Ladon’un Bahçesi; Pazarköy

İstanbul Acıbadem’de ressam Şakir Sağlam’ın evinden başladığımız Karadeniz yolculuğunun daha ilk günü bitmemiş… Daha Ağva’ya yeni gelmişiz… Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden jeolog dostumuz Onur Köse arıyor telefonla:

“Neredesiniz?”

“Ağva’dayız.”

“Tamam” diyor, “Beni biraz önce Pazarköy Belediye Başkanı Ramazan Albaş aradı. Çok iyi birisidir. Mutlaka oraya da uğrayın. Ben orada jeolojik araştırma yaparken tanıştım, bana çok yardımcı oldular. Şimdi ilçelerinin tarihi hakkında araştırma yaptırmak istiyorlar. Beni davet ettiler. Bende bu işlerden daha iyi anlayan sizlerin oralarda gezdiğini söyledim. Mutlaka gitmelisiniz…”

“Pazarköy’de nerede yolumuzun üzerindeyse uğrarız tabii.”

Onur başlıyor yolu tarif etmeye: “Bolu’yu geçtikten sonra, eski yoldan devam edin, Gerede’ye gelmeden Mengen’e dönün, oradan Pazarköy’e yol var. Çok yakın…”

“Yahu” diyoruz. “Biz taa neredeyiz, sen bize nereyi söylüyorsun?”

Onur bizi dinlemiyor bile, Pazarköy’ü anlatmayı sürdürüyor. “Çok seveceksiniz oraları… Tekrar gitmek isteyeceksiniz… Ramazan Bey’e selam söyleyin… Gelecek baharda hep beraber geleceğimizi haber verin…”

Haritaya bakıyoruz. Bu yol turumuzu uzatır. Zaten yavaş ilerliyoruz. Derken, Ramazan Bey aramaz mı? Ne diyelim? Daveti kabul ediyoruz çaresiz.

Yola çıkışımızın ikinci günü Akçakoca’da geceliyoruz. Ertesi gün Konuralp’e gideceğiz. Yola çıktığımızdan beri sanki Karadeniz’in Türkiye kıyılarının doğusuyla batısı aynıymış gibi geliyor bize; yeşillikler, köyler, yollar, hatta köylerdeki fırın ve depo yapıları bile aynı kültürün izlerini taşıyor… Konuralp’ten Düzce Ovası’na baktığımızda ise öyle uzakları görüyoruz ki, yol yakınmış gibi geliyor ve buraya kadar gelmişken Bolu, Mengen ve Pazarköy’e çabucak gidebileceğimizi düşünüyoruz.

Bolu’yu geçip Yeniçağa’ya gelince geniş ovanın karşısında, koyu yeşil ormanlarla kaplı dağların arasındaki geçidin Mengen yolu olduğunu anlıyoruz. Birazdan yol tabelası da bize aynı yönü işaret ediyor. Antik Bithynia’nın doğu sınırındaki bu ova tamda, Karadeniz kıyısındaki Heraklia (Ereğli) ve Tieion’dan (Hisarönü) gelen yolun, Nikomedia (İzmit) ve Bithynion (Bolu) üzerinden gelip Paphlagonya ve Pontos’a giden ana yola bağlandığı kavşak yeri. Gördüğümüz geçit herhalde binlerce yıldır işlevini koruyor. Ovayı aşıp çam ormanının arasından kıvrıla kıvrıla Mengen’e doğru çıkarken, bir taraftan da bu yoldan daha önce geçen gezginler geliyor aklımıza. Herhalde bizim gibi onlarda bu güzellik hiç bitmesin istediler. Yolda Ramazan Bey arıyor bizi yeniden. Pazarköy’e geliyormuş bizi orada bekleyecek.

Mengen’de hiç durmuyor, Devrek’e doğru devam ediyoruz. Pazarköy tabelasını görünce hemen dönüyoruz. Bir köprü, ardından bir mahalle geçiyoruz. Sonra Mengen Çayı’nın kenarı boyunca uzanan yoldan bir cennetin içine dalıyoruz. Yazın bunaltan sıcaklarda bile böylesine serin, her türlü rengin birbirine karıştığı, çakıl taşları arasından akan çayın ışıltıları saçtığı, böyle bir yer daha var mıdır? Pazarköy’e gelmeden yolun kenarında üzerimize devrilecekmiş gibi duran kayalar dikkatimizi çekiyor… Bunların ‘Gelin Kayaları’ olduğunu sonra öğreniyoruz. Birbirine kavuşamayan iki sevdalı birbirine kavuşamadan taş kesilmişler. Yine hüzünlü bir sevda öyküsü…

Pazarköylüler, biraz da Mengen ile rekabet ettiklerinden Mengen Çayı’na Leylek Çayı diyorlar. Çayın eski adı neydi? Bazı araştırmacılar Bolu’dan Devrek’e akan Büyüksu Deresi’nin ‘yatağı taşlık’ anlamına gelen Ladwana ya da Antik Çağ’daki adıyla Ladon olduğunu söylüyorlar. Dere, Devrek’ten sonra Gökçebey yakınlarında Billaios (Filyos) Nehri’ne kavuşur, Tieion’dan (Hisarönü) Karadeniz’e dökülüyor. İÖ 630 yıllarında Milet kolonisi olarak kurulan Tieion’da ele geçen eski paraların üzerinde ‘Irmak Tanrısı Ladon’un betimleri var. Altın elma ağacının olduğu bahçeye bekçilik eden Ladon, Eski Yunan mitolojisinde çok başlı ejderha olarak karşımıza çıkıyor.

