‘NEY HER YÖNE AÇILIR; ANCAK BASACAK SAĞLAM BİR ZEMİN OLDUĞUNDA’

Demircan Demir, ağaçlardan müzik aleti yapan bir müzisyen. Müzik aletleri üzerinde düşünüyor, yaratıyor, insanlara ulaşıyor. İnsanların içlerindeki ritmi harekete geçirip doğal olana, doğaya yönlendiriyor. O’nun müzik yolculuğu üzerine konuştuk…

Enstrüman yapmaya nasıl başladın? Bu süreç nasıl gelişti?

Blok flütle başladım ilk. Doğaçlama üzerine eğildim, hep böyle çaldım. Duyduğum her şarkıyı çıkarıyordum. Aslında çala çala başladı her şey. Çok ciddi değildim. Kulağım olduğunu biliyordum. Baba tarafında daha çok olmak üzere ailede de var; herkes türkü söyler. Müzik hocam sesimin güzel olduğunu, bir alet çalmam gerektiğini söylerdi hep. Piyanodan ses verir, ben de o sesi doğru çıkarırdım. Ablamın 3 yıldır öylece duran bir gitarı vardı. Bir gün aldım onu elime, “çalabilirim” dedim. Hayatım o zaman başka bir şekle dönüşmeye başladı. 11 – 12 yaşlarındaydım.  O vakte kadar sadece sporla ilgiliydim. Sonra birden bire müzik hayatıma girmeye başladı. Gitar devam ediyordu. Onun üzerine başka aletler eklendi. Davul, perküsyon, bas çaldım. Müzik yapan insanları aramaya başladım. Sadece hayatımı ona döndürdüm uzun bir süre. Sonra çaldığım aletleri ufak ufak tamir etmeye başladım. Telini değiştirmek mesela çok kolay ve keyifli bir işti benim için. Sonra kulağı kopuyordu, onu tamir ediyordum.  Sonra santur diye bir alet çıktı. İlgi isteyen bir enstrüman. 72 tane teli var.  Gitarda bir tel kopar, onu değiştirirsin, santurda 10 tel birden kopuyor. Kulakları biraz değişik, ilgi gerekiyor sürekli. Sonraları bu ilgi müzik aleti yapan başka arkadaşlarımın yanında ‘yapma’ şekline dönüştü. Aslında süreci belirleyen bir hastalık süreci de geçirdim; fiziksel ve ruhsal olarak etkilendiğim bir dönem. Müzik ve müzik aletleri yapmak o dönemden çıkmamı sağladı. Arbalet bilir misin? Böyle üçgen şeklinde ok atan tetikli bir mekanizmadır. Bir tane arbalet yaptım ilk. Hem hastaydım hem canım sıkılıyordu. İstanbul’da Çukurcuma’daydım. Karanlık yerler! Baktım tahtalar var. “Bir tane arbalet yapabilirim” dedim kendi kendime. Derken hastalık gitmeye başladı kendiliğinden yavaş yavaş. Sonra ok yaptım, 6-7 m atıyordu. Derken bir arkadaşımın evinde 3 ay kaldım. O da kendince enstrüman yapmaya çalışıyordu. Ses, tını, ağaç, enstrüman ve müzik bilgisi yoktu ama yine de yapmaya çalışıyordu. Nedir? Bir Bendir! Basitçe kasnağa bir deri gerilir. İşte bunun gibi şeyler. Ben de bir kamış buldum. Aletler yapmaya çalıştık birlikte. Arkadaşlar var. Memduh mesela. Sokakta da birlikte çaldığım biri. Derken kendi kendime bir sürü kamış haşat ettim. Başladım ney yapmaya. Sonra baktım davul da yapabilirim dedim. Arifler’de bir yıl kaldım. Oradan önce Çaltıözü’nde Tipi’deydim. Orda ufak çaplı bir atölye girişimi oldu doğa içinde. Bendir yapmak için ısı gerekir. Isıdan bir metal zemin ve onun sabit olması gerekir. Ağaç eğdireceksin, kasnağı eğmek için. Ütü derler buna. Enstrüman yapmak, ağaç eğmek için ütü gerekir. Sabit bir ısı verecek bir şey. Hiçbir şeyim yok o zaman. Pek imkânım da yok. Bir tane varil buldum, bastım içine taşı. Getirdim odunları yaktım. Bir tane bendir yaptım. 70 – 80 derecenin içinde 4 kol çalışarak o zaman bir bendir yapmak, bir kasnağı eğmek 3 – 4 gün sürüyordu. Ormandan odun çekmek cabası. Şimdi bir atölyem var, daha rahat. 2 saatte bendir yapıyorum artık. Ütüm var. Enstrüman yapmak ben de böyle gelişim süreçleri geçirdi. Kendi kendime yaptım her şeyi.

