Sirkeci’den kalkan 21.00 Türkiye-Yunanistan dostluk trenine yetişmeye çalışıyordum. Nasıl oldu da geç kalmıştım inanın hatırlamıyorum. 20.30 Karaköy vapuruna binmek zorunda kaldım çünkü Eminönü vapurunun saati 20.40’tı. Eğer ona binseydim treni yakalayabilme şansımı oldukça azaltmış olacaktım.
Bana eşlik eden, beni yolcu etmek isteyen arkadaşım ile birlikte geçmek tükenmek bilmeyen yirmi dakikalık bir vapur yolculuğuna çıktık. Karaköy’e geldiğimizde saat 20.50 civarıydı. Hemen bir taksi çağırıp, “Usta, acil gara yetiştir bizi” dedik. Şu kısacık yolda trafik olabileceğini hiç düşünmemiştim. Sirkeci’nin önünde deli gibi koşmaya başladık çünkü tren kalkıyordu. Sesini duyabiliyordum. Ben önde, arkadaşım arkada ona yetişebilmek için koşuyorduk. Yakalayabildiğim ilk kapıyı tuttum ama çantamdan dolayı binmekte zorlanıyordum. Aynı zamanda koşmakta işleri daha zor kılıyordu. Bir güç tarafından trenin içine resmen fırlatıldım. Sırtımda çantam, kan ter içinde yerde yatıyordum şimdi. Arkadaşımla da vedalaşamamıştık. Beni arkadan iten oydu. Yanıma gelen tren görevlisi sevecen ve gülümseyen yüzüyle, “son dakika golünü attın aslanım” dedi. Bende ona gülümseyerek karşılık verebildim, nefes nefeseydim. Gerçekten son dakika golünü mü attım acaba? Ne yapıyordum?
Bu olaydan yaklaşık olarak üç hafta önce kız arkadaşımla hiç istemediğim sorunlar yaşamıştık. İşler bir süre sonra iyice çirkinleşti. Kendime ve ona yakıştıramadığım birçok olay yaşandı. Sorun şu ki gerçekten duygusal biriyim. İyi mi kötü mü hiç bir zaman karar veremedim buna. Bir hafta boyunca yemedim, içmedim. Kendimi iyi hissetmiyordum. Bir süre sonra İstanbul bana dar gelmeye başladı. Yapamıyordum. Duramıyordum. Gitmeliydim. Yalnız kalmalıydım. Böyle hissetmemde tüm arkadaşlarımın da bir yerlere gidişi, İstanbul da yalnız kalmış olmamın da payı büyüktü. İstediğim yalnızlık bu değildi. Ailemin yazlığına gidip orada da kafamı temizleyebilirdim, yalnız kalabilirdim ve ruhuma tuz biber ekebilirdim. Kendimle konuşmam gereken şeyler vardı. Yapamadım. Buradan tamamen uzaklaşmam gerekiyordu. Benim kaybolmaya ihtiyacım vardı. Önce, uzun süreli bir pasaportum olduğu için vizesiz ülkelere gitmeyi düşündüm. Karşıma İran çıktı. Sonra vazgeçtim. Neden Avrupa’ya komşularımızdan birine gitmeyeyim ki dedim. Bulgaristan’ı da eledikten sonra Yunanistan gün gibi karşımda duruyordu. Yapılacak tek şey vardı şuan; o da ailemi aramaktı. ‘Ben gidiyorum beni merak etmeyin’ demiştim. 19 yaşındaydım. Şimdi düşünüyorum da ailenizi arayıp söylememeniz gereken düşüncesizce şeyler vardır hani. İşte bu da onlardan biriydi. En azından böyle mi denirdi! Anne ile yaşadığım çekişmelerden sonra ona yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi ve içimdekileri söyleyince yumuşamıştı. Onların onayı olmadan gitmek istemiyordum. Her şeyin üzerine bu beni mutlu etmezdi. Ondan sonrası çok kolay oldu. Dört gün içerisinde Schengen vizemi aldım. Biletim Balkan Flexi Pass biletiydi; Yunanistan – Bulgaristan – Makedonya – Romanya – Arnavutluk ve Bosna’da bir ay boyunca trenlere bedava binebilmeme imkân veriyordu. Yanılmıyorsam oldukça komik bir paraya almıştım. Her şey hazırdı ve ben artık gidiyordum. Gitmeliydim…
Yerden kalkıp yolculuğu geçireceğim kompartımanıma doğru ilerledim. İki kişilik yataklı bir kompartımandı. Acaba yanıma kim gelecek diye beklerken, bir süre sonra trenin gayet bomboş olduğunu anladım. Bir alman ve Fransız çift dışında kimse yoktu. Onlarda bir süre sonra ışıklarını kapatıp uyudular. Koskoca demir kutu sadece benim için gidiyormuş gibi hissettim. Şehrin içinde ilerlerken sadece müzik dinledim ve ışıkları izledim. Karanlığın içine girdiğimde ise içimde ki ışıklarda sönmüştü. Kafamı cama dayayıp sadece uzaklara bakabildim. Uyuyamıyordum. Kitap okudum ama yine uyuyamadım. Neyse ki toplarımı yanımda getirmiştim. Birazcık top çevirerek üzerimdeki stresi atmaya çalıştım. İşe yaramıştı. Sonrasında mışıl mışıl bir uyku çektim. Uyandığımda Türkiye tarafında ki sınırdaydık. Pasaportumu görevliye verip çıkış pulunu yatırmaya gittim. Hemen hareket edeceğimizi düşünmüştüm. Neredeyse iki saat kadar sınırda bekledik. Kendimi artık bir sorun olduğuna inandırmıştım. Ve nedense bu sorun benimle ilgiliymiş gibi geliyordu. Endişelerimi gidermek için etraftaki insanlarla sohbet etmeye çalıştım. Öğlenden beri içen, atleti artık sararmış, göğsü de hararetten kızarmış olan Cemal Amca’ya veda ettiğimde pasaportum elimdeydi. Sonunda bir sorun çıkmamıştı ve Türkiye’den ayrılıyordum. Ev hamlarımı bir kenara bırakmam gerek!
