Antik dünyada Pamfilya Denizi adıyla bilinen Antalya Körfezi tehlikeli dalgaları nedeniyle kötü bir şöhrete sahipti. Günümüzde binlerce yerli ve yabancı turist için birbirinden ünlü plajlarıyla cazibe merkezi olan ve masum görünen körfezin bu acımasız tarafı ilk ve Ortaçağ yazarları tarafından defalarca dile getirilmiştir.
Bu hikâyeler, aniden çıkan rüzgârlar, fırtınalar, girdaplar ve hortumlardan hayatını zar zor kurtaranları anlatırken, deniz altında keşfedilmeyi bekleyen batıklar birçok denizcinin onlar kadar şanslı olmadığını gösterir. Geç Bronz Çağı’nda Gelidonya Burnu yakınlarında denize kurban giden bir hurda gemisi sualtı arkeolojisi tarihinde araştırılan ilk batık olmuştur. Rodos Adası ve Ege kıyılarına bir yağmalama seferi düzenleyen büyük bir Arap armadası dönüş yolunda Antalya Körfezi’nde bir fırtınaya yakalanarak 808 yılında tamamen mahvolmuştur.
Antalya Körfezi’nin diğer bir özelliği de adalar açısından oldukça fakir olmasıdır. Gelidonya Burnu ile Phaselis arasında sadece Beş Adalar, Sulu Ada ve Üç Adalar yer alır. Phaselis’ten Anamur’a kadar ise kayda değer tek bir ada vardır: Sıçan Adası.
Saydığım bu adaların hiç biri yerleşim alanı için elverişli görünmemektedir. Antalya’nın birkaç kilometre batısında kalan ve kıyıya yüzme mesafesinde (700 – 800 metre) olan Sıçan Adası’nın ilk bakışta pek bir özelliği yok gibidir. Üçgen şeklinde bir kaya kütlesinden oluşan adanın kuzey – güney yönünde uzanan eni 300 metre ya var ya yoktur.
Ada batıdan doğuya deniz seviyesinden 45 derece meyille 100 metre yükselir. Bundan dolayı batısı rüzgâra karşı korunaklıdır. Ada, doğu kısmında ise, denize 90 derece sarp düşen kayalarıyla ürkütücü bir görünüm alır. Oldukça küçük olan bu ada düz olsa idi buraya futbol sahası bile sığmazdı. Ada bu şekliyle, insanoğlu tarafından iskân edilmediği izlenimini uyandırmaktadır. Ancak, bu bir yanılgıdır. Çünkü adanın batı kısmında uzaktan bile görünebilen uzun bir sur duvarı yer alır.
Benim gibi tarihe merak duyan üç arkadaşım adaya kadar yüzmüş, ancak kayalar kaygan olduğu için adaya ayak basamamıştır.
Likya Yarımadası’nda sürdürdüğüm bilimsel çalışmalar için veya adanın karşısındaki çok sevdiğim Küçük Çaltıcak Plajı’nda biraz stres atmak için bu ilginç adanın yanından sayısız kez geçtim. Dost ve misafirlerimi hep bu plaja götürürüm. Hemen yakınında oturduğumuz Konyaaltı Plajı kadar kalabalık olmayan plaj doğası ve tüm vahşiliğiyle hoşuma gider. Çekilmez yaz sıcaklarında Küçük Çaltıcak’ın adaya daha yakın olan kısmında denizin içinden çıkan soğuk su kaynaklan ferahlatıcı olur. Orada ayrıca herkes tarafından pek bilinmeyen ve önleri ince kumla kaplı küçük mağaralar bulunur.
Yukarıda değindiğim tüm olumsuz yönlerine rağmen Sıçan Adası Antalya’ya yerleştiğim ilk günden beri bende hep merak uyandırmıştır. Bu merakın nedeni, mesleğim gereği incelediğim, artık konuşulmayan Eski Yunanca ve Latince kaynaklarında bu küçücük adanın sayısız İlkçağ ve Ortaçağ yazarları tarafından zikredilmesidir. Ayrıca, adaya insanoğlunun günümüze kadar verdiği çeşitli adlardır. Ada için kayda geçmiş en erken ad Lyrnateia’dır. Bu adı, MÖ 5. yüzyılın ortalarında yazan Pseudo – Skylaks’tan öğreniyoruz. Ada bu adı karşı kıyıdaki Beldibi Beldesi’ne yakın olan Lyrnas Kenti’nden almış olmalıdır. Buraya MÖ 8. veya 7. yüzyılda Edremit Körfezi’nden gelen Aiol göçmenleri yerleşmiştir. Adanın Roma Dönemi’ndeki adı Attelebusa / Attelebussa’dır.
Bu da ‘Çekirge Adası’ anlamına gelmektedir. Ortaçağ’a gelindiğinde ise, öncelikle İtalyan denizcileri için hazırlanmış olan bahriye namelerde ada Renathia, Aratia, Arnatia, Ranatia ve benzeri adlar altında kayda geçmiştir. Marino Sanudo’nun 1321 yılında kaleme aldığı bir bahriye namede, denizcilerin adanın karşısında iyi içme suyu bulabilecekleri de not edilmiştir. Söz konusu akarsu Küçük Çaltıcak Plajı’nın kuzey kenarında denize ulaşan Acısu olmalıdır. Piri Reis ise, 1522 yılında hazırladığı bahriye kitabında burasının adını Güvercin Adası olarak vermiş ve adanın Antalya Limanı’ndan on iki mil uzaklıkta olduğunu not düşmüştür. Aynı esere eklediği haritada ise adanın adını Kuş Adası olarak belirtmiştir. 18. ve 19. yüzyıl kaynaklarında adanın adı Rasat olarak geçmektedir. Günümüzde ise ada Sıçan Adası adı altında bilinmektedir.
