SIRT ÇANTALININ UZAK YOLCULUĞU: KRABİ

Çok uzaklarda Uzakdoğu’da, doğa güzelliği iklimi, güler yüzlü sıcak insanları (yalancı gülümsemeleri ile sizi yolmaya hazır bazı satıcılar hariç), lezzetli yemekleri ve tarihi yapılarıyla ünlü, gelirini turizmden sağlayan güzel bir ülke Tayland.

Olağanüstü manzaralarının ve Kuzey Yarım Küre’de kış hüküm sürerken, sonsuz bir yaz ikliminin tadını çıkarmak isteyen turistlerin akın akın gittiği bu uzak ülkeye, günde iki kez yapılan Türk Hava Yolları’nın tarifeli uçuşu ile Türkiye’den kolayca ulaşılabiliyor. 2012 Ocak ayında Tayland’ın Krabi yöresinde bir yaz tatili yaptık ve öyküsünü aşağıda aktardım. Yöre özellikle doğa sporları açısından çok çeşitlilik sunuyor. Başta kaya tırmanışı, cangıl trekking, kanyoning yapılıyor. Ama ille de sporcu olmak şart değil, yöreye sadece güzellikleri görmek için de gidiliyor.

Bangkok-Krabi tren yolculuğu

Daha önceden tapınakları, sarayları, yüzen pazarları gibi gezilecek yerlerini görmüş olduğumuz Bangkok’da aşırı yoğun trafiği, taksimetre açmayan ve gideceği yere göre müşteri seçen şoförleri yüzünden bu kez uzun kalmadık, iklime ve yerel saate alışmak açısından sadece bir gün ve bir gece kaldıktan sonra, şehrin ana terminali olan Hua Lamphong Tren İstasyonu’na geldik. 20. yüzyıl başı Avrupa’da çok moda olan tonozlu çatı mimarisi ile dikkat çeken bu istasyona şehirden metro ile ulaşılabiliyor.

Akşam saatlerine doğru, güneye giden trenimiz hareket etti. Ama beş dakika gitmeden bir kanalın üzerindeki köprüde durdu. Trende yapılacak en anlamlı iş dışarıyı seyretmek olduğundan, etrafı seyre koyuldum. Şehir merkezindeki metropoliten modern yapılaşmaya tezat kanalın kenarında paslı teneke çatılı, birbiri üzerine çıkmış birer odadan oluşan bir gecekondu türü yerleşim vardı. İnsanlar sokak bile sayılmayacak daracık mekânlarda leğenler içinde bulaşıklarını, çamaşırlarını ve çocuklarını yıkıyor, günlük yaşam aktivitelerini sürdürüyorlardı. Kanaldan süratle geçen yolcu motorlarının nehir suyunu sürekli çalkalandırıyor, dalgalandırıyor olması, havadaki enerjiyi daha da artırıyordu.

Tren hareket etti, çok gitmeden tekrar durdu. Bu kez tren yolunun kaçak baraka yapılmasına bile olanak vermeyen boşluk alanında horoz döğüşü için horoz yetiştiren insanların kümeslerinin önünde durduk. Bir adam horozunu ayaklarından kavramış, yüzünü yüzüne yaklaştırmış, onunla konuşuyor, muhtemelen akşamki dövüş için onu motive edici bir şeyler söylüyordu.

Neredeyse iki saat boyunca tren Bangkok varoşlarından bir türlü çıkamadı. Bazen karşıdan gelecek treni bekliyorduk ama çoğunlukla neden olduğunu anlayamadığım beklemeler yaptık, ağır seyrettik. Bu süre boyunca, gecenin siyah örtüsü manzarayı iyice örtüp görünmez yapıncaya kadar, dışarının bakımsız görüntüsü hiç değişmedi; tersine yol boyuna atılmış moloz ve çöp tepeleri gittikçe çoğalıyordu.

