“Tozlu yollarına, düştüm de geldim,
Haramiler kesmiş, suyun başını.
Yolların bacını, verdim de geldim,
Bilmem kim silecek gözüm yaşını.
Kendime kastım Ali,
Dağlara küstüm Ali,
Dar günümde dostum Ali.
Kınama hallarımı, bağlama ellerimi,
Açık et yollarımı.”
Kalbimde ayrı bir yer edinen sevdiğim Dersimli dostum, bölge hakkında en doyurucu bilgiyi; coğrafyasını ve insanını yerinde görerek alabileceğimi söylemişti. Haklıydı. Dağlarını solumak, bulutlarında dolaşmak, Munzur ile dertleşmek gibisi yoktu…
“Zalimin elinden, kapına geldim,
Kan gölü içinde, bunaldım kaldım.
Yetiş ya erenler, canımdan oldum,
Bilmem kim saracak yaralarımı…”
…
Dersim (Tunceli) kent merkezinde, cem evinin büyük ve bakımlı bahçesindeyiz. Ağaçların arasından yeşil, bazen mavi gölgelerle uzayıp giden Munzur’a bakıyorum. Akıp gidiyorum ben de sonsuz bir devinimle. Pir Sultan, Hacı Bektaş, Düzgün Baba, Yunus Emre, Şah Hatay-i, Seyit Nesim-i, Kul Himmet, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Şeyh Bedrettin, Âşık Veysel ile bir ve birlik oluyorum. Sızıyorum, kadim topraklara.
Bahçe huzur veriyor hepimize, bir köşede dualarla yakılan mumların izlerini görüyoruz. Kediler, köpekler hiç çekinmeden dolaşıyor ve sevdiriyorlar kendilerini. Tüm ilçe ve köylerde de aynı durumu görüp, bölge insanının ne denli şefkat ve sevgi dolu olduğunu hissedebiliyorsunuz. Ben kuş sesleri eşliğinde dolaşırken tüm çevreyi, gruptakiler ağaçların altında dinlenmede, sohbette. Yanlarına gidiyorum, bahçenin tam ortasında Pir Sultan heykelinin önünde fotoğraf çektiriyoruz. Cem evinin dedesini bekliyoruz.
Alevi toplumunun sosyal hiyerarşisinin üst noktasında bulunan ruhani liderler, dedeler. Kökleri, Hz. Ali’ye kadar uzanan bir ocaktan geliyorlar. Kısa bir süre sonra bahçe kapısında görünüyor, genç ve güleç yüzüyle bizi buyur ediyor içeri. Hakka yürüyen bir can için son görevini yaptığından bahisle, buluşmaya geciktiğini ifade edip, “kusura bakmayın” diyor içtenlikle. Cem evinin içi aydınlık, duvarlarda başta peygamberin amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali, çok sevdiği torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, On İki İmamlar ve o dönemlere ait canlandırmaları içeren resimler var. Kırmızı desenli halının üzerinde minderlere, dedenin çevresine oturup, sohbete başlıyoruz. Kendini tanıtıyor kısaca, dört kapı kırk makamı, Aleviliğin temel öğretilerini anlatıyor; ‘Eline, beline, diline sahip olmak’ olarak tanımlanan toplumun genel ve özel ahlak kurallarından bahsediyor. Cem töreni, semahlar, musahiplik konusundaki sorularımızı cevaplıyor. Teşekkür edip yanından ayrılıyoruz. Her yaştan misafirini aynı şefkatle, mutlu ve gülen gözlerle uğurluyor.
Nesimi yüzyıllar öncesinden seslenmeye devam ediyor, duyuyorum;
“Bu yolda can yoktur, canan isterler.
Gönül kabesinde, erkân isterler.
Âdeme secdeye, her an isterler.
Başka bir ibadet, sevap istemez.
Vahdet kaynağından dolu içenler,
Kanmıştır badeye, şarap istemez.
Hakikat sırrına, candan erenler
Ermiştir mahbuba, mihrap istemez.”
İlk gün yolculuğumuz, Grand Şaroğlu Otel’de son buluyor. Beklediğimin de ötesinde güzel bir oda ve penceremde harika bir şehir manzarası buluyorum. Nehir kıyısında ışıklandırılmış köprüler, parklar ile tadına doyulmaz bir görsel şölen var, şükrediyorum.
Akşam, yöreye ait tatları keşfetmeye ve sohbetlerde demlenmeye devam ediyoruz. Sabah hemen hiç tanımadığım yol arkadaşlarımla, yıllanmış dostlar gibi anılarımızı paylaşıyoruz. Yitirdiğimiz ortak arkadaşlarımız çıkıyor, gözyaşları ile anıyoruz. Dünya ne kadar küçük, gözümüzde büyüttüğümüz gibi değil aslında.
Otelin önünde, ışıl ışıl ağaçlar, göz kırparak davet ediyor bizleri yanına. Gruptan bazıları mini bir gezi yapıyor, odalarına çekiliyor. Uykudan ve içtiklerimden birazcık bulutlanmış başım, yürümeye devam ediyorum. Hafif esen serin rüzgârlar yıkıyor yüzümü. Tepeden aşağı iniyorum, Munzur beni çağırıyor. Tek tük araçlar geçiyor gecenin karanlığında, sohbet eden gençlerle selamlaşıyorum. Güzel ezgiler geliyor çevredeki mekânlardan, eşlik ederek yürüyorum. Restoranlarda kendi halinde sohbet edip, yemek yiyen çiftleri ve arkadaş gruplarını fark ediyorum. Yeni yapılan ve yapımı devam eden ışıltılı köprülerden geçiyorum. Ancak hatırlıyorum birden, yarın için uyumalı ve zinde uyanmalıyım, dönüyorum yavaş adımlarla. Tırmanmaya başlıyorum bu kez eğimli yolu, balkonlarından manzarayı izleyen hanımlarla sohbet ediyorum. Dönerken fark ediyorum, kentin tarihine ait fotoğraflarla baş başayım. Hüzünle hepsini inceliyorum, sol yanımda derin bir sızı hissediyorum. Türküler şifadır biliyorum, onlara sığınıyorum.
“Dün gece dün gece seyrim içinde
Seyrim ağlar ağlar Pir Sultan deyu
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Düşler de ağlaşır Pir Sultan deyu.”
Varıyorum otelime, çevrede çok insan yok. Ağaçlardaki ışıltıları izliyorum bir süre, tepedeki ara sokakların birinden, sessizce aktığını hissettiğim Munzur’a çeviriyorum yönümü. Gözlerim yıldızlarda, hüzünlüler sanki bu gece. Karışıyorum aralarına, birlikte söylüyoruz, türkülerimizi. Munzur, yıldızlar ve ben…
“Pir Sultan Abdalım, can goye almaz.
Haktan emir olmasa ı rahmet yağmaz
Şu ellerin taşı, bana hiç değmez
İlle de dostun bir tek gülü yaralar beni!”
Metin ve fotoğraflar: Dilek Mumcu Çağlar
06.11.2018