Her zamankinden daha kocaman açılmış çiçekler. Kuşların sesi daha gür çıkıyormuş bu bahar. Kriz kuşların da çiçeklerin de umurunda değilmiş. Bülbüller yarış ediyordu. Büyük olasılıkla aşk şarkılarıydı söyledikleri. Yoksa bu denli etkili olabilir miydi? Sincaplar saklambaç oynuyordu. Bir aşağı, bir yukarı inip inip çıkıyorlardı ağaçlardan. Bütün görkemiyle bir mutluluk şarkısıydı doğada yaşanan. Uzun süre sincapları izledik, bülbülleri dinledik. Otlar, çiçekler topladık. Yemyeşil yapraklara sarınmış, dikenlerini yapraklarının arasına gizlemiş, karamukları da unutmadık. Dikenlerinin batmaması için aksi yönde yapraklarını sıyırdık, ekşi yaprakları avuç avuç yedik. Yedikçe gözlerimize fer geldi. Yüzümüzde gülücükler yer buldu. Hüzün, sıkıntı nereye gitti bilinmez, kayboldu.
Kasabadan epeyce uzaklaştığımızı fark ettik. Güneş iyice yükselmişti. Acıktığımızı duyumsadık. Güzel Anadolu’mun güzel insanları hâlâ tükenmemişti. Bizi gören ilk ev kapısını sonuna dek açtı, sıcacık yüreğiyle bizi kucakladı. Menekşe gözlü bir gelin, rüzgâr hızıyla sofrayı kuruverdi. Taze sağılmış, dumanı tüten süt eşliğinde kahvaltımızı ettik. Kahvaltı sofrası bir çardak altındaydı. Renk renk kelebekler, cıvıl cıvıl kuş sesiydi müziğimiz. Biz, doğanın çiçek ve ot kokusundan, kuş seslerinden, su şarıltısından sarhoştuk.
Kasabaya dönüş yolu bir gömütlüğün kıyısından geçiyordu. Gömütlüğe girince bir bebek gömütü kesti yolumuzu. Üstündeki yazı ilginçti. “Sen, minicik bir tomurcuktun, tohum gibi düştün toprağa. Seni özlüyorum. Annen” yazıyordu. Duygulandık, daha fazla ilerleyemeden oradan uzaklaştık. Kaldığımız eve varınca yorulduğumuzu anladık. Ama bu tadına doyulmaz bir yorgunluktu. Doğanın insan üzerindeki etkisine bir kere daha şaşarak güpe gündüz uykuya dalıverdik.
Geri dönüş zamanı gelmişti. Hikmet öğretmen, topladığı tazecik ısırgan otlarından nefis bir yemek yaptı. Yanına koyduğumuz keçi yoğurdu da cabası. Hem karnımızı doyuruyor, hem de ayrılığın burukluğunu yaşıyorduk. Son anda mukaddes’in oynadığı ‘Cemile’ ayrılık acısına merhem oldu. Çantamıza ısrarla doldurduğu yeşil erikleri de alarak hazırlığımızı bitirdik. Güzelden ayrılmak hiç de kolay değildi. Düş bitmişti. Bizi bekleyen gerçek yaşam kavgasına dönmek zorundaydık. Fethiye yolunun Dirmil’e ayrılan kavşağına ‘Dirmil Makası’ deniyordu. Yirmi kilometre uzaklıktaydı. Oraya varabilirsek, dönmek çok daha kolaydı Antalya’ya. Bir taksiyle anlaştık. Taksici üç maceracı kadını görünce şaşkınlıkla gülümsedi. Bize yolda her ağacın, her tepenin öyküsünü anlatarak, üstümüzdeki etkisini ölçerek keyifle sürüyordu taşıtını. Dirmil Beli’ne gelince “Siz hiç sümbül topladınız mı?” Diye soruverdi. Özellikle ben, sümbül aşığıydım. Ama yalnızca Dirmil dağında yetişen, çok zor bulunan ‘Beyaz Sümbül’ü bulmak hayli zordu. Taksici “Bu yıl yağışın bol olmasından dolayı sümbül de çok bol ve yakında” dedi. Yerini kendisinin de bildiğini övünçle anlattı.
Gerçekten de sümbül oldukça boldu. Mis kokusunu rüzgâra savuruyor, nazlı nazlı salınıyordu. Hazine bulmuş kaçakçı gibi saldırdık, birer kucak dolusu sümbül topladık. Her şey rüya gibiydi. Mutluluk bu olmalıydı. Sedir ormanlarına el sallayarak, coşkulu türküler söyleyerek, bu tür gezileri yineleme sözleri vererek, Antalya yoluna düzüldük. Dilimize takılıp kalan bir Dirmil türküsüydü. “Kahpe gençlik geçiverdi yel gibi. Tadı damağımda kaldı bal gibi” diye.