Temmuz ayının ilk haftası, Tatvan’dan çıkarken, yolumuzu kısaltmak için planlar yapıyoruz. Galiba en iyisi Muş, Varto, Hınıs istikametini kullanmak. Muş – Erzurum yol ayrımına kadar her şey normal görünüyor. En azından yol durumu elverişli. Yıllardır kullandığımız bir yol olduğu için bunu zaten bekliyoruz. Geçmişten bu yana birçok yıkıcı deprem yaşamış Varto’yu Muş’a bağlayan yolun da yeniden asfaltlanmış olabileceğini, hiç yoktan onarıldığını düşünüyoruz ki işte onda büyük yanılgıya düştüğümüzü daha sonra anlıyoruz.
Ancak, geçen yıldan bu yana daha da bozulmuş olduğunu, hiçbir çalışma yapılmadığını gördüğümüzde çok şaşırıyoruz. Varto bir deprem bölgesi ve bir depremde buradaki insanlara yardım nasıl ulaşacak, yaralılar Muş’a nasıl ulaştırılacak diye kendimize sormadan edemiyoruz. Ne var ki, sorularımız cevapsız kalıyor. Planlarımız daha ilk baştan aksayınca moralimiz de bozuluyor, ama yola devam ediyoruz.
Tatvan’dan Artvin’e, oradan Rize ve Trabzon’a bir yol…
Erzurum, gezi programımızda yok, gece burada konaklıyoruz. Ertesi sabah güneş doğmadan yola çıkıyoruz. Günün erken saatlerinde Tortum Şelalesi’ndeyiz. Şelalenin suyu akmıyor. Ünü, susuz olmasından mı kaynaklanıyor diye düşünürken, oradaki görevli haftanın belli günlerinde suyun, sulama amaçlı olarak kesildiğini söylüyor. Bu hali bile etkileyici; derin bir vadiye metrelerce yukarıdan bakan kayalık bir mekân… Yol arkadaşım Mustafa Of (biz ona Mof diyoruz) benim adıma hayıflanıyor. Çünkü yol boyunca anlatıp durmuştu. Üzülmemesini söylüyorum. Daha sonra yeniden gelebilme ümidiyle yeniden yola koyuluyoruz.
Zigana Geçidi eskiden sürücüler için ölüm yoluydu. Şimdi dirim yolu olmuş. Dağda üç şeritli yollar ve tüneller açılmış, yolun sonu ferahlık. Çoruh Nehri’ni seyrederken suyun rengi dikkatimizi çekiyor. Berrak değil gri tonda akıyor. Nehir boyunca birçok baraj inşaatının sürdüğünü görüyoruz. Belli ki, Çoruh’u feda edecekler, fakat elden ne gelir?
Artvin’den Rize’ye
Artvin’e ulaştığımızda ise huzur doluyoruz. Burası adeta bir kartal yuvası, dağın tam tepesine oturmuş, tertemiz bir şehir. Fazla kalabalık değil, tabelasını görmediğimiz için yoldan geçen birine soruyoruz. Yirmi beş bin cevabını alınca bir hayli şaşırıyoruz. Çünkü burada iki fakülte ve bir yüksekokul var.
Artvin’den çıktıktan sonra bitki örtüsü değişmeye başlıyor. Giderek gür ormanlık alanlardan geçiyoruz. Rize’ye yaklaştığımızda, başka yerde rastlanması belki de mümkün olmayan sağanak bir yağmura yakalanıyoruz. Yola devam etmek mümkün değil, silecekler yetersiz kaldığından araçlar yolun kenarında yağmurun dinmesini bekliyorlar. Bereket versin bu ‘tufan’ kısa sürüyor. Şimdi yeşil zamanı, artık tek renk var. Yeşil’e maviyi ortak edebilmenin tek yolu gökyüzüne doğru bakmak. Yeşilin, abartısız her tonu başımızı döndürüyor. Daha sonra gördüğümüz manzara canımızı sıkıyor; arazi açmak için orman örtüsü yer yer traş edilmiş.
