Bir film setini andıran sokakları, sıcakkanlı halkıyla ‘mutluluk nedir?’i sorgulayacağınız muazzam bir coğrafya Küba…
Karlı bir İstanbul gününde yola düşüyorum yine. Bu sefer UNESCO’nun yaptığı bir araştırmaya göre en çok gidilmek istenen ülkelerden biri olan Küba’ya varmak için uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Delicesine merak ettiğim bu topraklar havaalanına iner inmez tüm coşkusuyla karşılıyor beni ‘’Bienvenidos’’ diyor bana, hoş geldin. Havaalanı Küba bağımsızlık mücadelesinin simgelerinden bir şairin ismini taşıyor; Jose Marti. Jose Marti’nin bir şiirinde dediği gibi hissediyorum tam da o anda, ‘ben aydınlık ve özgürlük delisiyim.’ Ülkeye girebilmek için; yeşil, gri ve diplomatik pasaport hariç vize isteniyor fakat zorlu bir süreç değil. Yürüyerek dışarı çıkıyorum, yola düşme özgürlüğünün tadını çıkarıyorum.
Karayipler’de bir ada ülkesi olan Küba’nın özgürlük mücadelesi çok eskilere dayanıyor.1492’de Kristof Kolomb’un adaya çıkmasıyla burası İspanya toprağı ilan ediliyor ve üç asır kadar süren bu sömürgeleştirme yerli halkın yok olma noktasına gelmesiyle sonuçlanıyor. Bunda şeker kamışı ve tütünün bolluğu, kısacası toprağın bereketinin insanın aç gözlülüğüne yenik düşmesinin payı büyük. 19. yüzyılda ise bölgede İspanyol etkisi azalıp ABD etkisi artıyor. ABD’den yaklaşık 150 km ötede olması adaya erişilebilirliği kolaylaştırıyor. ABD’nin müdahaleci etkisi, ekonominin kumarhane, kulüp gibi yerler etrafında şekillenmesi gelir eşitsizliğine ve halkın mutsuzluğuna sebep olunca devrim zemini hızlanıyor. Bu tarihi bağlar Küba’ya beysbolu taşıyor. Bir de İspanyol göçmenler, Afro Kübalılar, Çinliler’den oluşan bir nüfus. Eğer giderseniz 1950’lerden itibaren Batista yönetimine karşı olan Fidel Castro, Che Guevara, Camillo Cienfuegos ve arkadaşlarının devriminin izlerini görebilirsiniz tüm Havana’da. Capitol Binası, Devrim Müzesi bunun en güzel örneklerinden. Devrimden sonra ekonomik reformlar yapılmış fakat ekonomik kriz bitmemiş.1960’da SSCB ile yakınlaşan Castro liderliğindeki Küba’ya füze yerleştirilmesi SSCB ve ABD ile ilişkisinde yeni bir dönem başlatmış; Amerikan ambargosu, gündelik hayattaki internet, ilaç, yiyecek gibi pek çok ihtiyaca erişimi kısıtlı hale getiriyor.
1991’de kendilerine destek olan SSCB’nin yıkılmasıyla ekonomik kriz iyice büyüyor. Obama döneminde ABD ile ilişkiler yumuşuyor. Raul Castro’nun 2006’da yönetime gelmesiyle cep telefonu, internet kullanımı, çiftçilerin toprak sahibi olması, yurt dışına turistik seyahat yapabilme gibi esneklikler başlıyor. İnternete erişim hala kısıtlı ve pahalı.
Küba’nın bu zorluklarla dolu tarihini tam olarak anlamak için epeyce okuma yapmak gerek gibi görünüyor. Fakat halkla konuştuğunuzda buradaki hayat standartlarını zor olarak tanımlayanlar kadar mutlu olduğunu söyleyenler de var. Sanırım mutluluğun tanımı, ‘sahip olmakla olmak’ arasındaki koca bir karmaşa. Her yerden yükselen müzik sesleri, salsa, çaça yapanlar, kahkahalar, sokaklardaki tazelik, mülkiyetleştirme ve mutluluk arasındaki ilişkiyi sorgulamama sebep oluyor, beni gülümsetiyor. Pek çoğumuz için ciddi bir stres kaynağı olan sağlık, gıda ve eğitime erişim, barınma devlet eliyle sağlanıyor. Temel gıdaların büyük bir bölümünü karşıladıkları (tavuk, süt, pirinç vs) karne sistemi var. Pek çoğumuzun mahrum olduğu müzik, tiyatro gibi sanatsal ve kültürel faaliyetlere erişim anayasal hak ve pek çoğu ücretsiz ya da çok düşük ücretli. Kasabalar, köylerdeki insanlara da götürülüyor bu hizmetler üstelik. Bu rejimde yaşamaktan hoşlanmayanlar dahi Batista dönemindeki zorluklardan kendilerini kurtardığı için Castro ve arkadaşlarına şükran duyuyorlar.
Tüm bu fırtınalı tarihten sonra gelin şimdi şehir şehir dolaşalım. Başkent Havana’da (La Habana), eski, yeni ve daha modern yapıların olduğu üç ayrı bölge var. Eski Havana’daki puro içen yerel kıyafetli insanlar, at arabaları, katedral, tapınak, kent müzesini, Devrim müzesini, Devrim Meydanı’nı Atatürk’ün büstünü ve bu yazıya sığmayan pek çok güzelliği ziyaret edebilirsiniz. 22 yılını Küba’da geçiren ve halk tarafından çok sevilen, Nobel Edebiyat Ödülü alan kitabı ‘İhtiyar Balıkçı ve Deniz’i burada yazan Ernest Hemingway’den bahsetmezsem olmaz. Katedral Meydanı’na çıkan sokakta mojitosunu yudumladığı barda onun izini sürübilirsiniz. Ayrıca Cojimar kasabasındaki evi de ziyarete açık. Ve ayrılmakta zorlandığım Trinidad. Şeker değirmenlerinin merkezi bu bölge 1500’lerde kurulmuş. Rengârenk ve dantelle süslenmiş evleri, at arabaları gibi detaylar bir masalda yaşıyormuşum hissi veriyor. Bir de akşam yemeğini antikalarla süslenmiş müze restoranda salsa eşliğinde yerseniz kişisel tarihinize mükemmel bir hediye vermiş olursunuz. Kuzeyindeki beyaz kumlu, masmavi su benim gibi bir deniz tutkununu baştan çıkarıyor. Rotayı Varadero’ya çeviriyorum. Upuzun sahili ve kristal mavisi deniziyle turistler, dalış meraklıları için uğrak bir yer. Deniz için Trinidad’dan daha çok tercih edilmesine rağmen ben Trinidad sahiline hayranlığımı sürdürüyorum.
Benim için bir yolculuğu bitirmek demek zihnimdeki o eşsiz tadı hatırlayınca oraya ait tüm renkleri, kokuları, anıları aynı coşkuyla yaşamak demek. Çok daha fazlasıyla ayrılıyorum Küba’dan tekrar gitmenin hayalini kurarak…
Metin ve fotoğraflar: Duru Esma Bardakçı Bayar