HATAY, ŞANLIURFA, MARDİN

Fotoğraf çekmeyi hobi edinmenin en güzel yanı sizi farklı yerlere sürüklemeye, farklı kültürleri tanımaya ve gezmeye teşvik etmesidir diye düşünüyorum. GAP turu da adlandırılan Şanlıurfa, Mardin, Hatay, şehirlerine bu geziyi sadece fotoğraf çekme isteğiyle yapmaya karar vermiştim.

İstanbul’a dönerken uçakta gözlerimi kapadığımda ise hafızamda kalan fotoğraflar gözlerimin önünden geçerken Türkiye’de böyle şehir ve kültürlerin varlığını görmenin mutluluğu, sevinci ve şaşkınlığı vardı.

Gezimi şu ana kadar hiç şaşmadığım ilkeye bağlı kalarak yine tur organizasyonu ile değil kendi başıma planlayarak yaptım. Tabi bunun pek çok dezavantajı da var ancak her şeyden önce ‘turist’ psikolojisine girmeme engel oluyor. Bu da bulunduğum bölgeye daha fazla konsantre olmamı sağlıyor. Bu sefer de gezi öncesinde internetten faydalanarak gideceğim yerleri, kalacağım otel / pansiyonları az çok belirleyip en önemlisi çekeceğim fotoğrafları kafamda planladım. Her üç il için en çok dikkatimi çeken veya bu şehirleri ziyaret eden arkadaşlarımdan en çok duyduğum şey ‘sokaklar’dı. Daracık sokaklar; evleri birbirine bağlayan üstlerinden köprüler geçen o daracık sokaklar…

Yolculuğum İstanbul-Antakya uçak seferi ile başladı. 15.30’da kalkması gereken uçağım rötarlı kalkınca Antakya’ya vardığımda hava kararmak üzereydi. Ne yalan söyleyeyim güzel duygularla başlayan gezim Antakya’nın ilk girişindeki çarpık kentleşme ve Hatay’la özdeşleşmiş Asi Nehri’nin hemen hemen kurumuş hali ile moral bozukluğuna dönüştü. Ancak doğru otel tercihimle, Eski Antakya diye bilinen yere adım atınca orada olma nedenimi hatırladım. Günümüzde tarihi eski her şehir gibi Antakya’nın da ‘eski’ ve ‘yeni’ diye adlandırılan bölgeleri var. Tabi benim hedefim Eski Antakya.. Her gittiğim üç ilde de öncesinde bu eski yerleşim bölgelerinde kalacak şekilde planlama yapmaya çalıştım.

Antakya’da ilk akşamım mezeleriyle ünlü yerel bir restaurantta yemek yemek ve gecenin o vaktinde kendimi hemen o ünlü sokaklarına atmak oldu. Labirent tarzındaki o daracık sokaklarda gece vakti dolaşmak beni ürkütmedi değil, ama fotoğraf çekmekse amacınız aynı yeri günün farklı zaman dilimlerinde görme şansını yaratmanız ya da riskini göze almanız gerekiyor.

Üç şehir için ayırdığım toplam zaman 6-7 gün olduğundan ve arada geçecek yol zamanlarını da dikkate aldığımda kısıtlı bir süre olduğundan günleri mümkün olduğunca verimli kullanmaya karar verdim. Ertesi günü saat 6 gibi kalkıp dün gece biraz çekinerek gezdiğim daracık sokakları tekrar gezmeye başladım. Eski taş evlerin arasındaki daracık sokaklarda yürümek gerçekten insanı günümüzün modern dünyasından alıp bilmediğiniz bir tarihteki sayfaya atıveriyor… ‘Neredeyim? Hangi tarihteyim diyor insan…’ Bu duyguları yaşarken bir yandan da ister istemez Avrupa’daki şehirlerle kıyaslamaya çalışıyorsunuz.

Avrupa’da şehrin tarihi yerleri aynen olduğu gibi büyük bir özenle korunurken sizin şehirlerinizde bir zamanların zenginliğini temsil eden tarihi yerler varoş kimliğine bürünmüş olabiliyor. Eski yapıların arasında derme çatma yeni gecekondular. Ama Avrupa’da tarihi yerler uzun bir süre sonra sadece taş binalar gibi gelmeye başlarken buralarda hala ‘sıradan’ insanların yaşamlarını sürdürmesi de buraya ayrı bir canlılık ve sanki gerçeklik katıyor…

