Kurban bayramı tatilinin 9 güne çıkması ile eşimle evde hayaller kurmaya başladık. Ardından, önümüze aldığımız dünya haritasında önce bizi ot etekli kızların karşıladığı Bahamalar ile başlayıp Maldiv kumsallarında el ele koşturduktan sonra bir bütçemiz olduğunu hatırlayarak Viyana gezisi yapmaya karar verdik.
Gotik-melankolik sınır şehri ‘Wien…’
Orta Çağ’dan kalma güzellikleriyle Viyana gezmeye ve görmeye kesinlikle değer bir şehir olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bize göre sıcak olmayan garsonlarını, soğuk ve güler yüzden eksik insanlarını gözlemlerken aklıma hep geçmişte zor günler geçirdikleri geldiğinde daha bir hüzünle yaklaştım onlara. İşgal ve savaşlar nedeniyle şehrin etrafına ördükleri geniş surlar ve aşılması zor su hendekleri gibi, insanların da etraflarına duvar çektiklerini düşünüp durdum. Tabii ki nihayetinde, ben Akdeniz insanlarının esnekliğini, güler yüzlülüğünü ve içtenliğini tercih ederim…
Gezimiz esnasında eşim Ozan, Gotik mimari tarzındaki binalardan çok etkilenirken, ben daha çok mavi yuvarlak kubbeli hatları olan Barok mimari tarzını sevdim. Bana kalırsa Gotik binalar insanine üstüne üstüne geliyor sanki karanlık sivri yapılı ve oldukça yüksek; binanın içleri de bir o kadar karanlık ve ayni zamanda süslü…
Viyana şehri de Orta Çağ’da diğer bütün Avrupa şehirleri gibi veba salgınları, büyük yangınlar ve çekirge istilaları gibi sorunlarla karşılaşmış. Bu zor koşullar Viyana sokaklarında veya saray bahçelerinde kendilerine yer bulan heykellerde ve müzelerinde şehrin tarihini anlatan resimlerde gösterilmekte.
Viyana’nın Osmanlı tarihinde önemli bir yeri var aslında. Osmanlı başarı yakalayamadığı II. Viyana Kuşatması sonucu gerileme devrine girerken Avrupa ise tam tersine güçlenme evresine girmişti. Garip olan şu ki Osmanlı’nın silah zoruyla giremediği Viyana’ya, 1950 – 60’li yıllarda Türk isçiler girdi. Mevcut durumda Viyana’nın %2’lik nüfusunu Türk vatandaşların oluşturduğu belirtilmekte. Tabii bir de bayramlık Türk turistlerini atlamamak lazım; dönme dolapta, bale gösterisinde, metrolarda, mağazalarda Türkçe konuşan insanlara sıkça rastlamak yabancılık çekmememizi sağladı neyse ki.
Viyana’da birçok yapı 2. Dünya Savaşı esnasında yakılmış ve yok edilmiş. Bu nedenle, birçok yapı tadilata uğramış ve yenilenmiş. Hatta birçoğunda tadilat halen devam ediyor, o zamandan bu zamana nasıl bitmemiş bu tadilatlar anlamak mümkün değil?
Düzen içinde düzensizlik…
Viyana’ya ulaşım çok rahat, THY’nin her sabah tarifeli uçağı mevcut (gün içerisinde de birden fazla uçuş var). Toplamda uçuş zamanına göre değişmekle birlikte 600-1300 TL arası bir maliyetle Viyana’ya gidilebilir. Viyana’da tek havaalanı var. Havaalanı şehir merkezinden 20 km uzaklıktadır. Şehir merkezine her 20 dakikada bir kalkan otobüsle veya S-Bahn treniyle ulaşılabilir. Şehir içi ulaşım metro, otobüs, tramvay ve U/S-Bahn’larla (tren) oldukça rahat, kaybolmak mümkün değil.