Rize’de, kuru fasulyesi ile meşhur lokantalar olduğunu öğrendiğimizde gözlerimiz akşam karanlığında parlamaya başlıyor. Bir lokantadayız, artık midemiz güvende. Garson bize doyumsuz lezzette ayran getiriyor. Kendimi, sormaktan alamıyorum; “Ne ayranı bu?” , diyorum. Garson “yoğurt ayranidur” diyor. “Anladım hangi hayvanın yoğurdundan yapılmış” , diye soruyorum. Garson düşünmeye başlıyor. “İnek yoğurdu” cevabını alıncaya kadar akla karayı seçiyoruz. Bir yandan gülmemek için kendimi zorluyorum, bir taraftan da Mustafa’ya bakıyorum.
Trabzon’un ekmekleri
Gece yola devam ederek Trabzon’a varıyor ve orada konaklıyoruz. Ertesi gün aklımıza ilk olarak Uzungöl ve Sümela Manastırı’nı gezmek geliyor. Ama önce Ganita’da bir çay içmek hiç fena olmaz diyoruz ve planımızı uyguluyoruz. Ganita, Trabzon’un ünlü çay bahçesi, yüksekçe bir yerde kurulmuş, insanı dinlendiren bir konumu ve güzelliği var. Kısa bir çay molasından sonra Ayasofya’yı ziyaret ediyoruz. Burası XIII. yüzyıldan kalma bir kilise. Bir dönem cami olarak kullanılan yapı, 1935’te müze olmuş. Duvar freskleri ve bahçesi çok etkileyici. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra Uzungöl’e doğru yola çıkıyoruz. Mustafa’nın memleketi Çaykara’da duruyoruz. Fırından bir ekmek almak için Mustafa arabadan iniyor. Ekmekleri bütün ülkede nam salmış Trabzon fırınlarını merak ediyorum ve içeri giriyorum. Mustafa bir ekmeği göstererek istiyor. Tezgâhtar “eğer yiyeceksenuz ha puni alun” diyerek başka bir ekmek çeşidini öneriyor. Kendimi dışarı atıyorum. Mustafa’nın kızmasına artık aldırış etmeden kahkahayla gülmeye başlıyorum. Yol boyunca bir yandan ekmeğimizi yerken, bir yandan da Trabzon ekmeklerinin neden meşhur olduklarını öğrenmiş olmanın hazzıyla gülmeye devam ediyoruz.
Uzungöl bir doğa harikası, tarifi imkânsız bir güzelliğe sahip. Neden bu kadar ilgi çektiğini, burayı görünce daha iyi anlıyoruz. Ama bir şey içimizi burkuyor. Uzungöl hızla betonlaşıyor. Mustafa’nın yangın merdiveni ahşaptan yapılmış moteli bana göstermesi bile hüznümü tam olarak gidermiyor. Hava karardığında bile dönmek istemiyoruz. Ama ne çare, bir sonraki gün erkenden Sümela’da olmamız lazım.
Kayalara oyulmuş manastır
Sümela Manastırı, Maçka sınırları içinde ve vadiden yaklaşık 300 metre yüksekte yer alıyor. Kayaların içine oyulmuş manastır halk arasında Meryem Ana olarak biliniyor. Sümela kelimesi siyah anlamına gelen melas sözcüğünden geliyor ve manastırın kurulduğu koyu renkli kara dağlara izafeten verilmiş. Başka bir görüşe göre ise bu isim, manastırdaki Meryem tasvirinin siyah renginden kaynaklanıyor. Sümela Manastırı, rivayete göre Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375 – 395) Atina’dan gelen Barbanas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulmuş. Manastır günümüze gelinceye kadar birçok kere onarılarak varlığını korumayı başarmış. Fakat asıl tehlike günümüzde yaşanıyor. Manastırda flaşla fotoğraf çekmek yasak olmasına rağmen, burada bulunduğumuz birkaç saatlik sürede bu yasağı, kaşla göz arasında ihlal eden çok sayıda kişiye rastlıyoruz. Dolayısıyla insanlık mirasına saygının geçmişte daha iler olduğu biçimindeki düşüncemiz daha da pekişerek oradan ayrılıyoruz.
Dönüş istikametimiz daha içeriler. Bayburt, Gümüşhane yolundan Erzurum’a, oradan Tatvan’a gelinceye kadar ki tek konu Karadeniz’in doyumsuz güzellikleri ve bu güzellikleri yok etmek için adeta seferber olmuş birileri…
Sırtçantam 4. sayı, Nisan 2005