Adıyla ilgili bu bilgilerin dışında tatmin edici herhangi bir araştırmaya rastlamadım. Anladığım kadarıyla buraya bilim insanları uğramamış ve adanın tarihi dokusu incelenmemiştir. Nihayet, adanın sırrını çözmek amacıyla oraya doğasever dostlarım Ümit Durak ve Celal Güzelyürek ile birlikte bir keşif gezisi düzenledim. Bizi adaya ulaştıran küçük motoru Beldibi Belediyesi sağladı. Orada dalış hocalarıyla karşılaştık. Onlardan suyun berraklığı nedeniyle burasının çok rağbet gören bir dalış noktası olduğunu ve Antalya’dan çok sayıda yatın burayı ziyaret ettiğini öğrendik.
Yoğun bitki örtüsünden dolayı adayı gezmek hiç de kolay olmadı. Buraya çeşitli diken ve kaktüs türlerinin yanı sıra yaban zeytin ağaçları hakim.
Sahil yolundan görülen surun Bizans Dönemi’nde inşa edildiği duvar tekniğinden anlaşılıyor, irili ufaklı kırma taşlar kireçtaşının eritilmesiyle elde edilen harç ile birbirine tutturulmuş. Ancak surda büyük ve düzgün şekilli taşların da kısmen kullanılmış olması burada daha eskiye dayanan bir istinat duvarının var olması gerektiğini düşündürdü. Adanın bir ucundan diğer ucuna uzanan sur kıyıya 10 metre uzaklıkta inşa edilmiş. Surun iyi korunmuş orta kısımları 5 – 6 metreye varan yüksekliğe sahiptir. Surun iç kısmında sağlam kalmış bir seğirdim yolu adanın denizden gelebilecek bir saldırı için savunulmasını sağlamaktaydı. Ayrıca sura yakın iki tonozlu sarnıç dikkatimizi çekti. Yaklaşık 10 metre uzunlukta ve biri 5, diğeri ise 3 metre genişlikte olan sarnıçların iç duvarları su sızıntısını engellemek amacıyla kırmızı harçla sıvanmıştır.
Zirvede yaptığımız keşif ise, adanın tarihinin daha da eskiye dayandığını gösterdi. Burada Klasik ve Helenistik dönemlere ait olan üç kuleli bir kalenin temellerine rastladık. Uzunluğu tahminen 100, genişliği ise 30 metre olan kale iki teras üzerine kurulmuş. Etrafa yayılan bol miktarda kiremit parçaları bu yapının bir çatı sistemi ile kapalı olduğunu gösteriyor. Zirvede yer alan bu askeri yapı, yakından geçen tüm gemiciler tarafından görülmüş olmalıdır. Büyük bloklarla inşa edilen bu klasik kalenin içine Ortaçağ’da küçük bir gözetleme kulesi yerleştirilmiştir. Bu yapı, aşağıdaki aynı dönene ait olan surla birlikte adanın Bizans Dönemi’nde de hâlâ askeri amaçla kullanılmış olduğunu kanıtlamaktadır. Bir araştırmacı ‘azat etmek’ anlamına gelen rasat sözcüğünden yola çıkarak adanın Osmanlı Dönemi’nde de işlev gördüğünü öne sürmüştür. Bu görüşe göre tutsak kişiler burada köle olarak satışa çıkarılmıştır.
Araştırmamı bitirdikten sonra insanoğlunun adaya mal ettiği bazı adlara ancak anlam verebildim. Piri Reis’in kullandığı adlar isabetlidir. Çünkü güvercin, martı ve başka kuş türleri burada barınak kurarak adayı kuluçkalık alanı olarak kullanmaktadır. Adada yılan gibi bazı sürüngenlerin yanı sıra bir iki sıçan da gördüm. Adaya ayak basmadan önce burasının sıçana benzememesine rağmen halkımız tarafından bu hayvana benzetildiğini düşünüyordum. Demek ki yanılmışım. Adaya yapmış olduğum keşif gezisi, burasının tarihte çeşitli işlevler görmüş olduğunu kanıtladı. Bugün ise Sıçan Adası kendi başına bırakılmıştır. Durum böyle olunca doğa burada kendi hâkimiyetini kurmuştur.
Gezi Rehberi
Coğrafya: Sıçan Adası, Antalya şehir merkezinin batısında Konyaaltı Plajı ile Beldibi Beldesi arasında kıyıdan 700 metre mesafede yer alır.
Ulaşım: Sıçan Adası’na gitmek için, Antalya Kaleiçi’nden ya da Beldibi’nden tekne turlarına katılabilirsiniz veya özel bir deniz taşıtı kiralayarak ulaşabilirsiniz.
Sıçan Adası: Adayı gezmeye giderken özellikle çalılardan korunmak için uzun pantolon giymenizde yarar vardır. Eğer adada uzun süre kalacaksanız yanınızda ihtiyacınıza göre yiyecek ve su bulundurmanız gerekmektedir. Ayrıca adanın Beldibi Beldesi yönünde çok sayıda orman niteliğinde kaktüs ağaçları bulunmaktadır. Özellikle adada güzel fotoğraflar çekmek istiyorsanız öğleden sonraki zamanı tercih ediniz. Adanın çevresinde çok sayıda balıkçı ve dalış yapanların teknelerini göreceksiniz.
Yazı: Prof. Dr. Mustafa Adak, fotoğraflar: İsmail Şahinbaş
Sırtçantam 1. sayı, Ocak 2005