Neredeyse otuz yıl aradan sonra Mudurnu Panayırı’na yeniden kavuşmak, bazı eksiklerine ve soğuk havalara rast gelmesine rağmen birçok kişi gibi beni de çok mutlu etti. Yöresel kültür değerlerimizin yaşatılmasının güzel bir örneğiydi çünkü. Ayrıca; gelenek ve göreneklerimizin, kültür değerlerimizin bir yansıması olan panayırımızı çok özlemiştim.
Özellikle yaşıtlarımın ve benden yaşça büyük olanların, başka bir deyişle, eski panayırları yaşayanların da aynı özlemi duyduklarından, panayırın yeniden hayata geçirilmesinden memnun olduklarından eminim. Ancak; özlediğimiz ve sevdiğimiz eski panayırlar mıydı, yoksa o eski panayırlardaki çocukluğumuz ve çocuksu sevinçlerimiz, mutluluklarımız mıydı, bilmiyorum.
Çocukluğumdaki panayırları hatırlıyorum da… Ne özel ve güzel günlerdi panayır günleri. Çünkü bugünkü birçok olanaktan mahrum çocukluk yaşayan bizim ve bizden önceki kuşak için panayır, bize çok şey ifade ediyordu. Küçücük ve çocuk dünyamızın en renkli, en ışıltılı günleriydi panayırlar. Üç gün için gelip uçuveren, bir yıl sonrasına kadar bir daha penceremize konmayan kuşlar gibi. O günkü yaşam koşullarımızı düşündüğümüzde, kısıtlı olanaklarımızı dikkate aldığımızda, eski panayırların özellikle çocuklar için ne kadar önemli günler olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Biz çocukların en büyük eğlencemizdi panayırlar. Çünkü babamız, okul ihtiyaçlarımızı almak için panayırı bekliyordu. Erkek kardeşim mantar tabanca; ablamla ben naylon bebek, altın görünümünde bilezikler alıp kolumuzda şıngırdatmak, naylon ayakkabı almak için panayırı bekliyorduk. Annem, panayırda giymemiz için bize elbise dikiyordu. Hem de iki kız kardeşe bir örnek elbise. Aynı dalda aynı renk açmış iki çiçek gibi olacaktık. Köylü vatandaş ürününü panayırda satıyor, kazandığı parayla çocuklarına bir şeyler almayı vaat ediyordu. Bizim için panayır; renk renk pamuk şekeri yemek, doyasıya dönme dolaplara ve atlıkarıncalara binmek, ailemizin alabildiği yeni giysilere kavuşmak, panayırı gezmek için köylerden gelip evimizde geceleyen konuklarımızı ağırlamak demekti. Üç günlük panayırda yaşadıklarımızın anısı biz çocuklara aylarca yeterdi. Konuşur dururduk panayır anılarımızı, hem de haftalarca. Nasıl da sallanmıştık dönme dolaplarda. Dönme dolap hızla açılıp bizi savurdukça hiç korkmamıştık, bazı korkak çocuklar gibi. Bilmem kaç külâh dondurma yemiştik. Ayaklı fotoğraf makinesi gibi bir şeyden renkli görüntüler izlemiştik.
Hele hele köylerde yaşayan çocuklar için panayır, yeri doldurulamaz günlerdi. Elektriği bile olmayan ama eksiklerimizin henüz farkında olmadığımız için mutlu yaşadığımız köyümüzden at arabasına binip uçarcasına panayıra doğru yol almak, köyün tozlu yollarından rüzgâr gibi geçmek, bizim için bir rüya gibiydi. Panayır sabahı köydeki komşularla toplanır, doluşurduk at arabasına ve Mudurnu’nun yolunu tutardık. Panayır bizi bekliyordu. Annemizin hazırladığı kumanyalar, elimizin altında hazır dururdu bohçalar içinde. Ye yiyebildiğin kadar. Cevizli çörekler, taze köy ekmeği, haşlanırken kabuğunu soğan kabuğuyla boyadığımız lop yumurtalar… Bizi taşıyan at arabası Mudurnu’ya girince, kaldırımlar üzerinde atların ayaklarından çıkan ses hoşumuza giderdi. Kendine özgü bir melodisi vardı. Şıkışık şıkışık şıkışık. Sanki bir halk türküsü söyler gibiydi. Düzgün yolda atlar hızlanır, bizi sanki uçururlardı. Uçan kuşlarla yarış eder gibiydik. Arabadan keyifle iner, kasabamızın bize çok güzel gelen görünümünü seyre dalardık. Küçük kasabamızın kaldırım taşıyla kaplı yollarında yürümek, ışıltılı panayır alanında alışveriş yapmak, atlıkarıncalara, uçan dairelere binmek ne büyük bir zevkti. Başımız tatlı tatlı döner gibi olurdu.
Motorlu araçla panayıra gitmenin zevki de bir başkaydı hani. Özellikle köyde yaşadığım, kasabada yaşamaya özendiğim yıllarda. O zamanlar köyümüzde bir tane bile motorlu taşıt yoktu. Yolculuklar; binek hayvanları üstünde veya at arabasıyla yapılırdı. Köye çok ender olarak bir motorlu taşıt geldiğinde, biz çocuklar arabanın arkasından koşardık. Bu ne hızdı böyle! Allah Allah! Nerden çıkmıştı bu araba? Gelen kimdi? Gelen taşıtlar da genellikle jiplerdi, bazen de pikaplar. Köye gelen araba, herkesin dikkatini çekerdi. İnsanlar pencerelere koşar, gelen arabaya bakarlardı.
Panayır günü geldiğinde, babam köye bizi almaya gelirdi. Panayır sevinciyle atlardık jipe, doğru Mudurnu’ya. Araba hızla ilerlerken altımızdaki yol, yanından geçtiğimiz ağaçlar kayıp giderdi ayaklarımızın dibinden. Ne güzeldi! Hareket eden her şeyden daha hızlıydık, kimse bizi tutamazdı. Bu yolculuğun bitmesini hiç istemezdim. Bizim yürüyerek bir buçuk saatte aldığımız yolu, jip yirmi dakikada alıveriyordu. Köyün toprak yolunda ilerlerken, arkasında bir toz bulutu bırakıyordu. N’olur biraz yavaş gitseydi de, daha uzun süre jipe binebilseydim. Şoförü izlerdim devamlı. Ayaklarıyla bir şeylere basıyor, eliyle bir şeyi ileri geri ittirip duruyordu. Bir de direksiyonu çeviriyordu, o kadar. Ne kolaydı. Bunu ben bile yapabilirdim. Şoför olmak ne güzeldi. Acaba kızlardan şoför olur muydu? Eğer olursa, büyüyünce yoksa ben şoför mü olsaydım? Doktor olmaktan vaz mı geçseydim? Herkes at arabasına binerken, ben jipe binerdim o zaman. Arkadaşlarımı bindirmeyi de unutmazdım. Çocukluk işte.
Kısacası panayır, özlediğim birçok şeyi anımsattı bana. Sahip çıkmamız gereken değerlerimizi, çocukluk günlerimi anımsattı. ‘Gençler umutla, yaşlılar hatıralarıyla yaşar’ derler ya; geçmişe böylesine özlem duymam, yaşlılığımın belirtisi olmakla birlikte; hareket noktam, bizi biz yapan kültür değerlerimizin, gelenek ve göreneklerimizin unutulmasına, yeni yetişen neslin bunlara yabancı kalmasına gönlümün razı olmamasıdır.
Milli ve yöresel değerlerimizi yaşayabilmek, yaşatabilmek dileğiyle hepinize sevgilerimi sunuyorum.
Kâmuran Esen