Şu anki müzik piyasası fabrikasyona dönüşmüş durumda. Bu nedenle de senin gibi üreten insanların varlığı çok önemli! Ağaçlardan müzik aleti yapan biri. Üzerinde düşünüyorsun, yaratıyorsun, insanlara ulaşıyorsun, insanların içlerindeki ritmi harekete geçirip doğal olana, doğaya yönlendiriyorsun. Farklı kültürlerin enstrümanlarını yapıyorsun. Gözlemleyerek mi yapıyorsun, tanımadan mı? Yapmaktan satmaya giden süreçten biraz bahseder misin?

Gördüğüm her enstrümana bakarım, incelerim. Çoğunu da çalıyorum. Ritmik bir ses çıkarıyorum. Ney yapıyorum. 50 derken 100, bir baktım bir sürü ney oldu. Ne yapacağım bu kadar ney’i? Bir yandan yaklaşımım da böyle; mesela ben bir kamış kestiysem bir can aldım. Onun bir sorumluluğu vardır. Senin üstündedir o. Sen niye kestin o kamışı? Benim için her şey için geçerli artık bu… Sadece enstrümanlar bana bunu öğretti diyebilirim. Bu her şey de böyle. Bir adım attıysan bir sorumluluk aldın demektir. Onu sonuna vardırman gereklidir. Vardırmıyorsan, birikecek, başına bela olacak, sonra çürüyüp gidecek. Sonra baktım ki kamışlar küflenmeye başladılar. Kendime çalıyordum sadece ama yağlamak da lazım. 50 kamışı tek başıma uğraşamam. Birilerine ulaşması lazım. Satmaya çalıştım. Piyasa hiçbir şeyi baz almayan bir şey aslında. Bir kamışı eline alıp onu ney haline getirip sonra ona bakıp bu şu kadar eder diye bir yargı yok. Havadan bir yargı bu aslında. Çünkü senin emeğini hiçbiri karşılamıyor. Piyasayı ele alıp ona göre bir çıkarım yapıyorsun. Piyasaya baktım. Fena bir piyasa var. Uzun süre kendilerine ‘usta’ diyen insanların enstrümanlarını tamir ettim. İsme gerek yok. Onlara baka baka, göre göre satma üzerine fikirler oluştu bende. İnternet sitem var. Bir de beni bilen insanlar var.

Müzik senle nasıl buluşuyor? Nasıl bir müzik anlayışın var?