Bu anlattıklarımdan üçüncü dünya gördüğünde dudak büken kibirli bir Batılı turist bakış açısını yansıttığım sanılmasın. Yazarınız çok gezen bir seyyah olarak; gezdiği yerlere, kültürlere yukarıdan önyargılı ve kibirli bakmamayı öğrenmiştir, gezdiği her yöre ile barışık olmanın önemini bilir. Ama sonuçta bu yazı dürüst olacaksa, sadece güzel şeylerden bahsetmek olmazdı. Zaten bu özünde iyilik olan halka yukarıdan bakacak olanlar kötüdür. Tay’lar kibar, nazik, güler yüzlü ve sakin insanlar. Kimse kimseyle itişmiyor, o rezalet trafikte didişmiyor, klakson bile çalmıyor, kimse kimseyi bakışları ile taciz etmiyor. Turizmin bozduğu kurnaz satıcılar haricinde saf ve iyiler. Varoşların viranlığına dönersek, buradan alınacak ders; ‘Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar!’ paradoksu gibi. Acaba bunca viranlık, rastgele atılmış çöplerin içinde yaşamak yoksulluk nedeniyle mi? Yoksa refah eksikliğinin nedeni; tertip, düzen ve mimari idraklerin yoksunluğu mu?

Gece boyu küçük yerleşim yerleri dışında genellikle ay ışığı bulutların arkasından sıyrıldığında yaprakları ıslakmışçasına parıldayan yağ palmiyeleri plantasyonları içinden seyrettik. Göreceli konforu olan bir kuşetli kompartımanımız vardı ama ben yolculukta uyuyamam. Temiz çarşaflar ve yastık bile beni uykuya alamadı, kafamı dışarıyı görecek şekilde yerleştirip, gece boyu uzaklarda çakan şimşekleri, geçtiğimiz beyaz soluk aydınlatmalı kasabaları izledikten sonra, sabaha karşı Surat Thani İstasyonu’nda trenden indik.

Bir bezirgân bizim gibi yolcuları topladı, eski bir minibüs içinde yarım saat ötelerde nehir kıyısında salaş bir terminale getirip bıraktı. Her yaştan(!) sırt çantalı gençlerden oluşan bir kalabalıkla birlikte bir şafağın ilk ışıkları görününceye kadar bekledik. İskeleye indim, nehir geniş ve durgundu. Üzerimizdeki dev mango ağacında bir kuş sabahın haberini verdi. Sonra kirş ölçüde ışıklı bir otobüs geldi, Samed Adası’na gideceklerin dışındakiler bu otobüse bindik ama yanlış olan, elimizde Bangkok Tren İstasyonu’nda aldığımız Surat Thani – Krabi bileti olmasına rağmen, bizden ücret aldılar. Bunu bir turizm bürosu bulunca şikâyet etmeliydim ama nedense biletlerimizi aldıklarından, elimde savunacak bir şey olmadığını sonradan fark ettim. Neyse gün yavaşça ağardı, manzara gittikçe güzelleşirken biz sonunda Krabi yakınlarında yine salaş ve kaçak gibi görünen bir terminalde indirildik.

Düzen böyle idi demek. Eğer bizi Krabi merkezde bırakmış olsalardı, merkezi ve toplu taşıma ile çok uygun fiyata Krabi’nin sahili olan Ao Nang’a gidebilirdik. Zaten bir grup genç biraz tartıştıktan sonra çantalarını yüklendiler, sonradan iki km ötede olduğunu anladığımız kasabaya yollandılar. Bu ayrıntılar acaba Lonely Planet kitapçığında yazar mıydı? Önceden edinip okumak gerekirdi belki de! Neyse sekiz – on kişiyle paylaştığımız halde iki kişi toplamı bir taksi parası ödediğimiz araç otelimizin önüne bıraktı da rahatladık.