Elbette Hatay’ı Hatay yapan en önemli özelliklerden birisi; pek çok dine mensup insanların bir arada yaşayabildiği bir şehir olması. Belki pek çok Hristiyan şehrinde bile olmayacak şekilde daracık bir alan içinde Katolik, Protestan ve Ortodoks kiliseleri ile sinagog ve elbette pek çok camiyi bir arada görebiliyorsunuz. Yaklaşık 5 – 10’ar dakika yürüme ile hepsini görüp gezebilirsiniz. Yalnız öncesinde açık olan saatlerini öğrenip gezerseniz zaman kaybetmemiş olursunuz. Antakya’nın hemen dışında Habibi Neccar Dağı eteklerinde yer alan St. Pierre Kilisesi. Hristiyanlığın ilk kiliselerinden ve bilindiği kadarıyla ‘Hristiyanlık’ kelimesi ilk burada kullanılmış. Burayı gezerken Türkiye’de yasayan Hristiyan bir baba, kızına burasının en az Mekke-Medine kadar önemli bir yer olduğunu ve Türkiye’nin burasını nasıl tanıtamadığını hayretler içinde anlatıyor. Tabi bana garip gelen bir şey olmadı!

Antakya’da gezdiğim diğer önemli yerler, Harbiye, Uzun Çarşı ve Mozaik Müzesi. Harbiye küçük küçük onlarca şelalenin yer aldığı güzel bir mesire yeri. Yorucu gecen günün ortasında buraya gelip yeşilin ve sadece su seslerinin arasında gözlerinizi kapatarak, bağdaş kurup oturduğunuz geniş minderde sıcak çayınızı yudumlamak muhteşem bir duygu. Tabi fazla uzatmadan minibüsle tekrar şehir ve Mozaik Müzesi. Ününü çok duyduğum ve dünyada kendi alanında ikinci olduğunu okuduğum bu müze Antakya’nın çeşitli bölgelerinde bulunmuş, henüz yurtdışına kaçırılma şansızlığına yakalanmamış pek çok mozaikten oluşuyor. Bu kadar mozaik eseri bir arada görmek etkileyici ancak maalesef çoğu mozaiklerde eksik parçalar var. Sonrasında yürüyerek Antakya’nın sembollerinden diğerine, Uzun Çarşı’ya. Oldukça geniş bir alana yayılmış bu çarşıda her türlü esnafa rastlayabilirsiniz. Ve benim gibi hayatını yemek yemeden sadece Türk tatlıları yiyerek geçirebilecek birisi için artık künefe zamanı gelmişti. Gözlerinizin önünde pişirilen, tabağınıza konduktan sonra üzerine sıcak şerbet dökülen künefeyi sağlam bir irade ile iki porsiyonda kesip otele doğru yola koyuldum.

Gezimin üçüncü günü; Hatay’dan ayrılık vakti gelmişti. Hatay’a ait mutlaka bahsetmem gereken konulardan birisi de Arapça konuşan insanların çok fazla sayıda olması. Elbette çoğu insanın tahmin edebileceği bir şey ama yine de insan garipsiyor. İnsanın kendi ülkesini, kendi ülkesinin insanlarını tanıması için gezmenin, bu insanların arasına katılmasının ne kadar faydalı olduğunu bir kez daha anlıyor insan. Sabah 09.00 otobüsüyle Şanlıurfa için yola çıktım. 3-4 saatlik bir yolculuk beklerken 7,5 saatte Şanlıurfa’ya varmam günün kötü sürprizi idi. Şanlıurfa’ya girişimde de gördüğüm ilk yerler yine yeni yerleşim alanlarıydı, ancak Antakya’nın tersine Şanlıurfa bana oldukça düzenli geldi. Beklediğimden çok fazla modern ve gelişmiş bir Şanlıurfa ile karşılaştım. Otogar’dan minibüsle yine şehrin eski merkezine, Balıklı Göl’e hareket ettim. Yine doğru bir seçimle eski bir han / konaktan yapılmış otelimde odama yerleştim. Akşam ilk işim Balıkgöl’e inmek ve ertesi güne kolaylık olsun diye etrafı anlamaya çalışmak oldu. Balıklıgöl’ü öncesinde avlusunda sadece balıklı bir gölün olduğu bir cami diye düşünüyordum. Ancak Balıklıgöl aslında eski Şanlıurfa’ya verilen bir ad ve oldukça geniş bir alan.

Ertesi sabah erken kalkarak bu sefer Şanlıurfa’nın dar sokaklarına daldım. Sabahın erken saatlerinde okula giden öğrencilerle, o daracık sokaklara açılan kapılardan çıkıp işlerine giden insanlarla karşılaşmak güzeldi. İnsan o kapıların ardındaki gizemli evlerde neler var, nasıl hayatlar var diye merak etmeden geçemiyor. Şanlıurfa sokaklarını Antakya sokaklarına göre biraz daha düzenli ve orijinal hali korunmaya çalışılmış olarak buldum. Ayrıca çok fazla çıkmaz sokak var ve kaybolmama şansınız yok.