Ben çok ‘avare müzik’ yaptım. Hiçbir altyapı olmadan, davulcu, basçı elemanları buldum, gitarı aldım elime. Enstrümanla ya da sesimle ne geliyorsa içimden. Sonra düşündüm ki bu ilerlemeli. Bir şey eksik gibiydi. Sadece çılgın bir mod var, altta bir şey yok. Ve bitmiyor. Bir hissiyat kabarıyor sadece, ne başı var ne de sonu. Bir olaydan dolayı içinde bir hissiyat kabarır, bir yere kadar gider, sonra durur. Ama burada bir tema yoktu. Yine de beni besledi. Özgür hissediyordum. Sonra anladım ki müzik Tema’yla birlikte var oluyor, her şey gibi. Kök çarka, sonra üstü… Müziğin kök çakrası Tema. Nedir Tema? Mesela, bir insan bir konudan dolayı aşka gelebilir ya da bir konudan dolayı çok sinirlenebilir. Kazak Abdal bir konudan dolayı çok kızmış ve demiş ki; ‘Kazak Abdal söz söyledi, sorarlarsa kim söyledi? Soranın da avradını…’ Sonu da var, başı da. Tema gerekli. Sonra baktım, Bizim memleketimizde türküler var. Çok da sağlam türküler. Bayağı uzağındaydım o zaman. Bir süre Kara Güneş, Siye Siye Bend ikilisiyle takılmaya başladım. Onlarla birlikte müzik yaparken biraz doğaçlamanın temalı olduğunu, temayla yapıldığını gördüm. O önemli bir şey kattı bana. Bende tema algısı oluşturdu. Yani mesele, hayatta da müzikte de öylesine yapmak değil, sadece yerine oturtabilmek, güzellikle yerli yerine koyabilmek. Bu yüzden kendimi herhangi bir tür içine yerleştirmiyorum, her türlü müziği yapabilirim. Güzel bir tema olsun ve o bu anda oluşsun. Size şimdi Müslüm Gürses çalsam pek dokunmayabilir ama benim Müslüm Gürses çaldığım yerler de var. O’ndan bir şeyi doğaçladığım bir nokta var. Hani bunun gibi. Burada olabilecek olanla müzik yapma ve o anın getirdiği şey. Şimdiki zamanda yaratıp onu paylaşıyorsun. Etraftaki insanlarla buluşuyor ve o anda yaratıyorsun. Oradaki duyguyu hissedip yakalayıp ona uygun bir müzik yapmak, oturtmak. Mesela uzun zamandır ‘Bacan’ – Hint türküleri – çalmıyorum. Bir, iki çalmaya başladım, baktım her çalışımda değişiyor ve bu anda yeniden biçimleniyor, bambaşka bir ritimle yeniden doğuyor, bambaşka bir hissiyatla. Müzikle uğraşanlar hep aynı parçayı aynı ritimle çalıyorlar. 15 enstrüman varsa hepsi de aynı şeyi çalıyor. Güzel, tamam. Bir yerde semah gibi. Döne döne yükseliyor ama müzikal açıdan yüksek kaliteli bir şey değil açıkçası. Ben iki gitar varsa aynı şeyi çalmam, bas veririm mesela. Ve bunu anda yakalamaya çalışıyorum. Ben enstrüman müzisyeniyim, enstrüman çalarım. Sesimi de enstrüman olarak kullanmaya çalışırım.

“Ney her yöne açılır, bazen giremiyorum” dedin. Bunu biraz açar mısın?

Ney; başlangıçta bir noktaya kadar nefesini terbiye etmek için üflenir. Notaların çok önemi yoktur. Mesele bir noktaya kadar diyaframını nefes döngüsünü kontrol edebilir olmaktır ve bu nefes üzerinde kontrol sahibi olmak sonsuz bir deryadır. Diğer yandan her enstrümanın farklı bir karakteristiği vardır. Onunla bir şekilde buluşmamız önemlidir. Müzikle algıladığımız bazı şeyler var. Birçok aleti çaldım. Birçok noktasından müziği görmeye başladım. Dönen bir şey var. Mesela müzikte bazı sesler var. Mit sesler, tiz sesler var. Tek mit, tiz çalana boşluk hissi verir. Bas mit çalarsa kendini yükselme isteği içinde ama yükselemiyor hisseder. Köklüdür ama yükselemiyor hisseder. Bas, tiz çalarsa da bağdaşmayabilir aradaki şey. Bunlar genel geçer şeyler değil. Bazen insanlarla öyle müzikler yapıyorsun ki bir keman bas’ın verdiği tonu verebiliyor. Verdiği hissiyat yine bas hissiyatı. Alet farklı sadece. Ben müzikte bunu görmeye başladım. Ney’e giremiyorum bazen çünkü belli bir ortam hissetmem lazım. Ney bir alt yapı olsun olmasın alır götürür insanı. Etrafındakileri de. Öyle bir sestir, öyle bir tondur. Tizdir. Nefes sesi olduğundan tüm nefeslilerde olduğu gibi çok uyarıcıdır. Alır seni, düşüncelere sokar. Dönmeye başlarsın. Mesela bu anlamda Dijirudu – Aborjin çalgısı – mükemmeldir. Sürekli bir bas var, sürekli bir doluluk hissettirir. Onun üstünde çok rahat kayıp gidebilir insan.

Sokak müziğinin ruhundan bahseder misin biraz? Bir yerden bir yere gitmekte olan insanlar, hiç beklenmedik bir yerde müziğini duyup yaşam telaşının arasında bir anlamda ‘mola’ veriyorlar. Belki düşünceli, belki üzgün, belki yorgun insanlar. Böylelikle bir anda orada çivilenip seni dinliyorlar ve düşüncelerin geçmişe ve geleceğe takılan doğasından bir anda sıyrılıp şimdiki zamanla buluşuyorlar?