Krabi-Ao Nang Plajı

Otelimizde biraz dinlendikten sonra, kasabayı keşfe çıktık. Ao, Nang Krabi bölgesinin turistik merkezi. Geniş güzel beyaz kumsalı olan bir koyun çevresinde gelişmiş. İnsanların akşam saatlerinde gün batımını izlemek için doldurduğu gündüzleri yerlilerin ağaçların gölgesine sığındığı minik bir promenadı var ama Nice’in sahil yolu gibi sanılmasın, üç kişinin ancak yan yana yürüyebileceği bir yol. Sonra daracık bir cadde ve lokantalar, hediyelik eşya satıcıları, masajcılar ve günübirlik gezi organizatörlerinden oluşan ön planın arkasında oteller ve bir kulüp var. Otellerin hemen arkası ormana yaslanıyor. Orman yönüne doğru, her yerde tsunami kaçış yönünü gösteren tabelalar var. Koyun, kuzey ve güneyindeki her iki ucunda denize plajı olan daha lüks sınıfta oteller bulunuyor.

Plaj resim açısından, görünüş açısından çok güzel olmasına karşın hemen farkedildiği gibi suya girmek, yüzmek için pek kullanılmıyor ve büyük olasılıkla otellerin ve kasabanın yeterli bir atık su sistemi bulunmuyor ve denize atık karışıyordu!

Zaten tatilcilerin tümü, her gün sabahtan itibaren plajın orta yerinde motorlara binip, uzaklarda görünen yerleşim olmadığı için denizi pırıl pırıl adalara gidiyorlardı. Ao Nang Plajı’na belki de otantikliği bozulmasın diye bir iskele de yapılmamıştı! Özellikle alçak gelgitte deniz iyice çekildiğinde bir merdiveni bile bulunmayan bu teknelere inip binmek bilhassa kadınlar için çok zor oluyordu. Her bindiğimde, eşim için merdiven istedim; tepki vermediler, anlamaz gibi yaptılar!

Ao Nang’de yemek konusunda fazla gelenekçi değilseniz aç kalmazsınız. Yemek çok ucuz. Adet olduğu üzere, yerli halkında girdiği ve kalabalık olan restoranlara gittik. Thai mutfağı ve Çin mutfağından yemekler yedik. Lezzet ve fiyat açısından eşi bulunmazdı. Bir tabak yemek genellikle 100 Baht civarındaydı. Yani 3 Dolar karşılığı pad, Thai gibi yerli yemeklerden veya kızarmış pekin ördeği tabağı yiyebiliyordunuz. Bu fiyat otelimizin restoranında bile en fazla 150 Baht yani 5 Dolar’a çıkıyordu. Yemek gerçekten ucuz olmalıydı; çünkü kıyasla, yemeğin yanına ısmarladığınız bir kutu kola veya buzlu çay da aynı fiyatla geliyordu. Çin mutfağına aşina olanlar için Tay yemekleri yabancı gelmiyor, daha hafif, sulu, daha az baharatlı. Genelde pirinç bütün Uzakdoğu’da olduğu gibi haşlanmış olarak ekmek yerine tabağa ekleniyor. Biz genellikle kızarmış pirinç denen ve bizim pilavımız gibi yağda kavrulduktan sonra pişirilen bir türünü, üzerinde deniz ürünleri, tavuk veya dana eti parçaları ile aldık.

Alışveriş bildiğiniz gibi biz Türklerin olmazsa olmazıdır. Genelde birbirinin aynı dükkânlarda, her marka çantanın ve saatin kopyadan da öte benzeri, replikası satılıyor. Pazarlık serbest, size söyledikleri fiyatın üçte birini teklif ediyor ve genelde yarı fiyatına anlaşıyorsunuz. Taklitle işim olmaz diyenler ise uzman gözlükçülerden alışveriş yapabilir ve örneğin titanyum çerçeve bir gözlüğü numaralı kaplamalı camıyla birlikte 150 Dolar karşılığı bir paraya yaptırabilirler. Batılı turistlerin ise eski usul tüccar terzilerde ısmarlama, provalı takım elbise ve törenler için smokin diktirdikleri görülüyordu. Krabi tatiliniz için elzem olan alışverişiniz ise, başta eşyalarınızı deniz suyundan korumak için su geçirmez bir özel lastik çanta, kameranız için su geçirmez bir kılıf, şapka ve bir plaj hasırı. Bunlar olmadan uzun kuyruklu denilen motorlara binmeyin. Andaman Denizi’nin dalgaları ıslatıyor, adalarda ani sağanak yağmurlarına yakalanıyorsunuz; pasaportunuzu, cüzdanınızı riske atmayın!