Efsane şöyle: Ladon, Hesperit denilen ince sesli perilerle birlikte altın elma ağacının olduğu bahçeye bekçilik ediyormuş. Bu ağaç Hera’ya Zeus ile evlenirken düğün hediyesi olarak verilmiş. Zeus’un düğünden sonra Hera’yı aldattığı kadınlardan biri olan Alkmene, Zeus’la birlikte olmuş ve Herakles’i doğurmuş. Hera bu yüzden Herakles’in başına sürekli bela açmış. Herakles’de hem Hera’dan öcünü almak ve hem de ölümsüzlüğe kavuşmak için Hesperitler ile Ladon’un beklediği bahçeden altın elmaları çalmak istemiş. Hesperitler gökyüzünü omuzlarında taşıyan Atlas adlı devin kızlarıymış. Herakles önce bu bahçeyi bulmak için Gaia (toprak) ile Pontos’tan (denizde) olma deniz ihtiyarı Nereus’a başvurmuş. Nereus ona yol göstermiş. Herakles bahçeyi bulmuş ve hemen içeri girmek istemiş. Ama Hesperit perilerini bir türlü atlatamamış. Bunun üzerine Atlas’dan yardım istemiş. Atlas, bir süre gökyüzünü taşıması karşılığında ona yardım etmeye söz vermiş, ama önce Ladon’un öldürülmesi gerekliymiş. Herakles bahçe duvarının üzerine çıkıp okuyla ejderhayı öldürmüş. Sonra gelip gökyüzünü omuzlamış. Atlas’da bunun üzerine bahçeye girip elmaları getirmiş, ama tekrar gökyüzünü yüklenmek istemiyormuş. Herakles bu devi kandırarak altın elmaları da alıp aradan kaçmak zorunda kalmış.

Bu efsaneyi düşünürken Pazarköy’e gelmişiz bile. Burası Mengen ya da Leylek Çayı’nın kenarındaki yamaç üzerinde kurulu, geleneksel kimliğini hala koruyan 2.500 kişilik bir belde. Çayın geniş havzasının tam ortasında ve düzinelerce köyün merkezi / pazarı konumunda bir nokta. Adı da buradan geliyor olmalı. Meydandaki belediye binasının önünde arabamızı park edip geç kalmışlığımızın sıkıntısıyla içeri giriyoruz. Gerçekten herkes bizi bekliyor. Kim olduğumuzu biliyorlar.

Ramazan Bey bizi heyecanla karşılıyor. Çaylarımızı yudumlarken eşraftan birileri katılıyor bize. Yöredeki aşçıların ününün nereden geldiğini soruyoruz. Anlatıyorlar: “Fatih Sultan Mehmet bölgeye ava geldiği bir sırada, bugün Gökçesu Beldesi yakınındaki Çorakmıtırlar Köyü’nden (Yeniçağa yönünde Mengen’den 12 kilometre uzaklıkta) Yakup Ağa’ya konuk olmuş. Pişirdiği av yemeğini çok seven padişah, Yakup Ağa’yı saraya aşçı yapmış. Ağa da zamanla yakınlarını yanına almış ve böylece Mengen aşçıları imparatorluğun her yerinde ün kazanmış.”

Çaylarımızı içtikten sonra beldeyi ve çevresini gezmeye çıkıyoruz. Önce sokak arasında ‘Bedesten’ denilen yere gidiyoruz. Burası eskiden pazara gelen tüccarların mallarını sakladıkları ve konakladıkları yer. Binanın bugünkü sahibi, eski başbakanlardan Adnan Menderes’in aşçısı Tahir Ağa. 30 sene önce emekli olduğunda, bu tarihi binayı satın almış. Binanın köşesinde dikili olan Antik Çağ’dan kalma ‘kilometre taşı’ buraya başka bir yerden getirilmiş.

Başkan’ın odasında bizi karşılayanlardan biri de Tahir Altınova. Orman İşletmeleri’nden emekli olduktan sonra iki katlı alt katını Kültür Sanat Evi’ne dönüştürmüş. Her yer özenle seçilmiş geleneksel eşyalarla dolu. Burası küçük bir etnografya müzesine dönüştürülmüş. Pazarköy’de böyle bir yerle karşılaşmak şaşırtıyor bizi.