İlk durağımız Hundertwasser’in tasarladığı Landstrasse’deki Yüzsularevi… Diğer evlerden en büyük farkı binanın hiçbir yerinde düz öğe kullanılmamış olması ve resimlerinde de görüldüğü gibi dış yüzeyinin rengârenk olmasıdır. Mimar Joseph Krawina tarafından planlanmış ve asıl işin sanat yönünü yapan Friedensreich Hundertwasser tarafından hayata geçirilmiş. Binada toplam 52 adet daire ve 4 adet dükkân varmış, ama ben sayamadım. İçi de dişi gibi karmakarışıktı, hiç bir düz çizgi veya tek renk mevcut değildi.
Hundertwasser Yahudi bir anne ile Katolik bir babanın oğluymuş. Küçük yaşta kaybettiği babasının Katolik olması sayesinde annesi ve kendisinin hayatları kurtulmuş ve Hundertwasser, onlardan yana olduklarını göstermek istercesine gençliğinde Hitlerin Gençlik ekibine dâhil olmuş. Acıklı ve zorlu bu hikâye, Hundertwasser’in aslında herkes gibi olana duyduğu öfkeyi iyi anlatıyor. Çelişkilerin verdiği eğimler, farklılıklar ve renk cümbüşü saatlerce bu mimariye doyamadan bakmama sebep oldu.
Bu renkli başlangıcın sonrasında yakında olan Prater adı verilen bölgeye gidiyoruz. Burası kocaman bir eğlence ve dinlence alanı diyebiliriz. İçinde bir sürü değişik aletin olduğu bir lunapark ve koruma altında olan koca bir orman bulunuyor. Ama tabii biz her ikisi için de değil, tarihi dönme dolaba binme niyetiyle oradayız.
Karşımızda kocaman bir çember gibi duran, 1800’lü yıllarda 30 adet vagonu ile yaptırılan dönme dolabın hemen hemen tamamı II. Dünya Savaşı’nda yanmış. Ardından, tamir edilerek 15 vagon ile hizmet vermeye yeniden başlamış. Şehrin tarihi hikâyesini, bir kere de eski dönme dolabı vagonlarına kurulan küçük oyuncak heykeller sayesinde yeniden dinleyebilirsiniz. Ufak bir tarih müzesi adeta.
Dönme dolabın birçok vagonu özel yemekler, davetler için şık bir restaurant gibi planlanmış. Gişedeki görevli bize özel odaları anlatırken merakla evli olup olmadığımızı sordu ve evli olduğumuzu söyleyince hayal kırıklığıyla bizi ‘sizden geçmiş’ kategorisine sokarak diğer vagonlara yönlendirdi. Sonradan anladığım kadarıyla bu lüks yemekli vagonlar evlenme teklifleri için çokça tercih edilmekteymiş. Viyanalı genç erkekler kızların basını döndürmek için azıcık yardım almayı tercih ediyorlar herhalde, güzel taktik.
Eğer yemek yemek istemezseniz bizim yaptığımız gibi dönme dolabın vagonlarına binerek tüm şehri en yüksek noktadan görmenin keyfine varabilirsiniz. Dönme dolaba biz gece bindik, gece şehrin ışıl ışıl görüntüsü oldukça etkileyiciydi. Bu arada vagona kimlerle bindiğinize mümkünse dikkat edin! Aksi takdirde içeride köşe kapmaca oynayabilirsiniz. Biz her adım atışlarıyla tüm vagonu sallayan birkaç kişiye denk geldiğimiz için, eşimle romantizm yapmak isterken vagon içerisinde yan yana bile zor gelebildik.
Ring ile çevrelenmiş şehri yaşamak…
İkinci günümüzde nihayet şehir merkezine geliyoruz. Şehir merkezi Tuna Nehri’nin güneyinde yer almakta. Şehir tam 23 bölgeden oluşmakta ve 1. bölge ‘Innere Stadt.’ Etrafı bir halka şeklinde ring denilen sarı renkli tramvay hattı ile çevrelenmiştir.
Bu sarı renkli tramvaylarla şehrin tarihi bölgelerini, vagonun içinden sadece koltukta oturarak durak durak geçerken izlemek bile mümkün. Ancak, benim gibi gezi, yürüyüş ve fotoğraf meraklısı iseniz bu size asla yetmez. Haydi, gezecek görecek çok yer var, hazırlayın fotoğraf makinelerini ve başlayın yürümeye!
