Araba kullananlar bilirler. Güzelliklerin içinden geçersiniz ama sadece yolu görürsünüz. Ne sağınızdaki solunuzdaki ormanları, ne de yüzyıllarca birçok kişiye bekçilik etmiş tarihi kaleyi görebilirsiniz.
Yolumuz Likya’ya düştü bu yaz. Aracı yine ben kullanıyordum ama bu kez kararlıydım güzelliklerin peşinden gitmeye. O günkü karar defterimize Gelidonya Feneri’ni yazmıştık.
Bir Temmuz sabahında Kumluca’dan aldığımız malzemelerle yola çıktık. Bir yanı Ağustos böceklerinin tiz sesiyle bütünleşen çam ormanı, diğer yanı rengi gittikçe lacivertleşen güzel Akdeniz’in çevrelediği dar asfalt yoldan ilerlemeye başladık. Tenhalığın da böylesi dedirtecek kadar boş yoldan yılan gibi kıvrıla kıvrıla Karaöz’e kadar geldik. Hem araba sürmek hem de etrafa doyasıya bakmak yine de pek mümkün olmadı diyebilirim.
Saklı cennet Karaöz, sakin yaşamları barındıran küçücük bir yerleşim birimi. Sahilde denize girenlerden başka kimseler görülmüyordu ortalarda. Ne olur ne olmaz diyerek yol kenarındaki bir büfeden iki litre su, birkaç paket de bisküvi aldım.
Büyük, tozlu bir incir ağacının altında kaybolmaya yüz tutmuş Korsan Koyu ve Gelidonya Feneri yazan levha stabilize bir yolu işaret ediyordu. Yolun öyle olması en çok beni sevindirmişti. Birinci vitesle giderken yoldan çok sağ tarafımızda kalan Akdeniz dikkatimi çekiyordu.
Üç kilometrelik gidişten sonra eğilip bükülmüş ve bir çam ağacına tutturulmuş bakımsız bir levha daha çıktı karşımıza. Amacımız aracı Korsan Koyu’na bırakıp Gelidonya Feneri’ne yürüyüş yapmaktı. Dümeni sağa kırıp çok daha bakımsız bir yola daha girdim.
Korsan Koyu’na yaklaşınca sol tarafta, ormanın kıyısında renkli, salaş, minik bir yerleşke dikkatimizi çekti. Beyaz taşlar diziliydi kenarlarda. Yaklaşıp hemen durdum. Eski model bir minibüsü dükkân haline getirip satış yapıyordu birisi. Bu ilginç dükkânın etrafını da kendi yaşanmışlığı ölçüsünde şekillendirmişti. Ortaya taşıyıp adacık haline getirdiği toprağa, dallarına renkli çaputları bağladığı kuru bir ağaç gövdesini dikmişti. İnce dalların uçlarına bantla tutturduğu içi boş yumurta kabuklarını da görünce ‘Acaba bir totem mi?’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Küçük adacığında yetişen Frenk Yemişleri meyvelerini vermeye başlamıştı.
Mekân sahibine aracımızı bırakıp bırakamayacağımızı sorunca ‘Ne demek, gözüm gibi bakarım’ yanıtını aldık. Yüzünde sürekli gülümsemesi olan ufak tefek, kavruk adama adını sorunca geçiştiren yanıtlar verdi. Belli ki, adını bilmemizi ve konuşlandığı bu yeri deşifre etmemizi istemiyordu. Israr etmedik. İzin isteyerek de olsa içerisinde onun olmadığı birkaç kare aldık sevimli mekândan.
Sırt çantamızı tekrar kontrol edip Gelidonya Feneri yürüyüşümüze başladık. Artık muhteşem doğayı sindire sindire izlemenin ve yaşamanın keyfini çıkartabilirdim.
Yolda ilerledikçe çam ormanı arasına sıkışmış zeytin bahçeleri çıkıyordu karşımıza. Keçiboynuzu (Harnup), yabani erik ağaçları, küçük portakal, limon bahçeleri de yükselmeye başladığımız anlarda yerlerini tamamen doğaya bıraktılar.