Bizan der ki “sokak müziği yapanlar artık günümüzün Şamanlarıdırlar.” Burada bir şeye gönderme var. Çok fazla sokak müziği yapan insan var. Daha samimi, daha doğal ve kendiliğinden oluşana bir açılım bu. Diğer yandan insanlar müziği, salt sahnede birinin yaptığı ve kabiliyetsiz diye tabir edilen dinleyicinin de onu dinleyip “Aaa, ne kadar güzel” diyeceği bir ortam olarak algılamaya başladılar. Hâlbuki orada dönen bir şey var ve sende onun içindesin, her şey onun içinde. Ritim olarak da girebilirsin, kendini bırakıp da girebilirsin, konuşarak da. Ama onun varlığını hissedersen o varlığa izin verirsen. Sokak müziğinde bu var. Yüksekte olan kimse yok. Yani kendini böyle bir isimle, bir pazarlama yöntemiyle sunmanı sağlayan bir ortam yok. Müziğin kendisi var, sadece müzik var ve gerçekte o müziğin doğasından, ritminden etkilenen insanlar var. Diğer yandan sokak müziği diye bir şey yok aslında. Müzik hep sokaktadır. Sahnede bile olsa sokaktır orası. Temel bir şey yaratan oradaki sahnedir. Müzisyenler arasında da aynı hissiyat vardır. Babylon’un sahnesinde de çalsan esas olan müziktir, yer değil. Ben çok müzisyen gördüm. Ünlü mekânlarda çalıp da aslında çalamayan… Önemli olan nerede çaldığın değil ne çaldığındır, neyi ortaya çıkardığındır. Dolayısıyla aynı düzlemdeyiz. Bazıları kendini bir janjanın, bir paketin ardına saklıyor, bazıları da nerede olursa olsun ‘kendisi’ oluyor. O paketi satmaya çalışanlar için de, gerçekten çalanlar için de müzik sokaktadır. Doğal olan ve yapmacık olan kendini zaten belli eder. Biz İstanbul’da Sokak müziği yaptığımız zaman buna önem veririz; görünen şeyden öte ortaya konulan şeye yani. Sokakta bizi görenin durası gelmez. Görüntümüzle ilgili bir çağrı sunmuyoruz insanlara. Mesela bizim rastamız yoktur, renkli renkli kıyafetlerimiz yoktur. Beyoğlu’nun göbeğinde kapkaranlık adamlar gibiyiz. Ama yaptığımız müzik onlara dokunuyor ve durup dinlerler bizi. Şimdi mesela böyle bir ekuri var. Rengârenk giyiniyorlar. Güzel ama çok fazla görüntü var. Herkes duruyor dolayısıyla ama bizde daha çok o ritmi göstermek amaç. Renkli giyinmeyişimizin nedeni de bu. Bir sürü dilden, kültürden -Hintçe, İbranice, Kürtçe, Farsça, Arapça, Türkçe, vb.) şarkılar söyleniyor. Evrensel bir tema var. Çünkü bakış açısı ritim üzerine. Zira ritim varoluşumuzun doğasıdır. Aslında yapmak istediğim ufkumda olan şey hiç hayatında müzik yapmamış insanlara doğaçlama müzik yapmayı göstermek. Ritmi onlara göstermek istiyorum. Terapi gibi. Ritim terapi, müzik terapi… Şöyle ki, ritim aletleri ve 5 – 10 insan aynı yerde buluşuyor. Kendi sesleriyle pentatonik makamları kullanarak doğaçlama bir müzik üretmeye çalışıyorlar. Pentatonik makamlar 5 sesten oluşur; Do, re, mi, fa, sol, la, si majör bir makamdır. İki sesi çıkarırsan pentatonik olur ve çok kolay algılanır bu makam ve müzik üretmek kolaylaşır; çünkü sesler birbirini doğurmaya baslar… Aynen hayatta düşünmeyi bırakıp dinlemeye başladığımızda olduğu gibi…

canlienstrumanlar.blogspot.com

Demircan Demir

Söyleşi ve fotoğraflar: Selma Akar

21.12.2010