Moryayla

Geyikbayırı’na doğru tırmanırken manzaranın güzelliği daha yolun başında beni büyüledi. Antalya’nın güzelliğini görebilmek için uzaktan bakmak gerekiyor. Virajlı, daracık yollardan ilerlerken, Nigar’ın açtığı müzikten Victor Jara’nın buğulu sesi yankılandı. Beni yüreğimin derinliklerine doğru yolculuğa çıkardı. Biliyorsunuz Victor Jara, Şili’de Pinoche’nin gitar çalamasın diye kollarını kestirdiği sanatçı. Anımsarsınız Pinoche, insanları stada toplayıp tanklara ezdiriyordu. O bekleme anında Victor Jara da gitarıyla insanlara umut vermeye çalışıyordu. İşte o müzikti bizi yolda, içimizde yolculuğa çıkaran. Yeşilin kırk tonunu izleyerek yol alırken, Nigar’da Jara’nın öyküsünü anlatıyordu, yola silinmeyen bir mürekkeple yazar gibi.

Moryer, TÜBİTAK Gözlemevi Tepesi’nin eteğinde. Balkondan görünen manzara ise, Korkuteli Yazır Köyü ve Saklıkent. Ormanın içine saklanmış bir demet ev. Evlere tepeden bakan Erendağı. Sanki bu evleri, insanları, ağaçları, çiçekleri, kuşları, böcekleri korur gibiydi. Başı çıplaktı. Ben onun heybetine hayran hayran bakarken, kışın başına yığılan karları, baharda yuvarlanan selleri düşledim. Ama o bana göz kırptı, “Korkma, benim ne selim, ne de karlarım zarar verir. Bunca zaman bu Moryayla bana emanettir” dedi. Sohbete başlamışken, ben de ona böğründeki derin mağaranın sırlarını sordum. Mahmut Yılmaz anlatmıştı. “Ona taş atanlar onmaz. Zaten taş atanı içinden çıkan yüzlerce karga kovalar” diye.

Erendağı şöyle bir dikleştirdi başını, bir uzun iç çekti ki, tüylerim diken diken oldu. ‘Bu yaylada saçları menekşe moru, boyunca uzun, gözleri gökyüzü gibi engin bir kız yaşardı. Her sabah benim eteklerimde dolaşırdı. Sanki bana âşıktı. Hep benimle konuşurdu. Herkesin gözü ondaydı, ama o yalnızca bana bakardı. Ben de onu korumak için yıldırımları tutar, bulutları kovalardım. Hiç burada fırtına olmazdı. Yağmur usul usul yağardı. Güneş bin bir renkte parlardı. Benim başım ulu sedir ormanlarıyla kaplıydı. Bir mutluluk ülkesiydi Moryer. Bir gün Morkız yine gezintiye çıkmışken, o mağaraya düşüverdi. O günden beri kargalar onu bekler. Ben acımdan saçımı başımı yola yola böyle çırılçıplak kaldım. Dağ, taş, toprak burada o günden beri mordur’ dedi. Sözünü bitirir bitirmez de Erendağı baştan aşağı ıslandı. Herkes yağmur çiseledi sandı.

Mahmut Yılmaz, Güzle’yi gösterdi uzaktan. Burada yaşayan Yörükler, yazın yaylada, güzün Güzle’de, kışın sahilde yaşarmış. Bu göç insandan daha çok, hayvanların yaşamı için yapılırmış. Dinlerken, o zamanda yaşamadığıma hayıflandım. ‘İlle de Güzle olayı çok keyifli, güz bolluğu, düğün zamanı olmalı’ diye düşledim.

Gün eğilmiş, dönme zamanı yaklaşmıştı. Gökyüzünde peren peren bulutlar, eflatundan mora öykünmüştü. Evlerin önündeki küçük sebze bahçelerinde kızıl saçlı mısır koçanları, kınalı domatesler, al yanaklı şeftaliler, yeşil ince biberler, ışıklı kuşburnular, ille de rengârenk kasımpatılar göz alıcıydı. Sonbahara hazırlanmış kiraz ağacı, yaprak rengini değiştirmeye kararlıydı. En süslü ağaçtır kiraz. Yazın yeşile al bağlar, güzün yapraklarını gökkuşağına öykündürür.

Çiçek gülüşlü dost Nilgün ile eşi Zeki’nin bizim için topladığı taze domatesleri, torbamıza doldurup elimize verdikleri çiçek demetlerini sepetimize yerleştirirken, benim gözüm ille de mor kasımpatılarda kaldı. Belki de Morkız dikmişti onları, Nilgünler uyurken bir sabah erken.