Akdeniz’in suları çam dalları arasında tamamen laciverte dönmüştü artık. Rüzgârın iğne yapraklar arasında ıslık çalan sesinden, aşağılarda kayaları döven dalgaların sesinden başka hiçbir ses kalmamıştı.
Stabilize yolda yaklaşık iki kilometre ilerledikten sonra solda ‘Likya Yolu’ yön levhasıyla karşılaştık. Artık her yıl yüzlerce kişinin yürüdüğü patika yoldan ‘Gelidonya Feneri’ tırmanışına devam edecektik.
Fenere çıkan yol oldukça rahattı. Tepemizde yükselen kızgın Akdeniz güneşi bizi ne kadar zorlasa da her iki yüz metrede verdiğimiz kısa molalarda dinleniyorduk. Etraftan topladığım çay yapraklarını içtiğim suya kattım. Tadı muhteşem olmuştu. Her yudumunda doğanın eşsiz kokusunu hissediyordum.
Zikzaklı patikadan ilerlerken en çok üzüldüğümüz şey ise gelişigüzel atılmış boş su şişeleriydi. Emek harcayarak geçilen bir yola neden çöp atılır bir türlü akıl erdiremem.
Doyumsuz doğal güzellikler içinden geçip feneri gösteren silik levhaya ulaşmıştık.
1936 yılından bu yana gemilere kılavuzluk eden fener tüm güzelliğiyle tam karşımızda duruyordu.
Kırlangıç Burnu’nu süsleyen adalar sanki bir yağlıboya tablosunun tamamlayıcı objeleriydi. Kırlangıç burnu aynı zamanda bir batık gemi mezarlığıymış. Likya döneminde gemiyle buradan geçmek oldukça zormuş ters akıntılar nedeniyle. Bazıları geçmeyi başaramaz, kayalara çarpar batarmış. Hatta MÖ 15. yüzyıla ait bir batık gemi Bodrum Su Altı Müzesi’nde halen sergileniyormuş.
Fenerde görevli kimse yoktu biz gittiğimizde. Bizden öncesinde de var mıydı bilmiyorum. Etrafa atılmış buzdolabı ve ev eşyaları, çok uzun süredir kullanılmayan paslanmış elektrik motoru ve su deposu terk edilmiş görüntüsü veriyordu.
İnsanların şekillendirdiği fener ve çevresini gezip fotoğrafladıktan sonra Kumluca Belediyesi’nin yaptırdığı Zeytinli Köşk’te dinlendik. Köşkün tam ortasında kalan iki zeytin ağacı kendisine yaşama şansı veren akıllara teşekkür eder gibi nazikçe salınmaya devam ediyorlardı. Belki de önemsenmenin, hayatta kalmanın sessiz bir sevinciydi benim gördüğüm. Öyle ya, yapılar için milyonlarca ağacın telef edildiği bir dönemde iki zeytin ağacının hayatta kalmasının ne önemi olabilir ki? Demek ki varmış. Demek ki hala iki ağaç da olsa yok olmasına göz yummayan insanlar varmış. O yüzden oraya Zeytinli Köşk dedim.
Doyumsuz güzelliği içimize iyice çektikten sonra dönmeye karar verdik. Zeytinli Köşk’e, Akdeniz’e selam duran fenere, insanlara yaşam coşkusu veren tüm güzelliğe bir dahaki sefere kadar veda edip geldiğimiz patika yola çevirdik yönümüzü. Maviyle yeşilin kucaklaştığı, aralarında hiçbir kavganın yaşamadığı doğanın zihnimde bıraktığı üretici güçle zevkle yürüdük.
Dönüşte adını hala söylememekte direnen kavruk büfecinin yaptığı kahvelerden içip, Korsan Koyu’nun sıcacık, akvaryumu andıran sularında yüzmek üzerimize yapışmaya çalışan yorgunluğu hemen uzaklaştırdı…
Metin ve fotoğraflar: Ali Karakaya
08.09.2015