Yeni Yıl ve Nar – Dugan – Yeni Bir Yıla Girerken, Çok Eski Yılların Işığında

İnsanoğlu eleştirmeyi pek bir sever. Karşılaştığı, hoşuna gitmediği, benimseyemediği hemen her şeyi eleştirir. Oysa eleştiriler ancak altı bilgiyle, araştırmayla, okumuş ve görmüş – geçirmiş olmakla dolu olduklarında bir anlam bütünlüğüne kavuşabilirler.

Altı bu kapsamda dolu olmayan eleştiriler ise anlamsız ön yargılarımızın, öfke dolu söylemlerimizin, vazgeçemediğimiz ötekileştirmelerimizin ve bizden olmayanlara tahammülsüzlüğümüzün dışa vurumu olarak ön plana çıkarlar. Çok okumuş, çok görmüş, çok araştırmış olan Albert Einstein boşuna dememiş olsa gerek, “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” diye… Atom çoktan parçalandı, ön yargılar ise hala çoğu kimse tarafından, çoğu zaman parçalanamıyor nedense…

İşte yeni bir yılı karşılamak üzere olduğumuz şu günlerde, tam da ön yargı konseptlerine uygun biçimde yüzyılların uğultusu fısıldanıyor yine kulislerde: “Noel dediğin Frenk âdetidir canım, nereden çıkıyormuş bu yılbaşı kutlamaları? Niye bizden olmayan bir şeyi kutluyoruz? Onlar kalkıp da bizim adetlerimizi benimseyip kutluyorlar mı?”

‘Biz’ ve ‘onlar’ olmak, her demde bizden ve onların farkından bahsetmek… Öteki hale getirmek ne kadar işlemiş, işlenmiş bilinçlerimizin derinliklerine. Peki bu eleştirilerin de altı okumayla, araştırmayla, görmüş – geçirmişlikle dolu mu diye düşünüyor insan. Bu eleştirileri ifade edenler ve sahiplenenler Noel’in, yeni yılın, nereden geldiğinin, neyin neden kutlandığının bilincinde midirler? Ya o eleştirmekten kendimizi alamadığımız Frenk adetlerinin temelleri aslında çok çok eski zamanlarda atalarımız tarafından atıldıysa?

Ön Türkler ve Nar – Dugan Bayramı

Şimdi şu eleştirileri bir kenara bırakıp, Einstein’in savından temellenen uzay – zaman / solucan tünelinden süzülüp ve çok eski zamanlara uzanalım. Tek Tanrılı dinlerden önce, ön Türkler’in zamanında yeryüzünün merkezinde Ademoğlu’nun türemiş olduğu bir yaşam ağacı – akça çam olduğuna ve bu ağacın gezegenimizin hakim enerji kaynağı güneşten hayat aldığına inanılıyor. Dönence günü (Miladi takvime göre 21 Aralıkta) gece gündüzle olan savaşını kaybediyor ve ertesi sabah gündüzün geceye hakim olacağı günlerin miladı oluyor. İşte atalarımız güneşle beslenen baharın, renk – ahenk çiçeklerin ve aydınlık, sıcak mevsimlerin müjdecisi olan güneşin galibiyet dönemine Nar (Güneş), Dugan (Doğan) adını yakıştırıyorlar. Güneşin hakimiyeti kendilerine tekrar bahşedildiği için Yaradan’a dualar ediliyor, akça çam ağaçları süsleniyor, ağaçların altına hediyeler konularak Yaradan’a sunuluyor, gündüzün geceye olan galibiyeti şenliklerle ve gelecek güzel günlere dair umutlarla kutlanıyor.

Çok okumuş, çok araştırmış olan değerli Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın savlarından edindiğimiz bu bilgiler bize tanıdık geliyor mu? Şimdilerde bizden olmadığı için eleştirmeye, dışlamaya doyamadığımız adına Noel buyrulan ve ağaçları süslemeyi, altına hediyeler koymayı, yeni yıla dair umutları yeşertmeyi kapsayan şu Frenk adeti, belki de kim bilir kaç zaman önce içimizden kopup gitmiş, zaman içinde başkalaşmış, evrilmiş, başka diyarlara taşınmış, başka insanlarla tanışmış ve asırlar sonra başka suretlerde karşımıza çıkmış eski bir Türk adeti olabilir mi? Dil bilimcilerin ‘noel’ sözcüğünün kökenine dair, ‘yeni’ anlamına gelen ‘noio’ ve ‘güneş’ anlamına gelen ‘hel’ sözcüklerinin birleşmesiyle oluştuğa dair de bir savlarının olduğu, bu iddiaları destekleyebilir mi?

Belki bu soruların ve bu iddiaların cevabını kesin olarak yanıtlayacak, doğrulayacak kadar cüretkâr olamayız ve de olmamalıyız. Zira insanlığın geçmişine ilişkin pek çok soru hala bilim adamlarının kafalarını kurcalayan birer soru işareti olarak duruyor. Tarih, öyle bir bilmece ki insanoğluna geçmişin sisli ufuklarını derin bilinmezliklerle ve şaşırtıcı figürlerle sunuyor. Bu sisli ufukların ardında kimileri neyi görmek istiyorlarsa onu görüyorlar, kimileri ise sisin varlığını kabul edip tarafsızlığı ve araştırma yapmayı tercih ediyorlar. Ancak şu da bir gerçek ki; bazı durumlarda bir kavramın, bir ritüelin kesin olarak tek bir bireye veya makro anlamda tek bir millete ait olduğunu, bize ait olmadığını iddia etmek dünyanın ve insanlığın tarihiyle ters düşen bir sav olarak belirebiliyor. Tarih boyunca bir avuç toprak uğruna çarpışıp ve çatışıp durmayı kendine görev edinmiş olan Âdemoğlu, bu çarpışmaların upuzun asırlara yayılması sürecinde birbirlerinin görüşlerini, fikirlerini, kültürlerini, sözcüklerini, inanışlarını birbirlerine aşılamadılar mı?

Oysa biz insanlar, gündemde var olan bir kavramın ‘biz’e ait olmayışını, ‘onlar’a ait oluşu; kökenini, sebebini nereden geldiğini araştırmadan pek bir kolaylıkla savunabiliyoruz, bu şekilde savunmayı tercih ediyoruz. Zira sınırlar çizmeyi, duvarlar örmeyi pek bir seviyor olmalıyız. Oysa bugün kendimize ait kabul ettiğimiz bir kavramın, aslında asırlar önce çok uzak diyarlarda başka bir medeniyet tarafından da benimsenmiş olduğunu hiç duymuyor muyuz? Ya da başka bir uygarlığa ait bellediğimiz bir fikriyatın aslında bizim geçmişimizde de var olmuş olduğuna hiç tanık olmuyor muyuz? Öyleyse belki de bu sınırlar çizmeyi, duvarlar örmeyi tam olarak kaldıramasak bile, en azından biraz daha fazla okuyarak, araştırarak, ön yargılardan uzaklaşarak yumuşatmayı da olumlu bir seçenek olarak kabul etmek gerek.

Gezegenimiz, doğamız, canlılarımız ve tüm insanlık için aydınlığın karanlığa hakim olduğu, ön yargılarımızın atomdan çok daha kolay parçalanır hale geldiği, ‘öteki’ kavramının dışlama aracı olarak görülmekten vazgeçildiği, okumanın ve araştırmanın herkes tarafından bir erdem olarak kabul edildiği, barışın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü, umut etmekten hiç vazgeçilmediği nice güzel ve mutlu yıllara!