Viyana’da metro ve tren hatları oldukça gelişmiş ve rahat. €1.80 ile tek yön bileti alınabilirken, biz 24 veya 48 saatlik sınırsız biletleri tercih ettik. Bilet fiyatları şehir merkezi bölgelerinin dışına çıkılırsa biraz artıyor, yanlış bilet almayın ceza almamak için dikkat etmenizde fayda var.
Bu arada alınan biletler araç içinde veya metroya binerken ‘validate’ edilmeli (onaylandırılmalı) aksi takdirde biletiniz yok muamelesi görebilirsiniz. Aslında, bilet kontrolünün hiç yapılmadığını ve bilet almamızın gerekmediğini bize yardımcı olmak isteyen bir Hint göçmeninden dinledik. Ancak, uygulamadık.
Şehirde bisiklet de oldukça yaygın, hatta 1 saate kadar teslim ettiğiniz kiralık bisikletlere hiçbir ücret ödemiyorsunuz. Şehrin her yerinde bisiklet kiralama otomatı ve parkları mevcut. Yine de eğer benim gibi hem bisiklet hem de fotoğraf tutkunu iseniz, ilk önce fotoğraf makinenizi koyacak sağlam bir yer ayarlayın. Veya daha güzel bir seçenek ikili bisiklet (tandem) kiralayın, arkada oturun eşiniz kullansın siz doya doya etrafı seyredin, fotoğraf çekin.
Birçok Avrupa ülkesinin tersine nehir şehrin tam göbeğinden geçmiyor, evet şehir merkezine çok yakın öte yandan şehri ikiye bölecek kadar da göbeğinde değil. Viyana’da Tuna Nehri, Eski Tuna ve sellere karşı korunmak için yeni yapılan bir kanal olmak üzere ikiye ayrılıyor. Eski ve yeni Tuna arasında, Viyana’nın en popüler yüzme, paten ve mesire yerlerinden biri olan 21 km’lik Tuna Adası yer alıyor. Denize kıyısı olmadan su sporlarında bu kadar gelişmiş olmaları inanılmaz…
Tuna Nehri’nin yalnızca âşıklara ‘mavi’ göründüğü hikâyesini okuduktan sonra, bunu okumamış olan eşim üzerinde test uygulamaya karar verdim. Sordum “Sevgilim sence nehir ne renk?” Ardından tiyomu da verdim “mesela mavi olabilir mi?” Hiçbir işe yaramadı; basbayağı koyu kirli yeşil ile kahverengi arasında bir renk iste su Tuna, yok asli bu asıklar testinin! Yok iste!
Şehir merkezinde birçok yeşillik ve park alanı mevcut. Bunlardan en geniş olanı ise ‘Volksgarden’ Yürümeye buradan başladık. Gözüme çarpan bir yasak levhası, insanların parklarda köpeklerini serbest bırakamaması oldu. Köpeklerin serbest dolaşımı için parklar içerisinde çitlerle çevrili küçük sınırlı alanlar var. Ayrıca, şehirdeki askılı çöp kutuları da oldukça ilginç; sigara paketi şeklinde tasarlanmış.
Volksgarden Parkı’nın karşısında Ring Strasse’de Parlamento Binası’nı görebilirsiniz. 19. yüzyılda tamamlanan yapıda Yunan stili bir mimari göze çarpmakta.
Parlamento binasından nehre doğru yukarı yüründüğünde önünde kendi ismi ile kocaman bir parkı olan Rathaus-Belediye Binası tüm görkemi ile karsınıza çıkıyor. Rathaus’un önünde Kasım ayı olması dolayısıyla biz gittiğimizde yılbaşı için süslenmiş kocaman çam ağacı, panayır alanı ve süslenmiş ağaçlarla dolu bir park bulunmaktaydı. Ayrıca, Temmuz – Ağustos aylarında da yaz şenliklerinin aynı bölgede yapıldığından bahsettiler, ziyaretinizi bu zamanlara denk getirmenizde fayda var.