Labirent sokaklardan çıkmayı başardıktan sonra sıra Şanlıurfa’nın ünlü hanları ve çarşısında. Bu bölge oldukça geniş bir alanda ve çarşı nerdeyse tamamen yerel kıyafetlerini giyen Şanlıurfalılarla dolu. Önce Sipahi ve Bedesten pazarlarını ve Bakırcılar Çarşısı’nı gezip sonrasında herkesin bahsettiği Gümrük Han’a girdim. Ortası açık bir avlu, dört tarafı iki katlı yapı ile çevrilmiş bir han. Avluda kahvehaneler var, oturup çayınızı içebilirsiniz. İkinci kat ise terzi ve tekstil atölyeleri ile dolu. Gerçekten bu şehirlerde bu eski yapılar henüz yaşamdan kopmamışlar.

Öğleden sonraki hedefim Harran. Minibüsle yaklaşık 1 saatte ulaşabiliyorsunuz. İlçe olalı yaklaşık 20 sene olmuş, ancak hala bir köy gibi. İner inmez etrafınızı size rehberlik yapmak isteyen çocuklar sarıyor. Kaçmaya çalışmak imkânsız, en iyisi aklı başında gözüken bir tanesiyle anlaşmak, cüzi bir paraya size eşlik edip gezdiriyorlar. Harran diye bilinen yer aslında ilçeden yaklaşık 1-2 km kadar uzaklıkta eskiden daimi ev olarak kullanılan ancak şimdi daha çok bazılarının yazın kaldığı ya da depo olarak kullandığı bazılarının da turistik amaçlı kullandığı kümbet evlerden oluşuyor. Bu evler çoğunlukla taşlardan yapılmış ancak dışları çamurdan. Buralarda gördüğüm yerel halkın hemen hepsi Arap ve çoğu tam anlamıyla Türkçe bilmiyor.

Harran’dan sonra farklı bir Türkiye ile karşılaşmış olmanın verdiği değişik duygularla otele döndüm. Ertesi sabah gezimin son şehri Mardin için otelden ayrıldım. Mardin’e otobüsle gitmem de 3.5 saati buldu. Mardin’deki otel seçimim eski bir kervansaraydan yapılma bir otel oldu. Otelden hemen ayrılıp eski Mardin’in merkezi olan Cumhuriyet Meydanı’na geldim. Burda Mardin Müzesi’ni gezip yine kendimi sokaklara attım. Mardin’in diğer şehirlerden farkı bir dağın eteğine kurulması ve doğal olarak yokuş ve merdiven sokaklar çok fazla. Şanlıurfa ve Antakya sokakları gibi dar ve karışık. Ancak onlardan farklı olarak ‘abbara’ denilen tünellerin çok fazla olması. Her yerde tünellerin, evlerin altından geçiyorsunuz. Bu abbaraların hemen hepsi İBB tarafından restore edilmiş.

Mardin’de eski yapıların sayısını diğer iki ile göre daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bunların pek çoğu da restore edilmiş. Gezdiğim ve tavsiye edebileceğim önemli yapılar Zinciriye Medresesi, Kırklar Kilisesi, Ulu Cami, Latifiye Cami ve tarihi PTT binası olabilir. Ancak Mardin’de de bu tarihi yapılar arasında gördüğüm yeni derme çatma binaların tarihi yapıyı bozduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Ertesi günü sabah artık gezinin son gününün verdiği yorgunlukla da bir taksiciyle anlaşarak Hasankeyf’e gitmeye karar verdim. Buraya kadar gelip suların altında kalacağı söylenen Hasakeyf’i görmeden gitmek doğru olmazdı. Yola çıktıktan sonra yol üzerindeki Deyrulzafaran Manastırı’na uğradık. Süryanilerin Suriye’ye taşımadan önceki merkezi bu manastırmış. Şehirden yaklaşık5 km uzaklıkta bir dağın eteğinde büyük bir kilise ve oldukça güzel. Mardin’e gelen herkesin uğraması gereken bir yer.

Daha sonra yaklaşık100 km sonra Hasankeyf’e vardık. Gittiğim gün Cumartesi de olduğundan oldukça kalabalıktı. Bu kadar turistik bir yer olacağını düşünmemiştim. Hasankeyf’de en dikkat çekici şey tepenin üzerindeki onlarca belki de yüzlerce küçük mağara evler. Tepe de ayrıca bir kale var. Oraya çıktığınızda göreceğiniz aşağıdaki manzara muhteşem.

Sonrasında yine Mardin’e, gezimin son gecesini geçirmek üzere otelime döndüm. Ertesi sabah da Mardin-İstanbul hattı ile gezimi bitirmiş oldum. Çok değişik yerler gördüm, değişik insanlar tanıdım, yapabildiğim kadarıyla fotoğraf çekmeye çalıştım ama en önemlisi sanırım İstanbul’daki yüksek katlı binalardan kafamı çıkarıp gerçek Türkiye’yi tanıma konusunda bir adım daha atmış oldum.

Yazı ve fotoğraflar: Özgür Kaya Mutlu

15.12.2011