Bu arada sosyal kültür açısından bir not eklemeliyim; Krabi’de yerli halkın içinde Müslümanların sayısı çok. Resepsiyondaki veya bilet acentesinde pasaportunuzdaki ay yıldızı gören görevli ay yıldızı parmağınla okşadıktan sonra, mutlulukla size ‘selamünaleyküm’ selamı veriyor, karşılığını alınca işinizi daha güler yüzle ve candan yapıyor!

Krabi-Adalar

Ertesi gün adalara gidiyoruz. Sabah erken saatte deniz çekilmiş, dizlerimize kadar sular içinde tekneye yürürken daha yola çıkmadan ıslanıyoruz. Önce en uzak olan Phi – Phi Adaları’ndan başlamamız önerildiğinden, o otantik ahşap yapılı uzun kuyruk motorlarla değil de, beş yüz beygir motorlu sürat tekneleri ile gidiliyor. İlk durağımız Bambu adası. Milli park statüsünde cennetten bir köşe. Bütün diğer adaların plajları gibi sarı-beyaz, un kadar ince mercan kumu, üzerindeki deniz suyuna turkuvaz renk kazandırıyor. Bir saat konakladığımız bu adada sırtımızı Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesine verdik, hasırımızı sıcacık kumların üzerine yayarak keyif yaptık, ılık Andaman Denizi’ne girdik. Sonraki durağımız Phi Phi Lay Adası’ydı. Bu adalar yemyeşil tropik ormanlarla kaplı, dik kayalık adalar.

Çevrelerindeki daha küçük ama dik silindirik şekilde denizden fırlayıvermiş gibi gözüken kireç taşı adacıkların alt kısımlarını deniz oymuş, bazen devrilecekmiş gibi görünen mantar şeklinde bir form oluşmuş. Usta kaya tırmanıcılarının dışında üzerine çıkılması mümkün olmayan bu adacıkları eskiler ünlü bir James Bond filminde aralarında sürat teknesi ile kovalamaca yapıldığı sahneden hatırlayabilirler. Sonraki durağımızda, Viking Mağarası denilen bir mağaranın önüne getiriyorlar. Gerçekte Vikingler buraya kadar gelmemişler doğal olarak ama mağaranın derinliklerinde bulunan, Neolitik devirden kalma ve Viking gemilerine benzer bir gemi resmi yüzünden, bu isim verilmiş.

Mağaranın girişinde ise yüksek mağara tavanına uzanan ve birbirine uyduruk gibi duran iplerle bağlanmış gibi görülen ve her an devrilecekmiş gibi duran korkutucu bambu merdivenler, muhtemelen akrobat gibi yerliler tarafından yukarı tırmanmak için kullanılıyor.

Çin mutfağında çok kıymetli olan, ünlü kırlangıç yuvası çorbası yapılan yuvalarının toplandığı yerlerden birisiydi bu mağara. Kırlangıçların tükürükleri ile yaptıkları bu yuvalar Hong Kong ‘da neredeyse altın ile eşdeğer fiyatta satılıyor ve jelimsi kıvamda çorbalar yapılıyordu. Buradan ayrıldıktan ve lacivert renkli kristal suları olan lagünlere ve koylara uğradıktan sonra, Leonardo di Caprio’nun oynadığı ‘Beach’ filmi ile ünlenen Maya Plajı’na geldik. O filmdeki eşi olmayan cennet parçası koy şimdilerde yoğun ziyaretçi trafiğinden Menekşe Plajı’na dönmüş. Tekneniz sizi sahile bırakıyor, yirmi dakika sonra gelip alacaklarını söylüyorlar, çünkü başka tekneye yanaşmak için yer gerekli. Turistler tek sıra, filmde görülen kulübelerin önünden geçip arka sahildeki gizli havuzun kenarından diğer koya bakıp dönüyorlar. Dikkat çekmek için merdivende bekleme yapıp, gelini veya kızı ile malzeme alışverişi yapmaya kalkan Rus babuşka azar yiyor! Herkesin zamanı kısıtlı!

