Gün hesabı vardır bizim oralarda, büyüklerimiz hala gün hesabıyla başlayan cümleler kurar. Doğayı buna göre zamana böler, mevsimleri buna göre hesaplar. Kendini bu zamanlara uydurur, bütünleştirir.
Rakamsal tarihler yoktur, çocukların doğumu bile “halı dokurken, koçlar sürüye katıldığında, harman zamanı” gibi kendi içlerinde belirli dışarıdan bakıldığında ise belirsiz vakitlerdedir.
Bu vakitlerden biri de sonbahardır.
Yani gün hesabı takviminin yılsonunda yer alan, soğukların başladığı, yavaş yavaş evlere çekilme hazırlıklarının yapıldığı, sanki hiç bitmeyecek zannedilen bir kışın gelip kapıya dayandığı, kırlangıçların göçtüğü, yaşlıların ömrün son demlerine benzettiği, tabiat ananın ise tüm sıcak renklerini önümüze serdiği güzide sonbahar ya da güz ve yahut hazan.
Artık otomatikleşen hayatlarımızdan biraz uzaklaştığımızda, düşen yaprağın, grileşen bulutun, yağan yağmurun altına kendimizi öylece saldığımızda, sonbaharın aslında son olmadığının farkına vardığımızda “her sonun daha güzel bir başlangıç olduğunu” anladığımızda, mesela Yedigöller’deki göllerden birinin yamacına oturup gövdesine yaslandığımız kestane ağacının yapraklarını nasıl özenle ve incitmeden rüzgâra teslim ettiğini, rüzgârın onları kırmadan örselemeden nasıl suya indirdiğini izlerken, son değil ‘çok bahar’ diyesi geliyor insanın.
Her şeyi bitiren değil, tam tersine yeniden varoluş için koruyan, kollayan tüm bunları büyük bir sessizlik içinde yapan, sonra ilkbaharda, yani kıştan sonraki o neşeli, coşkulu cümbüşte, ağaçlardan, topraktan, kovanlardan, oyuklardan, inlerden, ağıllardan, doğanın çoğaltabildiği tüm kaynaklardan bolluk ve bereketle fışkırtan bir mevsim nasıl son olabilir ki.
Simsiyah bulutların ardında da kalsa mavi gökyüzünün, güneşin, yıldızların, ayın hep orada olduğunu bilen insan, doğayı nazikçe örten bir baharın son olduğuna nasıl inanır ki…
Son değil,
Çok baharlar olsun…
Hoş geldin ‘çok bahar’
Canan Yıldırım Sayak