Rathaus’un karşısında Burg Theater binasını ve içinde Mozart heykeli olan Burg Parkı’nı görebilirsiniz. Yolun devamında Viyana Üniversitesi ve Votiv Kilise karsınıza çıkacak. Eğer çok yorulduysanız ring caddesinden gecen 1 numaralı sarı renkli tramvaya atlayın ve etrafınızda kalacak olan tarihi binaları dikkatle izleyin. Sağınızda sırayla Sanat ve Doğa Tarihi Müzeleri, Justizpalast, Müzeler Bölgesi (Museum Quartier), Efes Müzesi’ne de ev sahipliği yapan Hofburg Sarayı ve Stats Oper (Opera Binası) büyük ihtişamı ile görünecek. Özellikle Hofburg Sarayı ve Museum Quartier bölgelerine geldiğinizde atlayın tramvaydan, yürüme zamanı…
Museum Quartier birçok yeni ve eski sanat eserini barındıran müzeye ev sahipliği yapan kocaman bir alana yayılmış tarihi binalar topluluğu. Binalar Barok tarzda inşa edilmiş ve tüm ihtişamlarıyla ilgiyi hak ediyor. Museum Quartier’in orta yerinde 1888 yılında yapılan İmparatoriçe Maria Theresa heykelini ön yüzünden karşınıza aldığınızda solunuzda 1891 yılında kapılarını açan Viyana Güzel Sanatlar Müzesi (Kunsthistorisches Museum), sağınızda ise önündeki minik fil heykeli ile 1889 yılında halka açılmış olan Doğa Tarihi Müzesi (Naturhistorisches Museum) kalıyor.
Museum Quartier’in dümdüz karşısına doğru yürüdüğünüzde, Maria Theresa heykelinin bakmakta olduğu İsviçre kapısını görürsünüz. Kapının ismi nöbet görevini üstlenen İsviçreli muhafızlardan geliyormuş. Kapıdan girdiğinizde Habsburg Hanedanı’nın ikamet alanı olan meşhur Hofburg Sarayı’nın olduğu bahçe ve kompleksi göreceksiniz. Olağanüstü ihtişam ve görkem her yerden fışkırıyor gerçekten. Sarayın büyük bölümü bugün için devlet daireleri ve uluslararası kongre merkezi olarak kullanılıyormuş. İçinde çeşitli müzelerin yanısıra bir de İspanyol Binicilik Okulu var.
Hayır, Viyana şehri henüz bitmedi… Şehrin en işlek ve araç trafiğine kapalı caddesi Karntner Caddesi’ni yürüyerek gezmelisiniz. Cadde üzerinde sokak dansı gösterilerini, şenlikleri ve konserleri izleyebilir, mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz. Bir süre yürüdükten sonra ise karsınıza tüm ihtişamı, gotik tarzda ürkütücü mimarisiyle Stephansdom çıkacak.. Bir kere gördükten sonra şehrin neresine giderseniz gidin gözleriniz hep onun kulelerini arayacak…
Eğer vaktiniz varsa şehrin ring bölgesi dışına çıkarak farklı sarayları gezip müzelerindeki sanat eserleri ile ruhunuzu besleyebilirsiniz. Örneğin, 1683’te Türkleri yenen Savoylu Prens Eugene için yazlık ikametgah olarak yapılan Belvedere Sarayı’na merkezden tramvayla gidebilirsiniz veya metro ile Habsburg’ların görkemli sarayı Schönbrunn’a gidilebilir. Sarayın arka bahçesinde yürüyüp, tepedeki Gloriette’ye çıkabilirsiniz. Avrupa’nın en eski hayvanat bahçesi de Schönbrunn Sarayı’nda bulunuyor.