Bir sonraki durağımız Maymun Adası. Tekne burada yarım saat mola veriyor. Mango ve Hindistan cevizlerinin gölgesinde nefis bir plaj. İnsanlar şebek maymunları ile bir arada hasırlarına uzanmışlar, sessiz ve dingin bir anın tadını çıkarıyorlar. Bir salıncak bulup eşimi oturtuyoruz, ben manzarayı panaromik görmek için denize giriyor, plaja az açıktan bakıyorum. Aniden sükûnet bozuluyor, çığlıklar işitiliyor. Bir maymun hasırında yatan insanların çantasına mı yoksa ellerindeki bir şeye mi saldırmış, insanlar kaçışıyor. Kenara çıktığımda bir genç kadının ağlama krizine tutulduğunu, arkadaşlarının da onu yatıştırmaya çalıştıklarını görüyorum.

Bu adalarda yerleşimin olduğu ana ada olan Phi – Phi Don Adası’na yemeğe gidiyoruz. Tamamen yerel Tay yemeklerinden oluşan bir mutfak, açık büfe. Biz yediklerimizi çok sevdik, sonradan kibarlık yapıp biraz daha almadığımız için pişman olduk. Kalan dakikalarımızda, aynı bizde okunan bir makamda okunan ezan sesinin geldiği yere doğru yürüdük, otellerin arasında süslü bir mimari ile yapılmış bir cami gördük.

Bu cennet ada 2004 depremi sonrası tsunamisinde çok zarar görmüş, kıstağın bir tarafından vuran dalgalar önüne gelen yapı ve insanları diğer tarafa süpürmüş. Yine her tarafta ‘deprem sonrasında vakit geçirmeden bu yolu takip ederek yukarılara gidin!’ şeklinde ikazlar okuyoruz. Bugün ki son durağımız bu adanın diğer yüzündeki denizin berrak, beslenmeye alışkın güzel balıkların akvaryum gibi etrafınızda yüzdüğü Hin Klang. Burada gezginlerden isteyenlere şnorkel dağıtıldı. Suya girdik, tekneden denizi ekmekle yemlediler, Nemo benzeri sayısız mercan balığı çevremizi doldurdu.

Hemen yüz metre ötedeki, bir duvar resmi mükemmelliğinde, beyaz kumsallı, denize eğilmiş Hindistan cevizi ağaçlarıyla, tropikal fantazileri kamçılayan bir plaja doğru yüzdüm. Dönüşte ani bir sağanak bastırdı. Teknede, bora denilen rüzgârla yağan yağmur üstümüzdeki tentenin bir tarafından girip diğer tarafından çıktığı için herkes ortada kümelendiğinden, balansı önemli olan tekne yola koyulamadı. Soğuktan tir tir titreyen ıslak rehber, kalabalığı oyalamak için orta bir yerde; maşet denilen bir pala ile ananas ve karpuz doğrama sanatı gösterisi yaptı.

Bir saat geçti şaşılacak şey, yağmur hiç hız kaybetmeden devam ediyordu. Ilık deniz suyunun aksine bu uzun süreli yağmur soğuktu, herkes üşüyünce gitmek kararı alındı. Yolcular yağmur altındaki yerine geçti, son sürat tekne dönüş yoluna girdi. Kuru olan, ıslanmayan bir kişi yoktu, hele gidiş yolunda burun tarafında oturup da manzaranın keyfini sürenler şimdi göz gözü görmeyen sağanağın içinde kirpi gibi büzülmüş, dalgalarda yerlerinden fırlamamak için mücadele ediyorlardı. Biz arkadakilerin durumu onlarda pek de iyi sayılmazdı. Üstüme attığım plaj havlusunu ikide bir sıkmak zorunda kalıyordum. Tropik iklimde kimin yanında yağmurluk ve rüzgârlık olurdu ki?

