Kuzey Afrika’nın Öteki Çocuğu; Fas

İlk çocukluk yıllarımdan beri ele avuca sığmaz bir yaşam merakı taşırım içimde. Kendimle ilişkimi anlamlandırma, kendi varoluş hikâyemi eylemselleştirmemde bu merak duygusu kimi zaman heyecanlı kılar beni, kimi zaman da kendimi kendi zihin pratiğimde rahatsız kılar.

Ne zaman yola düşsem ya da kendi iç sesimi dinlemek üzere dünyadan geri çekildiğim bir meditasyon pratiği deneyimlesem odak noktamın tek bir yerde yoğunlaştığını fark ederim; kendimi ötekinde fark etmek.

Niçin seyahat ettiğim üzerine oldukça kafa yorduğum bir dönemden geçtim. Kendime ait bulduğum birtakım cevaplar var: Dünyasal oluş halinin başlı başına ne kadar ilginç bir deneyim olduğunu keşfederken farklı coğrafya ve kültürleri deneyimlemenin bu oluş halimde bir parçayı temsil etmesi. Kendime diğer bir iç bakışım ise, başkalarının ‘ben’ini görmenin, Descartes’in bende tohumlarını ektiği sözü; “insan, hayatında en az bir kez, bildiği her şeyden şüphe etmeli” sözüyle olan bağını kendi varlığımda anlamlandırmak. Zihnimde, dünyanın öteki yanlarına duyduğum merakla bu sefer Kuzey Afrika kıtasında bulunan Fas’a doğru yollardayım.

Yaptığım onlarca seyahat içinde Fas zihnimin odalarında çokça yer eden bir coğrafya oldu. Öyle bir coğrafya ki, batı medeniyetine ait izler ararsanız mutsuz, onu ait olduğu kıtanın gelişimi içinde anlamaya çalışırsanız sizi çokça şaşırtacak bir ülke. İşte buradaki seyahat süreci tam da sizin derinleşme perspektifinizle ilgili. İşte ben Fas’ı kendi zihnimin sınırlarıyla anlamlandırmaya çalışırken o aklımın sınırlarına, bilime ve bilindik fenomenler dünyasına dil çıkaracak!

Kendi modernite macerasını yazma konusunda inatçı olan Fas ülkesi tüm dünyada, ‘Marok’, ‘Morocco’, ‘Maroc’ isimleriyle çağrılır. Ülkemizde Fas şeklinde söylenmesi, Osmanlı döneminde buranın başkentinin Fes olması ve feslerin buradan alınmasından kaynaklanır. Arap coğrafyasının en batısındaki konumundan dolayı ise, bölgede,  Arapçada batı anlamına gelen ‘Mağrip’ olarak adlandırılıyor. Fas aslında kabillerin torunları Berberilerin yurdu. Yedinci yüzyıldan sonra Arapların eline geçiyor ve Berberiler İslamiyet’i kabul ediyorlar. Anadillerini unutmuyorlar ama maruz kaldıkları baskılardan dolayı da akademik dil olarak kullanamıyorlar ta ki son yıllara kadar. Şu anda resmi dil olarak akademide yerini alıyor ve pek çok yerde tabelalarda da rastlayabiliyorsunuz.

Arap istilasından sonra ise sırasıyla, Portekiz, Fransız, İspanyol istilası başlıyor. Fas’ın Fransa ile diplomatik ve ekonomik ilişkileri halen güçlü bir şekilde sürüyor. Fas her ne kadar bir krallık olsa da işlevsel bir parlamentosu olduğu için laik bir yaşam biçimine sahip. Şimdiye kadar çok ciddi İslami siyasal eylemlere rastlanmamış. Bu yönüyle kıtasındaki diğer ülkelerden ayrılıyor. Kral VI. Muhammed ve şu an ayrıldığı eşi kadın hakları, toplumsal eşitlik ve okullaşma konularında ciddi adımlar atmışlar. Sohbet ettiğim çoğu yerel halk bu gelişmelerden memnun olduğunu ve kendilerini komşularından daha farklı gördüklerini dile getiriyorlar. Hatta sarayın bahçesinde oldukça büyük bir kanser araştırmaları merkezi bile kurmuşlar.

