Can dost Nuray Küçüksümbül’den gelen bir telefonla kendimi Yeleme Köyü’nde buldum. Rakım 1600 metreydi. Ama küresel ısınma yüksekleri de yaktığı için, serinliği oldukça azdı. Ben de dost serinliğiyle serinledim, dinlendim, yenilendim, güç topladım.
Burnumuzun dibinde, Korkuteli’ye 19 kilometre uzaklıktaki Çerkez köyü Yeleme’den haberim yokmuş, adını duymuşum sadece, merak etmemişim hiç. Yeleme’yi gezdikten, köylülerle söyleştikten sonra kendimi suçladım, utandım. Hele bir de hâlâ ana dillerini konuşur olmaları beni oldukça etkiledi. Kültürü korumaları ise çocuk gibi sevindirdi.
Yeni geçirdiğimiz Şeker Bayramı’nda şenlik yapmışlar, Kafkas oyunları oynamışlar, hal hatır sormuşlar. Birbirlerine bağlılıkları, paylaşımları şaşırtmadı desem yalan olur. Çünkü gelip yerleşeli yıllar olmuş, ama hâlâ Çerkez kültürünü yaşatmaları şaşırılmayacak gibi değildi. Kendi aralarında Çerkezce konuşup bana dönüp çeviriyorlardı.
Küçücük bir köydü, ama yüreği kocaman insanlarla doluydu. Sabah erken kalkmaya alışık olduğumdan, ev sahipleri uyurken köyü keşfe çıktım. Evler son derece bakımlı ve estetikti. Bahçelere yazın geç geldiği belliydi. Yaz ortasında daha yeni yeni yeşermeye başlamıştı. Eriklerin erdiği zamanda burada henüz yeşildi. Düz arazi oldukça az, dolayısıyla tarım da azdı.
Evin yeşil gözlü, kumral, yüzünde güller açan sahibi Nebahat “Çerkezlerde at önemlidir. O nedenle hepimiz iyi at bineriz. Buraya geldiğimizde bize önce Antalya Şarampol caddesinde yer vermişler, ama Kafkasya soğuğundan gelen insan Antalya sıcağına dayanamamış. Sonra Varsak bölgesini vermişler, bizimkiler ‘Burası bize çok gelir’ diyerek bu dağa gelmişler. Çok soğuktu, ama bize soğuk gelmezdi, burada mutluyduk” dedi.
Göz alabildiğine yeşil, görkemli balkona kahvaltı için oturduğumuzda, ülkenin sorunlarını bir an unuttum ve çok mutlu olduğumu düşündüm. Çaylarımızı içerken bir adam avucunda üç kayısı ile geldi, bize kapıdan uzatıp döndü. Azını paylaşmak buna denirdi. Zaten önemli olan ‘Az’ olması değil, paylaşabilmekti. İnsanların birbirinin gözünü oymaya çalıştığı bu zamanda, böylesi içten davranışlar hem gözümü, hem gönlümü doldurdu.
Köye tepeden bakıp fotoğrafını çekerken, aynı zamanda yüreğimden de ülkenin fotoğrafını çekiyordum. Kendi kendime ‘Dil, din diyerek zorlama olmasa, herkes istediği dili konuşabilse, istediğine inanabilse, çok daha mutlu olunabiliyor. Ne gökten taş düşüyor, ne de savaş çıkıyor’ diye söyleniyordum.
Eve dönünce bütün neşem kaçtı. Ülkemde kardeş kavgası başlatılmış, her yer kan revan olmuştu. Gençlere, kadınlara hakaret ediliyor, içeri tıkılıyor, suçlar yakıştırılıyordu. Kadınların konuşmalarına bile tahammül edilemiyor ‘Sus’ diye bağırılıp azarlanıyordu. Kendilerini ‘Bilen’ ilan edip kadının da bilebileceğine akılları ermiyordu. Aklı ermeyenlerin elinde ülkem can çekişiyordu. Yeleme serinliği ve mutluluğu uçup giderken el bile sallamadı. Çünkü onun da adı değiştirip tarihi unutturulmaya çalışılmış, güzelim ‘Yeleme’ adı, ‘Başpınar’ oluvermişti. Onun da içi buruk, gönlü kırıktı.
Metin ve fotoğraflar: Kâmile Yılmaz
06.08.2015