Sonraki gün daha sakin bir gün geçirmeye karar verdiğimizden, bu kez o otantik long- tail ahşap teknelere binip, daha yakınlardaki Poda Adası’na gittik. Yerleşimi olmayan ama içinde küçük bir lokantası ve arka planda bakıcıların yerli evleri olan kumsalı beyaz mercan kumu, denizi zümrüt yeşili;  yaklaşırken kendisi, hem de plajda güneşlenirken (gölgelenirken!) seyir manzarası eşşiz bir ada. Hele plaja ayak bastığınız yerde lacivert denizin üzerinden yükselen çıkılması imkânsız küçücük bir adacık var ki, arka plandaki öğleden sonra yağmurunun habercisi bulutlar ve karşı sahillerin kayalıkları ile birlikte izlenmesine doyum olmayan bir manzarası var. Alçak gelgitte gelmişseniz, keşif için sağa doğru yürüyüp, plajları geçtiğinizde; yakınlarda plajları ile ünlü Tub Adası’nı ve tuhaf kaya yapısı ile bir hindiyi andıran Chicken (piliç) Adası’nı görüyorsunuz. Plajın iç kesiminde yüksek kaya duvarına kadar olan bir kaç yüz metrelik düzlük ise Hindistan cevizi palmiyeleri ile kaplı. Karmen kırmızısı çiçekleri ile tropiklerde bile çok nadir bir ağaç olan ‘ateş ağacı’ gördüğümden, bir çiçek koparmak için içerilere yürüdüm ama gördüğüm çöp dağlarından tırstım. Anlaşıldığı kadarıyla, düşüncesiz tatilcilerin getirip de geri götürmediği çöpleri toplayan görevliler, bunları ana karaya götürmek yerine buraya yığmışlar! ‘Her güzelin bir kusuru olur!’ denir ya.

Railay Plajı’nda sakin günler

Bir sonraki gün ise toplanıp, daha macera ve doğa içinde olan Railey Plajı’na, daha spesifik olarak söylemek gerekirse Tongsai Plajı’na, yine uzun kuyruk tekneye binerek geçtik. Bu yörenin karadan ulaşımı yoktu. Olmaması, bölgenin daha az mamur ama daha doğal kalmasını sağlamıştı.

Biz valizimizi Ao Nang’da emanete bırakmış ve aynı diğer sırt çantalılar gibi gelmiştik. Bu nedenle tekneye inip binmek, diğer ucunda indirildiğimiz plajı boydan boya yürümek, resepsiyonu sahilde ama kendisi çok içeride olan bungalov otelimize kadar doğanın içinden yürümek hiç sorun olmadı!  Aslında doğrusu ya sorun olmak üzereydi. Resepsiyonu geçip içeriye otele yöneldiğinizde önce birkaç yüz metre, bir tarafı orman diğer tarafı mağaralarla, sarkıtlarla dolu baş döndürücü bir kaya bloğunun dibinden, bir orman patikasından yürüyordunuz. Yanınızdaki bir derenin göllenmiş havuzunda maymunlar yüzüyor, oyuncu maymunlar onlarca metre yüksekten ağaçlardan dereye şlap diye atlayıp oyun yapıyorlardı. Oyun yaşı geçmiş büyük iki maymun ise, yolunuzun üzerinde durmuş: ’bunlardan bize bir yiyecek çıkar mı?’ diye düşünürken, ‘Bunlar bize zarar verir mi?’ diye endişelenen eşimin: ‘Nasıl bir yere, otele geldik!’ diye söylenmeye başlamak üzere olduğunu hissediyordum.

Neyse bir tahta köprüyü geçtikten sonra, mamur bir otel bahçesine girdik; yerler taş döşeli, gece için ayak hizasından aydınlatmalı, konaklama üniteleri sevimli bungalov evlerinden oluşan bir oteldi bu. Odalar temizdi, terasta oturduğunuzda orman havasını kokluyor, sesini dinliyordunuz. Ayrıca nasıl bir önlem aldılarsa, hırsız maymunlar, otel alanına hiç girmiyorlardı. Sahilde hepsi oldukça salaş sayılacak bir restoran, kafeler, internet kafe, masajcı ve market market vardı. Kafelerde masa sandalye yerine minderlere yaslanıp ayaklarınızı uzatacağınız ahşap platformlarda uzanılıyordu. Zaten başınızın üzerindeki tırmanıcıları sırtüstü yatmadan izlemek, boyun ağrısı yapardı! Bu bölge için kaya tırmanışçılarının Mekke’si denilmişti.

