Yaz sıcaklarının ve toplumsal yangınların hepimizi bunalttığı ve karamsarlığa sürüklediği bu günlerde, kısa bir soluklanma için sizlere önerebileceğim şehirlerin başında Saint Petersburg gelir. Aslında, biraz uzun vaktiniz varsa Volga Nehri’nde bir yolculuk ve ardından değerli bir armağan olarak karşınıza çıkan Saint Petersburg, hem size unutamayacağınız anlar yaşatacak hem de ruhen rahatlama imkânı verecektir…
Neden Saint Petersburg?
Kendi deneyimimden yola çıkarak belirtmeliyim ki, Moskova başlangıçlı 10 gün süren Volga turu sizi masalsı bir yolculuğa çıkarıyor… Nehir gemisinin Moskova’da limandan ayrılışını izlerken, siz kıyıdan uzaklaştıkça kafanızda ve yüreğinizde sizi zorlayan, üzen her ne varsa bedeninizden uzaklaştığını hissediyorsunuz. O saatten sonra, kendinizi adeta düşsel bir yolculuğun kollarına teslim ediyorsunuz. Nehir üzerindeki uğrakları (Uglich, Yaroslav, Goritsy, Kizhi, Mandrogi ayrı bir yazı konusu olabilirler) geçip, dünyadaki sayılı güzel şehirlerin arasında apayrı bir yeri olan Saint Petersburg’a ulaşıyorsunuz. Bu şehre adım attığınız anda, o ana kadar lezzetli bir pastanın lokmalarını yemiş olduğunuzu ama şimdi üstündeki enfes kremaya sıra geldiği anlaşılıyor. Bu öyle bir tat ki, esas izlerini ruhunuzda bırakacak ve siz tekrar tekrar ayni tadı arayacaksınız… Saint Petersburg bu övgüleri hak etmek için size neler sunuyor, şimdi onlara bakalım…
Rusya’nın ikinci büyük şehri olan Saint Petersburg İstanbul’dan yaklaşık olarak 4 saat süren bir uçak yolculuğu ile fazla yorulmadan ulaşabileceğiniz bir şehir. Mayıs ve Ağustos ayları arasında meşhur ‘Beyaz Geceler’i deneyimlemek isteyenler için özellikle öneriliyor. Yaz aylarında sıcaklık 30 dereceye kadar yükselebiliyor, kış ayları ise soğuk ve karlı geçiyor. Her mevsim ayrı bir güzellikte yaşanıyor burada. Baltık Denizi’nin kıyısında ve Neva Nehri’nin üzerindeki çok sayıda adanın üzerine kurulmuş olması nedeniyle, size Venedik’i hatırlatabilir ki zaten ‘Kuzey’in Venedik’i olarak da isimlendiriliyor. Ne var ki, burada çok daha farklı bir hava soluyacağınızı daha ilk bakışta anlıyorsunuz.
Doğu ile batının birleştiği şehir
Bu şehir, Çar Büyük Petro (1. Petro) tarafından 18. Yüzyılın başında Rus Çarlığı’nın Avrupa’ya açılan kapısı olarak kurulmuş, 200 yıl Rus Çarlığı’nın başkentliğini yapmış ve 1914-1924 yılları arasındaki Rus İç Savaşı sırasında Petrograd, daha sonra 1991’e yani SSCB’nin yıkılışına kadar da Leningrad olarak anılmıştır. Bu tarihten sonra şehrin ismi yeniden Saint Petersburg olarak değiştirilmiştir. İç savaş ve devrimlerin yıkıcı günlerini geride bırakmayı bilmiş ve her seferinde yeniden yaratılmış bir şehirdir. 300 yıllık geçmişi ve doğuyla batının iç içe geçtiği mimarisi ile ilk bakışta asık yüzlü gibi algılanan siluetinin aksine, canlılığı ve hareketliliği ile sizi hayrete düşürecektir…
Birinci Petro zamanında inşa edilmesi neredeyse 100 yıl sürmüş olan Saint Petersburg, barındırdığı sanat ve kültür değerleri ile UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde haklı bir yer işgal ediyor. Bir doğu şehri sayılan Moskova’nın aksine, beş milyonluk nüfusu ve de bir rivayete göre Roma ve Venedik sentezi yapılanması ile Saint Petersburg kuruluş amacına tam da uyan bir şehirdir. Sayısız katedralleri, sarayları, bahçeleri, müzeleri, havuzları ve çeşmeleri ile sizde sanki bir film platosunda dolaşıyormuşsunuz hissini yaratıyor. Bu his şüphesiz Avrupa’nın birçok şehrinde sizi yakalayabilir ama farkı fark etmek için buradaki ihtişam ve masalsı dünyayı bir kez olsun görmek gerekir…