dümdüz, palmiye ve zeytin ağaçlarıyla çevrili bir yolda, Berberice, Darija ve Fransızca sesler duyarak ilerliyorum. İspanyolcada ‘beyaz ev’ anlamına gelen Kazablanka’daki Fransız, Portekiz ve İspanyolların batı mimarisiyle eski Mağrip mimarisinin sentezini hayranlıkla inceliyorum. Ülkede İslamiyet’in yayılmasıyla bölgeye ait bir Arapça olan Darija yaygın olsa da Berberilere dayanan bir yerel kültürleri var. 1956 yılında bağımsızlığını elde edene kadar Fransız egemenliğinde olmalarından kaynaklı hayatın her alanında (yemek, dil, sanat, mimari, yollar, hukuk sistemi, devlet kurumsallaşması…) Fransız etkilerini görmek mümkün. Kazablanka bir nevi Fas’ın İstanbul’u. Kazablanka’da, 12. yüzyılda Endülüs’e sefer düzenlemek için askeri bir üs olarak kurulan başkent Rabat’a göre daha fazla ticari ve turistik faaliyet gerçekleşmekte. Ben de şehrin olmazsa olmazlarından, kentin okyanus kıyısı doldurularak yapılan, Mekke’den sonra dünyanın en büyük camisi olan Kral II. Hasan Camii’ne gidiyorum. Görkemli mimarisi sadece ibadet için gelenleri değil turistleri de ağırlıyor.

Fes benim için Fas’ın en otantik şehri oldu. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Medina (eski yerleşim) 9 binden fazla sokağı ile dünyanın trafiğe kapalı en geniş yerleşim alanı olarak biliniyor. Kaktüs lifinden yapılan ipek denilen geleneksel kıyafetler, labirent gibi daracık sokakları, farklı renklerle işaretlenmiş altı ayrı rotayla gezilebilen devasa bir arka bahçe. Sosyal yaşamı gözlemek için en ideal yer bana kalırsa bir de benim gibi sokaklarda kaybolmayı sevenler için bir cennet. İbn Haldun’un da mezun olduğu Karavayyin Üniversitesi bin yılı aşkın süredir kesintisiz eğitim veren, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan dünyanın en eski üniversitesi olarak bu medinanın içinde yer almakta. Sırada Chouara Tabakhaneleri var. Tabakhanenin girişinde elime bir tutam nane veriyor görevli, kötü kokuya karşı. 12. yüzyıldan beri geleneksel yöntemlerle ham deri üretiliyor burada. Renklendirme işlemi ise tamamen doğal yöntemlerle yapılıyor. Gelincik, çivit otu, safran ve kınadan yararlanılıyor örneğin.

