Çok haşmetli gözüküyor. Eskisi gibi… Bu eski kerpiç evlerden oluşan, Ermenilerden kalma mahallede büyüdüm. Kendimi pencerenin önünde, maket dediğimiz tahta sedirin üstüne çökmüş ona bakarken hatırlıyorum.
Kanserden ölen halam, annem, babaannem kızarmış ekmek kokları içinde kahvaltıyı hazırlıyorlar. Erken kalkmanın en güzel iki yanlarıydı; mis gibi kokan kızarmış ekmeğe sürülen tereyağı ve güneş ufukta yükselirkenki kırmızılığıyla haşmetli kalenin görüntüsü… Aynı manzarayı akşam gün batımındaki kızıllığıyla da seyretmeye doyum olmazdı.
Dedem radyoyu açardı, Polis Radyosu’nu bulmak için cızırtılar içinde frekanslar arası boyutsal yolculuğum başlardı. Ve o zaman giderdim uzaklara. Heyecanlı bir maçı sunar gibi hızlı konuşan spikerlerin sesleriyle. Kim bilir ne kadar kilometrelerce uzaklardan gelen sesleriyle (tek televizyon kanalı TRT’de gördüğüm), filmler kadar ancak geniş olan ufkumda onları düşünürdüm. Ve demdin deyişiyle gâvurların yaşantılarını… Düşünüyorum da; o zamanlar da ortalığı karıştıran yine Amerika’ydı…
Kahvaltı hazırlanırken odaya girip çıkan, halamların ayak sesleri küçük şiddetli bir depremi andırırdı ahşap evde. Çiviler nice kere gıcırdardı da gıcırdardı deliklerinde. Ve her sabah söylenirdi, “bu ev yıkıldı yıkılacak, ne zaman tamir ettireceğiz” diye. O yaşlı ev de dayanırdı, Afyon Kalesi’ne karşı dimdik durarak, sanki ‘hangimiz daha dayanıklı’ der gibi.
Pencereden sokağın sabah mahmurluğu bir başka gözükürdü. Taş döşeme caddenin üzerindeki geceden kalma çiğ, buhar buhar yükselirdi. O sokak böyle nefes alırdı. Ve bu bir uyanıştı. O evlerde nefes alırdı, her geçen gün yaşlı bir kadının yüzündeki çizgiler gibi sıvası çatlar, bazen dökülürdü.
Evin tüm gıcırtıları, kahvaltı telaşı, kadın gürültüsü, kızarmış ekmek kokusu, taş döşeme yoldan yükselen buharlar çocuk hafızalara kazınan birer fondular, dökülüp gelen Afyonkarahisar Kalesi’nin kırmızılığında…
Kafamı kaldırdım ve baktım, şöyle bir kaleye. Tırmanış ayakkabılarımı giyerken ve sokaktaki çocuk seslerinde çocukluğuma giderken mis gibi kızarmış ekmek kokusunu taa midemde hissettim. Garip bir ayindi sanki bu; içte kalmış arzuları ve bilinmeyeni keşfetme ayini.
Dilimde bir anonim türkü pelesenk… Hoop bir metre… Hoop bir metre daha derken, “vay be burası amma yüksekmiş başım döndü.” Tüm Afyonkarahisar şehri ayaklarımın altında.
‘Karahisar kalesi yıkılır gelir
Zülüfler gerdana dökülür gelir…’
Bu ilki yapmanın korkusu… Ben dedemin torunuyum, babamın oğluyum, annemim yavrusuyum hiç büyümeyen. Yaramaz…27 Ağustos 2003 yılında Afyonkarahisar’ın düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü kutlamalarında ‘İlk Kale Teknik Tırmanışı’nı kazasız belasız tamamladık. Ama benim beceriksiz tırmanıcı arkadaşlarımdan (Kartal Dağcılık Kulübü) hiçbiri kaleden düşme başarısını gösteremedikleri için, ‘Zafer Haftası’ programında olmamıza rağmen yerel basında bile yer alamadık. Tırmanış ekibi Ahmet Korkmaz, İrfan Durmuş, Melih Serdaroğlu, Lütfi Gümüşçay’a ve sponsor Şuayyip Demirel Mermer & Makine İthalat İhracat şirketine, Adnan Demirel’e teşekkürler.
Yazı: Fatih Serdaroğlu, fotoğraf: Boulderistanbul Arşivi
Sırtçantam 4. sayı, Nisan 2005