Neler Göreceksiniz? Gerçekler ve Düşler…
Birinci Petro’nun Versailles Sarayı’ndan etkilenerek yaptırdığı kışlık sarayı bugün ünlü Hermitage Müzesi olarak turistlerin büyük ilgi duyduğu bir sanat şaheseridir. İçinde çarların ve özellikle de Çariçe Katerina’nın özel sanat koleksiyonlarını barındıran bu müzede üç milyondan fazla sanat eseri sergilenmektedir. Her eser için bir dakika harcansa on bir yılda ancak gezilebileceği söylenmektedir. Onun için, bu olağanüstü müzeye en az yarım gününüzü ayırmanızı öneririm. Müze çıkısı sanat sarhoşu olacağınızdan, şehrin aktivite merkezi olan Nevski Prospekt üzerindeki birbirinden güzel kafelerde kendinize gelebilirsiniz. Bunlardan belki de en çarpıcı ve bir hikâyesi olanı eskiden ünlü Singer firmasına ait binanın ikinci katında yer alan geniş camekânlarıyla caddenin canlılığını içeriye taşıyan Singer Cafe, bir diğeri de yine ayni caddedeki bir zamanlar Pushkin’in uğrak yeri olan Literaturnaya Cafe’dir. Hangisinde isterseniz biraz soluklandıktan sonra caddeyi boydan boya yürüyerek keşfetmenizi öneririm. Dökülen Kan Kilisesi, Kazan Katedrali, Stroganov Sarayı (ayni isimdeki meşhur et yemeği buradan çıkmıştır), Ulusal Kütüphane, Katerina heykeli, Alexandrinsky Tiyatrosu yolunuzun üzerindeki önemli eserler olacaktır. Hazırlıklı olun, ihtişamlı binalar ve heykellerin büyülü atmosferi içinde yürürken, bir ara sokaktan tanıdık bir Dostoyevski kahramanı da her an karşınıza çıkabilir…
Çarın yazlık sarayı olan Peterhoff eşsiz güzellikteki bahçeleri ve havuzları ile ayrıca Pushkin Sarayı ve bahçeleri, Aziz İsak Kilisesi, tepeden şehre bakan Peter and Paul Kalesi de görülmeye değer yerler arasında… Peter and Paul Kalesi’nin yapılış tarihi olan 27 Mayıs 1703 şehrin doğum tarihi olarak kabul ediliyor. Ben özellikle Peterhoff bahçelerinde gezinirken, üst bahçesindeki depodan yer çekimi kuvveti ile tunçtan yapılmış çeşmelere ve oradan da aşağıdaki kat kat havuzlara dökülen suyun görüntüsünden çok etkilenmiştim… Bizde inşa edilen tekdüze ve sıkıcı havuzlu ortamları düşündüğümde, incelikli bir zevk ürünü olan bu bahçede şahit olduğum görsel şölenin sadece bir düşten ibaret olmadığına kendimi inandırmakta zorlandım. Böyle anlarda neyin gerçek neyin düşten ibaret olduğunu karıştırabiliyorum… Hatta bir ara, deniz kıyısındaki yazlık evin yanındaki bankta Anna Karenina’nın oturduğunu ve hüzünlü gözlerle ufku seyrettiğini bile görür gibi oldum…
Siz de benim gibi bir Dostoyevski hayranı iseniz, yazarın bir süreliğine yaşadığı ve müze haline getirilen evini, özel eşyalarını, Suç ve Ceza’nın yazıldığı odayı, hatta romanın gerçek kopyasını görmenin ne anlama geldiğini bilirsiniz. Fakat ne yazık ki ben şehri ziyaretim sırasında program değişikliği nedeniyle gidememiştim… Saint Petersburg beni sadece bunun için bile olsa yeniden çağırıyor. Şehirde ayrıca, Pushkin, Anna Akhmatova ve Rimsky Korsakov’un evleri de müze olarak turistlerin ziyaretini bekliyor.