Klasik müzik şehri; Viyana…
Viyana’ya gidip konser dinlememek veya opera / bale seyretmemek olmaz. Stadtpark’ın hemen yanında yer alan Wiener Kursalon’da özellikle valsin babası sayılan Johann Strauss’un eserlerinden oluşan bir repertuarla klasik müzik dinleyebilirsiniz veya bizim yaptığımız gibi gitmeden internetten biletini alarak Statsoper’de (Opera Binası) keyifli bir bale / opera gösterisi izleyebilirsiniz. Hem binanın görsel şöleni hem de Viyanalı sanatçıların yetenekleri dudak ısırtıyor. Bu arada binanın önündeki bilet kuyruğunu görmeliydiniz, Viyana şehri de turistleri de bu gösterilere hayran, internetten bilet olayını atlamayın derim.
Viyana’da yaklaşık 10 adet kadar klasik müzik dinleyip, bale veya opera seyredebileceğiniz irili ufaklı salon mevcut. Bu sayı yalnızca bir şehir için inanılmaz. İster istemez İstanbul’u düşününce AKM de yok artık diye iç geçirmekten kendimi alamadım…
Büyük salonlar tahmin edilebileceği üzere 19. yüzyılda yapılmış ve içi dışı ihtişamlı binalarken, bir kısmı katedraller, kiliselerden oluşuyor. Tabii ki bir de Mozart’ın evi vs gibi ünlü bestecilerin hem müze hem de konser salonu olarak kullanılan evleri var.
Café kültürü ile bezenmiş bir toplum…
Şehrin güneyinde kurulan pazarı Naschmarkt, pazar günleri kapalı oluyor aklınızda olsun, başka bir zaman da uğramaya vakit bulamadığımız için biz Nashmarkt’in anlatılan hareketli zamanını maalesef göremedik. Tabii Naschmarkt’a dek yürümüşken Secession binasında mola verip fotoğraf çekmemek olmaz.
Nascmarkt’ta yemek yiyemediğimiz için, şöyle güzel bir schnitzel yiyip bira içebileceğimiz bir mekân aramaya koyulduk. İlk önce Café Museum’da gulaş çorbası ile consommé çorba denedik. Biz yaptık ders oldu, bence siz yapmayın aç kalabilirsiniz.
Tabii biz çorbaları hiç beğenmeyince yerel tatları sadece bildiğimiz schnitzel ile sınırlı tutmaya karar verdik… Yemek için Café Diglas ve Figlmüller kocaman schnitzel porsiyonları ve lezzetleri ile denemeye değer. Bira oldukça ucuz. Hatta bu memlekette su, bira ve şaraptan daha pahalı aklınızda olsun.
Viyana’da her yerde tatlılar inanılmaz büyük porsiyonlarda ve kremalı süslemeler sayesinde görsel bir şölen ile sunuluyor. Hemen hemen her tatlı krema ile servis ediliyor, öyle değilse de rica ederseniz tüm tabağı krema ile doldurup getiriyorlar. Viyana cafelerinde, tam bir tatlı canavarı olan annemin kulaklarını bol bol çınlattım, o da en kısa zamanda bir Viyana turu planlamakta.
Café kültürü Viyana’da çok yaygın, insanlar cafelerde muhabbet ediyor, yalnız gelenler gazetelerini okurken kahvelerini yudumlayıp tatlılarını yiyorlar. Viyana’da kaldığımız süre boyunca denemediğimiz tatlıları kalmadı diyebilirim ve hepsine bayıldık; applestrudel, sacher, apple pie, bread dumplings cream cake.
Viyana’daki diğer bir gözlemim de sosisli büfelerine oldukça yoğun talep olması. İnsanlar gelip geçerken büfelerin onunu doldurup gecenin ilerleyen saatlerine dek sosisli sandviç veya tabakta sosis yiyor ve biralarını içiyorlar. Böyle bir yemek kültürüne rağmen çok zayıf insanlar olduklarını kıskanarak belirtmek isterim.
Viyana her köşesinde tarih barındıran ve sizi 19. yüzyıla doğru çekip götüren yapısı ile kendini bırakmaya değer bir şehir, mutlaka deneyimleyin diyorum…
Metin ve fotoğraflar: Yeliz Yanık Erinçkan
01.11.2011