Buradan arabalara binip vadi kenarındaki orman yolunu takiben bir kuytuya geliyoruz. İnanılmaz güzellikte bir kamp yeri. Kenarda birde mağara var. Pek fazla kalamıyoruz burada, daha görecek çok yerimiz var. Şose bir yoldan güneye, Aktepe Köyü’ne geliyoruz. Asıl adı Akinek. Burada bazı işlenmiş taşları görüyoruz. Herhalde Roma döneminden kalma parçalar ahşap bir evin önündeki taşlara bakarken bir kangal gelip yokluyor bizi dostça.     

Daha sonra başka bir kapının önünden kırılmış bir aslan kabartması gösteriyorlar. Aslanın altında koşan bir yaban tavşanı betimlenmiş. Süslü taşların hepsi köyün yanındaki eski harabelikte bulunmuş. İçinde altın var sanılıp parçalanmışlar. Aktepe herhalde Geç Roma Dönemi, Honorias (bugünkü Bolu ve çevresi) iline bağlı köylerinden biriydi. Bizans tahtına oturan son Roma İmparatoru Lustiniaus (İS 527 – 565), 536 yılında Honorias’ı Paphalgonia iline eklemişti.

Buradan ayrılıp doğuya, vadinin içine doğru gidiyoruz. Önce Eskipazar’a, oradan da Safranbolu’ya geçme niyetindeyiz. Ama Ramazan Bey bize bir şeyler daha göstermekte ısrarlı. Yoldan sapıyor, ormanın içinden yamaçlara vuruyorlar arabaları. Bizde peşlerindeyiz. Arak Köyü üzerinden Karacalar Köyü’ne geliyoruz. Dediklerine göre burası Kurtuluş Savaşı eşkıyalarından Kel Seyit’in köyüymüş. Nihayet buradaki jandarma tarafından sıkıştırılan Seyit, teslim olmayınca vurularak öldürülmüş. Hani türkünün:

Kahve koydum fincana / Hele de bakın Mican’a /Kör olası Kel Seyit /Nasıl da kıydın o cana dediği Kel Seyit.

Gördüğümüz köylerin hepsi orman içinde. Ev, samanlık ve diğer binalar ağırlıklı olarak ahşaptan inşa edilmiş. Arada kesme taş binalarda var. Duvarlar bindirme tekniğiyle, üst üste dizili düzeltilmiş tomruklardan yapılmış. Tavan beşik çatı ile örtülmüş. Karacalar Köyü Camisi geleneksel mimarinin tüm özelliklerini taşıyor. Bir fırın kerpiç tuğlalardan yapılmış, ama çatı ahşap çatı ve beşik çatıyla örtülerek geleneksel mimariye uydurulmuş. Tekrar Eskipazar Yolu’na iniyoruz. Pazarköylüler bizi 1.440 metre yükseklikteki Çilek Geçidi’ne kadar getiriyor ve burada büyük bir kayın ormanına bırakıyorlar. Yol hiç bitmesin istiyoruz. Olabildiğince yavaş ilerliyor, ormanın tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Gel gör ki, çok geç olmadan Safranbolu’ya da ulaşmamız gerekiyor. Daha yolumuz uzun…

Mican Türküsü

Kahve koydum fincana / Hele de bakın Mican’a / Kör olası Kel Seyit / Nasıl kıydın o cana

Vay benim canım Mican’ım / Dünyalarda bir canım

Martinimin pulları / Gece de geçtim yolları / Aslan Mican geliyor /Saymaz karakolları

Vay benim canım Mican’ım / Dünyalarda bir canım

Kel Seyit Sen öleceksin / Kabire gireceksin /  Dokuz tahta altında / Ne cevap vereceksin

Vay benim canım Mican’ım / Dünyalarda bir canım

Karanfilim saksıda / Bir yar sevdim Aksu’da / Allah bizi kavuştur / Akşam ile yatsıda

Vay benim canım Mican’ım / Dünyalarda bir canım.

Gezi rehberi

Coğrafya: Bolu’ya 100 kilometre, Mengen’e 10 kilometre uzaklıkta. Deniz seviyesinden 742 metre yükseklikte.

Ulaşım: Batı’dan Bolu ve Mengen yoluyla, doğudan Eskipazar üzerinden, kuzeyden ise Devrek ve Mengen yolu kullanılarak ulaşılabilir.

Konaklama/Dinlenme: Bölge henüz keşfedilmediği için konaklama ve dinlenme tesisi yok. Ancak, çevre her türlü kamp ve doğa yürüyüşü etkinliklerine olanak vermektedir. Misafiri seven yöre halkı son derece yardım severdir.

Metin ve fotoğraflar: Sinan Kılıç / Necla Çalışkan

Sırtçantam 5. sayı, Mayıs 2005