Dünyanın her yerinden her yaştan kaya tırmanış sporcuları, bu koy ve çevre koylardaki olağanüstü zorluktaki tırmanış parkurlarında tırmanış yapıyorlar.10 ve 11 zorluk derecelerine kadar serbest tırmanış parkurları var. Günün her saatinde karınca misali sporcular sessizce daha yukarı, yükseğe doğru mücadele ediyorlar, sadece güçleri tükendiğinde veya parkuru bitirdiklerinde, aşağıdaki emniyeti tutan partnerine seslendikleri çığlıkları işitiliyor.

Plajın sol tarafındaki plajda bir ağaç gölgesine hasırımızı seriyor, sakin bir sahil günü yaşamaya başlıyoruz. Yüksek gelgit nedeniyle okyanus ayağımıza kadar gelmiş. Sıcak kaya tırmanıcılarını hiç engellememiş, kayalar insan dolu.

Ben yan gel yat tatilcisi değilim ne yazık ki! Plajın doğusundaki Railey Plajı’nı merak ettim. Resepsiyonda sabah alçak gelgit zamanı denizden yürüyerek geçebileceğimi söylemişlerdi. Ama dağdan geçişin mümkün olup olmadığını görmek istedim. Baktım benim gibi düşünenler olmuş. Bir genç kadın sekiz-on metre tırmandıktan sonra donup kalmış sessizce ağlıyordu. Erkek arkadaşı ise daha yukarıda düzlüğe ulaşmış bir şey yapmadan onu seyrediyordu. Kadına ‘Yardım edebilir miyim?’ diye sordum. ‘Yes, please!’ diye inledi.

Elini ayağını nereye koyacağını, nereye tutunacağını göstererek onu aşağı indirdim. Tekrar yukarı çıktım, kıza yardım etmeyip seyreden arkadaşına: ‘Geliyor musun?’ diye dedim, ‘yok’ dedi; devam ettim. Az ilerde iki Japon ile karşılaştım, tırmanmaya gerek yokmuş, emekleyerek girilen bir mağaradan buraya geçilebiliyormuş. Yaklaşık on beş dakikalık orman içi bir tırmanma ve inişin ardından Railey Plajı’na indim. Bu plaj daha geniş, sadece sporcuların kaldığı değil, konforlu otellerinde tatilcilerin kaldığı her iki yanı yüksek kayalıklarla kapalı bir plaj. Doğudaki dağın orta yamacında bir mağara var, diğer ucu dağın arka yüzüne ulaşıyor. Buraya trekking, tırmanış, mağaracılık ve sonrasında kanoing ile dönüş yapılan kombine bir tur yapılıyor (Eşimi bütün bir gün yalnız bırakmak istediğimden kaldığımız süre içinde bunu yapamadım).

Dönüşte, Tongsai ile Railay plajları arası keşfimi denizden tamamlamak istedim. Eğer daha kısa ve kolay ise, ertesi gün kolay olanını tercih ederdik. Ama denizden yüzerek geçmek sanıldığı kadar kolay değildi. Anladığım kadarıyla dağ yamacından ormandan geçen o zor patika en kısa yoldu, denizde yüz yüz, bir türlü burunu dönemiyordunuz! Yarı yola doğru güçlü kulaçlarla bir denizkızı geldi, yanımdan geçerken: ‘Hayrola, böyle nereye?’ diye sordum.