Okyanus kıyısındaki bu ülkede çölün de etkisiyle gökyüzünün ferah ve uçsuz bucaksız görüntüsü beni çok heyecanlandırdı. Benim için sıra dışı başka bir görüntü ise, neredeyse sadece Fas’ta yetişen Argan ağacına keçilerin her yıl haziran ayında çıkarak meyvesini yemeleri oldu. Gördüğünüz şey ise ağacın yaprağı gibi duran keçiler oluyor. Bu bölge 1998 yılında UNESCO tarafından biyosfer alanı olarak sınıflandırılmış. Sonra sokaklara karışıp pazar yerlerini gezmeye başladıkça indigo mavi ve mavinin pek çok tonunu içeren eşyaların satıldığını görüyorum, bana yol boyunca izlediğim gökyüzünün mavisini hatırlatıyor. Yemeklerinde çokça kullandıkları safran, zencefil, tarçın ve kişnişin renkleriyle tezgâhlar epey şenlikli. Mavi demişken Rif Dağları’nın eteklerindeki masmavi şehir Şafşavan’ın hikâyesini yerinde deneyimlemek üzere yola koyuluyorum. Mavi rengin Yahudi inancında gökyüzü temsilcisi olduğu ve Yahudi cemaatlerin kumaşlar, duvarlar gibi pek çok şeyi maviye boyadıklarını öğreniyorum. Mavinin kullanımı hakkında pek çok tarihsel teori mevcut. Buradaki mavinin kullanımı İspanya gibi diğer Akdeniz ülkelerindeki akrebi, böcekleri uzaklaştırma amacıyla değil. Bunlardan en çok desteklenen teori; İspanyol fethinden kaçan Yahudilerin bu kasabaya yerleşerek dini bir temsil olan maviyle yolları, evlerini boyadıkları ve “biz buradayız, hayattayız” dedikleri zamanla bölgeye yerleşen Müslümanların da aynı temsili sürdürdükleri yönünde. Yahudiler kralın danışmanlığı gibi önemli konumlarda çalışıyorlar ve ülkede kayda değer alanlarda söz sahibiler.

Kendimi başka bir dünyanın şehrinde gibi hissettiğim, sanki tüm dünya halkları olarak Jemaa El Fna‘da(Kıyamet Meydanı) toplanmışız da kaotik bir koronun parçalarıymışız gibi hissettim UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Marakeş’in bu mistik meydanını gezerken. Jemaa El Fna’nın kıyametler meydanı olarak adlandırılmasının sebebi 11. yüzyılda halka açık infazların yapılmasıymış. Özellikle akşam saatlerinde müthiş bir kalabalığın olduğu; ikinci el diş satıcıları, yılan oynatıcıları, sokak lezzetleri, kına işleyicileri, akrobatlar, yerel çalgılarıyla müzisyenler, hikâye anlatıcılarıyla dünyanın yaşayan ender meydanlarından birinde daha önce hiç rastlamadığım bir kültürel deneyim yaşıyorum. Ayrıca Nastassia Kinski’nin Harem filminin çekildiği Bahia Sarayı; Fransız Ressam Jacques Majorelle’nin kaktüs ve bambularla renklendirdiği bu bahçe Majorelle öldükten sonra Yves Saint Laurent’e satılıyor ve O ölünce de külleri de bu bahçeye atılıyor.

Buradan asilerin şehri olarak bilinen okyanusun kıyısındaki Essaouira’ya devam ediyorum. MÖ 7.yüzyılda Fenikeliler tarafından keşfedilen bu şehirde, Yahudi, Hristiyan ve Müslüman mahalleleri arasında keskin sınırlar olmaması dikkatimi çekiyor. Diğer şehirlerde bunu fark ederken burada böyle bir ayrım yok. Tam bir Portekiz esintisine sahip şehirde, kölelik tarihini anlatan Gnawa müzik festivali düzenleniyor. Bu özelliğiyle müzik dalında UNESCO yaratıcı şehirler ağında. Bob Marley, Jimi Hendrix’in yolları da buradan geçmiş ve bir dönem Afrika’nın hippi şehri olarak adını duyurmuş. Nisan-Kasım tarihleri arasında da rüzgâr sörfü yapanların uğrak noktası. Othello ve Game Of Thrones’un da bazı bölümlerine ev sahipliği yapmış. Bu şehri düşününce en çok hissettiğim şey muazzam bir hafiflik duygusu oluyor.

Sahra Çölü’nde yaşayan yerel halkla sık sık sohbet etme imkânım oldu ve sadece çölü deneyimlemek üzere yolumun tekrar düşeceğini biliyorum bu dünyada yürüme serüvenimde.

Metin ve fotoğraflar: Duru Esma B. Bayar