Hep duyduğum o yarısı kırmızı, yarısı mavi olan köprüden geçiyorduk şimdi. Etraf zifiri karanlıktı. Tarafsız bir bölgede olma hissi çok değişik gelmişti o an. Tren köprüde neredeyse yürüme hızıyla ilerliyordu. Tekerleklerin raylarda çıkardığı sesler ve ağaç hışırtıları korku filmlerinden bir sahne gibiydi. İki sınır arası yarım saat kadar sürmüştü. Şimdi de Yunan tarafında ki sınırdaydık. Gelen polisle muhabbet etmeye çalıştım ama o benimle değil sadece pasaportumla ilgileniyordu. Burası oldukça ıssızdı. Burada da iki saatten daha uzun bir süre beklediğimizi anımsıyorum. Endişelerim yine burada da fazlaydı. Hep yersiz kalan endişelerimi de yanıma alarak trene binebilmiştim sonunda. Sıkıntıyla geçen iki saat. Bana ilginç gelen bir şey vardı; Türkiye tarafında çantam polis tarafından aranmışken, burada kimse beni kontrol bile etmedi. Güvenlik en alt düzeydeydi.
Kompartımanıma geçtikten sonra, tren hareket etmeye başlayınca, içimde çok enteresan bir şey yaşadım. Yol boyunca geldiğimiz yönün farkındaydım. Genel olarak doğrultumuz hep aynıydı. Yunanistan’da tam karşımızda olmak zorundaydı. Ama sanki ters yöne gidiyorduk şimdi. Gerçekten ters yöne gidiyorduk, yemin edebilirdim! Keşke yazdığım yazıları kaybetmeseydim de o an yaşadıklarımla ilgili şeyleri daha iyi aktarabilseydim. Acaba neden geri dönüyorduk? Tamam belki benimle ilgili bir sorun yoktu ama başka birisiyle ilgili bir sorun olabilirdi. Belki onu kabul etmemişlerdi ve Türkiye’ye bırakmaya gidiyorduk. Bu saçma sorularla yarım saat kadar boğuştum. Tren görevlisi Cafer Abi’yi bulsam soracaktım utanmadan geri mi dönüyoruz diye. Tabi ki böyle bir durum yoktu. Ben kafamdan uyduruyordum. Bir süre sonra yine uyumuşum. Gözlerimi açtığımda Kavala’daydım.
Alexandrapouli’de belki iner adalara giderim diye düşünmüştüm. Ege Denizi’ne kıyısı olan bir kasabayı kaçırmışım. Daha yolum vardı. Tekrar uyudum ve uyandığımda bu sefer Xanthi’deydim. Artık Türk köylerinden ve kasabalarından tamamen uzaklaşmıştık. Her yerde Yunanca yazılarla karşılaşıyordum. Lisede ki matematik ve fizik derslerinden yunan alfabesinde ki çoğu harfi ve yazılışlarını biliyordum. Yanımda Yunanca telaffuz notları da getirmiştim. Hiçbir şey anlayamıyordum. Yunancanın çok zor bir dil olduğuna karar verdim, kestirip attım. Son kez uyuduğumda bu sefer uyandırıldım. Cafer Abi, “kalk Selanik’e geldik” diyordu. Sınır beklemeleriyle 15 saat sürmüştü yol. Uyku sersemi etrafa baktım. Öğlendi ve gardaydık. Çantamı topladım, sırtıma aldım ve çıktım. Oldukça olağandı.
Sanki Yunanistan’da değilmişim gibi geliyordu. Kırk derecenin üzerindeki sıcak beni hemen sığınmaya itti. Merdivenlerden aşağıya inip, merkez istasyona indim. İşte burada gerçekle yüzyüze geldim. Herkes Yunanca konuşuyordu ve tek kelimesini bile anlayamıyordum. Önce afallayıp kaldım. Ne yapacağıma karar veremedim. Köşe başına geçip çantamı yere koydum ve öylece etrafı izledim. Yanımda simitçi bir amca vardı. Ona ‘dayı nasıl gidiyor işler’ deyip bir sohbet bile edemedim. Anladım ki ben gerçekten Yunanistan’dayım şuan…
Selanik tren garında yapayalnız duruyordum. İstediğim bu değil miydi?
Metin ve fotoğraflar: N. Öykü Maral / Selanik’te Yalnızlık
2006-Yaz