Bazı kentler vardır; tarihe mal olmuş. Bir Roma, bir Bağdat, bir İstanbul… Bizim şirin Van’ımız hiçte farklı değildir, bu şehirlerden. Urartular, Asurlar, Keldaniler, Persler ve Medlerden sonra, Bizanslıların, Selçukluların ve en sonunda Osmanlıların kalıntılarıyla sürükler bizi tarihin tozlu sayfalarına.
Anadolu’muzun doğusunda minicik bir deniz var. Coğrafya kitaplarının ‘Van Gölü’ dediği bu büyük su birikintisine Van halkı ‘deniz’ der. Kıyılarında kendilerine has özellikleriyle birbirinden şirin kasabalar vardır. Tatvan, Adilcevaz, Ahlat, Gevaş… Van Gölü etrafında bir dizi inci misali sıralanmıştırlar.
Van Gölü kıyıları tatlı bir güneş altında sere serpe, kimseyi umursamaz bir edayla yatarlar. İncecik kumlu, tertemiz kumsallardır buralar. Işıkları göle vurmuş güzel kent Tatvan… Tatvan, Van Gölü’nün batısında yeşillikleriyle bir cenneti anımsatan güzel bir kenttir. İstanbul’u Tatvan’a ve daha da uzaklara bağlayan demiryolu burada biter, fakat bitmez. Van Gölü’nde yüzen feribotlara bindirilip karşı kıyıya, Van’a geçilir oradan da Acem diyarına.
Doğuda en güzel yollar, Van Gölü’nü çevreleyen yollardır. Gölün kıyılarını izleyen yolda yapılan bir yolculuk harika izlenimler bırakır hafızalarda. Her dönemeçte ayrı bir estantene çıkar karşınıza. Bin bir rüya masalındaki gibi, her yolculuk ayrı bir hikâye gibi gelir insana. Gölü çepeçevre kuşatan dağların doruklarında gelin duvağını andıran karlar, yaz kış bizi selamlar o yüksek tepelerden. Günün her saati değişir gölün suları: Yeşil, mavi… Altın suyuna batılmışçasına yaldızlı, ışıl ışıl.
Güneş, Süphan Dağı eteklerinde batmaktadır. Van Gölü’nün kıyılarında akşam olmaktadır. Serin yeller eser, suları yalayıp geçerken güne inat. Sahile vurur dalgalar. Yakamozun göle düşmüş ışıklarını uzata kısalta gezinir gelir. Yalnızca dalga sesleridir, sessizliği bozan. Böylesine sessiz, huzur vericidir, Van geceleri… Güneş doğmadan kalkıp, sabahın serinliğinde dirileşip doğuya döndürelim gözlerimizi. Dünyanın hiçbir yerinde böyle taze, böyle nefes kesici doğamaz güneş. Bir kızıllık kaplar pamuksu bulutları. Solan dalgalarla çırpan göğe uyup kızarır. Bir ateş yumağı gibi aydınlatır ortalığı. Doğu illeri aydınlanır güneşle birlikte. Doğu güneşinin yakıcılığı bile rahatsız etmez insanı. Serin suların koynuna atlayası, giderek ıslanan kumlara gömülesi gelir insanın hiç çıkmamacasına. Ve gölü çepeçevre saran karlı dağlara baka baka bütün yorgunluk akar gider kumlara. Alıp götürür gölün turkuvaz mavisi… Yazları kadar kışları da ayrı bir kapıdır, sımsıcak kalplere açılan. Bu şirin memleket gibi, insanları da karşılar sizi tüm misafirperverlikleriyle…
Doğunun kar altında yarattığı soğuk, sert ve dondurucu, bir o kadar da büyüleyicidir. Doğaya çöken o sessizliği, ağaçların dallarında tutunmayı başaran karın gözlerimize çizilen resmi tamamlıyor. Kış, cam parlaklığındaki Van Gölü’nün etrafına karlarla kaplı manzaralar yaratıyor. Kışa rağmen güneş hiç eksilmez bu kentte. Yaz kış apaydınlık olur gökyüzü. Selamını gönderir bize içimizi ısıtır. Birden çok aşkların yaşandığı, masalların yazıldığı diyarlar gibi burada anlatılır hikâyeler.
Sevip de kavuşamayan aşıkların yakarışları yankılanır kulaklarımızda. Ta uzaklardan bir çan sesi duyulur. Akdamar Adası… Bu adanın sözü edilir de hikâyesi anlatılmaz mı? Bir sevi ateşinin alev alev yandığı kara düşünceli, hoşgörüsüz bir kişinin eliyle bu aşkın söndürüldüğü Akdamar Adası unutulur mu?
Baharda çiçekleriyle bir düğün alayına çeviren badem ağaçlarının bulunduğu, göğünde martıların çığlık çığlığa uçtuğu, havası ve suyunun insanın canına can kattığı adada yaşayan papazın güzel bir kızı varmış. Adı Tamara. Tamara’nın güzelliği dillere destanmış. Dillere destan olup da karşıdaki Müslüman köyün çobanı Mehmet bunu duymaz mı? Bir gece Tamara’yı kıyıda yüzerken seyretmiş. Bir ateş düşmüş yüreğine. Aşk bu din ayrılığı dinler mi? Konuşa anlasa Tamara’nın gönlünde de hiç yaşamadığı duygular uyanmış. Ilık ılık bir şeyler akmış gönlüne. Geceleri buluşmaya başlamışlar. Adanın kıyısında Tamara mum yakar, Mehmet de ışığı takip ederek kıyıya doğru yüzermiş. Güzel günler sürüp giderken Tamara’nın babası fark etmiş bu gizli buluşmaları. Kara giysiler içinde, kara sakalıyla düşüncelere dalmış. Çareler aramış. Bulmuş da sonunda. Dalgaların iyice azgınlaştığı fırtınalı bir gece Tamara’yı kilitlemiş odasına. Sonra eline bir mum alıp binmiş kayığa. Tamara’ya olan aşkı öylesine güçlüymüş ki Mehmet’in dalgaların dağ gibi devrilip devrilip gelmesi bile yıldırmamış onu yolundan. Atlamış sulara görünce ışığı uzaktan. Saatlerce yüzdüğü halde Tamara’sına ulaşamamış. Elinde mum olan papaz, kayığı gölün tam ortasına sürmüş. Mehmet fırtınadan bilememiş oynanan kalleş oyunu. Yorgun düşmüş. Suları kucaklayan kollarının gücü tükenmiş. Bir gayretle çırpınıp, inlemiş. Ölmeden önceki son sözleri sevdiğinin ismi olmuş. “Tamara… Ah Tamara…” Rüzgâr bu haykırışı dalga dalga manastırda kilitli Tamara’ya taşımış. Bir yolunu bulup çıkmış odadan. Babasının yaptıklarını anlamış. Mehmet’in sularla boğuştuğunu görünce duramamış, o da atmış kendini azgın sulara.
Van Gölü’nün mavi suları mezar olmuş onlara… O günden sonra “Ah Tamara!” haykırışı ad olmuş adaya. Akdamar. Kimi gecelerde rüzgârın sesine kulak verilirse derinden bir ses gelir. Ah Tamara… Ah Tamara…
Yazı: Berna Gönen, fotoğraf: İsmail Şahinbaş
Sırtçantam 1. sayı, Ocak 2005