi görmüş. Konumu itibariyle rasathane olarak da kullanılan medresede çok sayıda kitabeye ev sahipliği yapmış, Mardin Müzesi bugünkü binasına taşınmadan önce müze görevini yerine getirmiş. Şimdilerde ise medrese sergilerin ve kültür-sanat faaliyetlerinin yapıldığı bir yer olarak kullanılmakta ve turizme hizmet etmektedir.
Mardin geziniz günün erken veda ettiği bir zamana denk gelirse eğer, Zinciriye Medresesi ziyaretinizi öğleden sonraya bırakın ve hava da sizden yanaysa, muhteşem bir Mezopotamya manzarası eşliğinde gün batımının tadını çıkarın.
Ve Mardin’i bir Mardinliden dinlemeyi de unutmayın…
Sevgili dostlarım Özlem ve Makbule Özgür ile çıktığım bu yolda bizi en büyülü Mardin hikâyeleriyle besleyen, klasik turizm noktalarını bambaşka bakış açılarıyla görmemizi sağlayan sevgili Mardinli rehberimiz Umran beye teşekkürlerimizle…
Metin ve fotoğraflar: Canan Yıldırım Sayak