Bu şehirde olup da bale ya da konser gibi bir sanat gösterisi izlemeden ayrılmak kabul edilemez bana göre. 19. yüzyıl sonlarında Moskova’nın Bolshoi Balesi’ne cevap olarak oluşturulan Mariinsky Balesi yaz aylarında kısmen tatilde ya da turnede olduğundan, belki birinci sınıf balerin ve baletleri izleme şansınız olmayabilir ama yine de sanatın hakkını sonuna kadar veren sanatçıların her gösterisi eşsiz anılar bırakacaktır.. Ben, Nevski Prospekt üzerindeki ufak bir tiyatroda ‘Kuğu Gölü’nü izleme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı görmüştüm.
Tüm bu aktivitelerden sonra hala biraz zamanınız varsa, kara yoluyla göremediğiniz köşeleri Neva nehrinde yapacağınız bir turla keşfedebilirsiniz. Çok sayıda ada, kanal ve köprü arasından süzülürken şehrin bir özetini de yapmış oluyorsunuz.
Alışveriş olanakları
Alışveriş olayına gelince, Nevsky üzerindeki Stockmann ve Gostiny Dvor gibi alışveriş merkezlerinden veya cadde üzerindeki pasajlarda ve ara sokaklardaki küçük dükkânlardan porselen, el yapımı takılar, işlemeli örtüler, şallar, ahşap ürünler alabilir ve eğer merakınız varsa birbirinden şık şapkaların satıldığı dükkânlarda kendinize uygun birini bulabilirsiniz. Ben sıcak bir şehirde yaşadığım için almaya yeltenmedim ama kürk kalpaklarda aklım kalmadı da değil… Nedense bunları gördüğümde gözümde canlanan sahne, 1960’ların unutulmaz Dr. Zhivago filminde Yuri (Omar Sheriff) ve Lara’nın (Julie Christie) karlar arasındaki bir evde buluştukları ve ayrıldıkları sahne oluyor… Dünyaca meşhur Rus votkası, çeşitli aromalı votka ve şaraplar da eve dönerken alabileceğiniz armağanlar olabilir.
Yeme-içme kültürü
Ben Volga yolculuğunun son durağı olarak Saint Petersburg’da birkaç gün geçirdiğim için, yemeklerimi gemide almıştım. Rus mutfağının oldukça zengin bir mutfak olduğunu söyleyebilirim. Ana yemek öncesinde bir başlangıç tabağı, sonrasında ise mutlaka bir çorba servis ediliyor. Çorbalarını çok sevdiğimi söyleyemem… Duru bir su içinde sebze ya da et parçalarının yüzdüğü çorbalar pek de benim damak zevkime uymuyordu ama karlı, soğuk bir Saint Petersburg gecesinde olsaydım farklı düşünebilirdim. Genellikle patates ve sebzelerle zenginleştirilmiş et ya da balık tabağı ve ardından enfes bir tatlı ile yemek seremonisi sona eriyor… Etli yemek olarak beef stroganov benim için baş sıradadır. Şehir içinde kendi yemek zevkinize uygun çok çeşitli alternatifler sunan mekânlar var. Bu konuda sıkıntı çekmeyeceğiniz garantidir.
Sonuç olarak, beyaz gecelerin romantik ortamında sizi büyülü düşler dünyasına taşıyacak olan Saint Petersburg, eşsiz mimari yapıları, sanatsal zenginliği, yerleşik kültürü ve belki de hiç ummadığınız kadar sıcakkanlı olan insanları ile de sizi etkileyecektir… Hemen hemen gün ışığının hiç kaybolmadığı ‘Beyaz Geceler’e denk gelmişseniz beden ritminiz biraz bozulabilir ama yine de bunu deneyimlemiş olmanın zevki üstün gelecektir. Emin olun, bu güzel şehir anılarınızda hak ettiği yeri bulacaktır…
Metin ve fotoğraflar: Seçil Ertem
11.08.2015