‘Railay Plajı’nda oteller çok pahalı, şansımı Tongsai Plajı’nda deneyeceğim’ dedi. Viyana’da bir pasta hanede garsonmuş. ‘Rafine pasta, kahve ve Mozart!’ diye takıldım. ‘Eskisi gibi değil!’ diye cevapladı. Ona bizim otelin arkasındaki ormandaki ağaç evleri tarif ettim. Bir süre sonra plajda ağaç altında uzanmış dinleniyorum; baktım Viyanlı denizkızı geçiyor, seslendim: ‘Nasıl, otel buldun mu?’ ‘Evet, teşekkür ederim’ diye cevapladı.

Eşim kızgın söylendi: ‘İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyor, hemen güzel kızlarla arkadaş oluyorsun!’ diye terslendi (Aslında çekingen ve utangaç tabiatlı olduğumdan, bu tespit beni keyiflendirmedi değil!).

Krabi’de bu mevsimde diğer gezginler çoğunlukla İskandinavlar ve diğer Kuzey Avrupalılar. Railey Plajı’nda kucağında henüz dört aylık bebeği ile dolaşan Norveçli genç çiftin bebeği ile ilgilenen Gülten sakin tabiatlı bebeğe sürekli ‘Ce!’ muziplikleri yapınca, genelde mesafeli olan bu İskandinavlarla irtibat kurduk. Çift bebeklerini soğuktan kaçırmak için bu kışı buralarda geçireceklermiş! Daha öncesi buraya gelmeden iki ay Avustralya’da dolaşmışlar. Bizim kısa periyotta neler yapalım tarzı yoğun planlarımızın yanında, otelde sanki sıradan bir ev yaşamı ritminde bir düzen kurmuşlar, yaşıyorlardı.

Öğle yemeği için sahile bir long – tail bot yanaşmıştı. Bu bir seyyar yemek teknesi olup, ateş üzerinde vok tavada sizin için hemen oracıkta pişiriverdikleri Tay ve Çin yemekleri hazırlıyorlardı. Tabeladaki bilinmedik yemekler içinde ağız tadımıza uyacak yemek ararken, ‘kızarmış pirinçli deniz ürünleri’ siparişi verdim. Çevreden ‘Bu ne kadar kalori ve yağ siparişi böyle!’ diye dalgacı takılmalara maruz kaldım. Baktım, İtalyan bir grup. Neyse gülüp geçtim ama bu kez siparişimi alırken bu kez başka bir İtalyan ‘Bu siparişin benim değil de, arkadaki komşu motorcunun siparişi olduğunu’ iddia etti. Sanki Tayca biliyordu da! Türkiye’den ayrıldığımızdan beri, insanların birbiri üzerine gelmesi olayını unutmuşum. Yine güldüm geçtim. Soğuk İskandinavların aksine, İtalyanlar Akdenizli sıcaklığı ile bize benziyorlardı işte! Tongsai Plajı’nın insanları ise daha homojen. Dünyanın her yerinden, her yaştan gençler! Babil Kulesi gibi her dilden insan var ama ortak dil İngilizce. Kaya tırmanıcıları ortak bir spor disiplininden geldikleri için, birbirleri ile kolay iletişim kurabiliyorlar, sosyalleşiyorlar.

Hele gün batımlarının inanılmaz güzellikteki o atmosferinde, sporcular ve tatilciler, biralarını alıp sahilde oturup her tarafı sarıya boyayan grubu seyrederek sohbet ediyorlar. Sahildeki kimsenin kimseyle ilgilenmediği o sakin kalabalık (uçurtma uçuran bir adam, karşılıklı lobutları atıp tutarak gösteri yapan jonglör çift) bu hoş, inanılmaz bir barış içinde ama tuhaf sosyal ortam; sanki Dante’nin İlahi Komedya’sındaki cennetin tasvir edildiği, klasik dönem İtalyan ressamın tablosu gibiydi!

Tongsai-Railey’de günlerimiz doğa sporları ve doğa güzelliklerinin keşfi ile geçti. Kano ile çevredeki bütün küçük adacıkları ve deniz mağaralarını dolaştık. Ülkemizin gündeminden, hatta dünyadan iki günlüğüne de olsa koptuk!

Metin ve fotoğraflar: Cengiz Özder

12.02.2012