Sabah erkenden kalkıp istasyonun yolunu tuttum. Yine bir cehennem sıcağı beni karşılamıştı. Sabah böyleyse öğleni düşünemiyordum. Bir an önce trene atlayıp bundan kurtulmalıydım. Atina’ya tren bileti almak için gardan içeriye girdiğimde sıranın epey kalabalık olduğunu gördüm.
Eleni’ye hoşça kal demek için bu fırsattı. Eleni’nin ısrarlarına ve taze bir bardak çaya hayır diyemedim. Çocuklarından bahsetti ilk defa. O an onlarda Göcek’te tatildelermiş. Eşi Türk’müş ve uzun yıllar Türkiye’de yaşamışlar. Muhabbet sırasında o da Atina’ya değil de Halkidiki’ye gitmem gerektiğini söylemişti; ‘Kafanı dinlemek, yalnız olmak istiyorsun. İşte sana fırsat, git oraya ve huzurlu zaman geçir’, aynen sözleri bunlardı.
Tren garından çıktım çünkü Atina’ya gitmiyordum. Ani bir kararla Halkidiki’ye gitmeye karar verdim. Eleni bana otobüs terminaline gitmem için belediye otobüslerinin numaralarını vermişti. Yine bedava birkaç in – bin yaptıktan sonra otobüs terminaline ulaştım.
Halkidiki, Ege Denizi’nin içine girmiş dar ve uzun üç yarım adanın oluşturduğu bölgeydi. Şekli Zeus’un elinde tuttuğu 3 çatallı asaya benziyordu. Kassandra, Sithonia ve Athos adalarına sahip Halkidiki hakkında çok enteresan bir şey öğrendim. Bu üç adadan en doğuda olan Athos, dünyanın ve Yunanistan’ın tek kadınsız bölgesi. Kadınların girmesi gerçekten yasak. İçerisinde ki 20 adet manastır ve 2 bin kadar rahipten oluşan nüfusuyla, Yunanistan’a bağlı ayrı bir devlet konumunda çünkü o 20 manastırı temsilen 20 kişilik bir meclisleri bulunmaktaymış. Rahiplerin manastırlarda çok kaliteli şaraplar yaptıklarını duydum.
Gitmek istedim ama oraya gidecek otobüs bulamadım. Araba ile gitmek çok daha mantıklı olurmuş. Harita kullanmadığım için rastgele bir yerlere gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Bilet alınacak bölmenin üzerinde Kassandra ve Sithonia adalarına ait yerleşim yerlerinin adlarının yazılı olduğu tabelalar vardı. Önce Kassandra’ya gitmeye karar verdim. Yunan mitolojisinden duyduğum bir şeydi en azından. Sonrada 20’ye yakın yerleşim yerinden birini seçip bilet aldım. Otobüs saatini beklemek için dışarıya çıkıp bir şeyler içtim. Yol üç saat kadar sürecekti. Muavine de beni gideceğim yere gelince uyarmasını söyledim. Şu kadarını söyleyeyim rüya gibi bir yolculuk yaptım. Hala unutamıyorum. Ege Denizi’nin içine doğru giriyorduk resmen. Sahilden geçen yolda ilerledikçe gemi de gibi hissediyordum kendimi. Geçtiğimiz her yerleşim yeri bir diğerinden daha güzel oluyordu. Düz bir mantıkla benim gideceğim yer daha güzel olmalıydı diyordum. Ve birçok turist vardı. Yaz olduğu için herkes denize gidiyordu. Otobüste ki insanlar buraların her birinde teker teker iniyordu. Bir süre sonra, önce otobüste hiç turist kalmadı. Durumdan ufak kıllandım ama sonuçta bir karar vermiştim gitmeliydim. Sonra da o güzelim manzara, yerini dağa, taşa bırakmaya başladı.
Bileti aldığım istasyonda gördüğüm haritanın, yani Kassandra’nın en uç noktasındaydı benim ki. Umudum vardı hala. Bana üç saat sürecek dedikleri yolda beşinci saate gelmiştik. Akşam olacaktı neredeyse. Sonra muavin geldi ineceğim yerin burası olduğunu söyledi. Otobüste neredeyse kimse kalmamıştı ve muavinde İngilizce bilmiyordu. Hiçbir şey soramıyordum. Sadece ben ve yaşlı bir teyze indik. Otobüs hareket edip gittiğimde bir-iki dakika orada çakılı kaldığımı hatırlıyorum. Sanki boş bir arazinin ortasında bırakılmış gibiydim. Burada hiçbir şey yoktu. Yerleşim yeri bile yoktu. İleri de ormanlar ve ve dağlar vardı. Araya tek tük evler serpiştirilmiş. Ne yapacağımı bilemedim. Hava kararıyordu bir yere sığınmak zorundaydım.
Yürüdüm ve ilk gördüğüm dükkâna girdim. Derdimi anlatmaya başladım ama adamda benimle Yunanca konuşuyordu. İletişimimiz sıfırdı. Sonra gitti ve benim yaşlarımda bir kız getirdi. Kız İngilizce biliyordu. Geldiğim bu yerin bir turist için çok saçma bir yer olduğunu, burada kalacak bir yer bulamayacağımı ama 5 km ilerdeki köyde eğer insanlara rica edersem belki kalabileceğimi söylemişti. Neredeydi peki o güzelim kum sahiller?
Kızın beni endişelendiren konuşmasından sonra çaresizce yürümeye başladım. Kafamdan hesap yapıyordum. Güneşin batmasına yarım saat vardı. Eğer hızlı yürürsem belki de güneş batmadan oraya gidebilirim diye düşündüm. Etrafta kimseler yoktu. Yürümek zorunda olduğum yol, çorak bir arazinin ortasından geçiyordu. İleride gözüken ise yolun devamının bir ormana girdiğiydi. Açıkçası ne yalan söyleyeyim ilk defa korkmuştum. Ama kendi hatamdandı. Güzel gördüğüm yerde inmeliydim. Bu durumdan kurtulmalıyım diye düşünürken, arazinin ortasında gidecek yer bulamazken, bu sefer de peşime köpekler düştü. Resmen havlayarak üzerime geliyorlardı. Dört tane sokak köpeği. Kaçsam bir dert, kaçmasam bir dert. Köpekten korkmam ama hani çok yakınınızda dişlerini göstererek havladığında tedirgin olursunuz, içiniz ürperir ya o haldeydim. Tek çarem otostop çekmekti. Zaten en başında neden yapmadıysam, inat ettim yürürüm diye. Köpekleri sakinleştirip otostopa başladım ama ortada araç yok ki. Geçen de pek almaya yanaşmıyor. Bomboş, ıssız bir yerde sırtında çanta, üstü başı kir içinde birini görsem bende almazdım arabama belki. Önce bir Skoda’yı kovaladım, olmadı. Geçen bir motosikletli beni yine tedirgin etti. Uzun süre suratıma baka baka ilerlediler, tipleri hiç tekin değildi.
Gece oldu olacak derken, arkasına tekne bağlı olan eski model bir Mercedes durdu. Süper sevindim ve koştum ileriye doğru. Kapıyı açtığımda adam bana yine Yunanca bir şeyler söyledi. Turist olduğumu söyleyince yüzü güldü “atla hemen” dedi. Vasilis’te pek İngilizce bilmiyordu. Kelimelerle benimle anlaşmaya çalışıyordu. Ama gayet anlaşıyorduk. Ona orada kalacak bir yer bulmak istediğimi söyledim. O da aynı şekilde bulamayacağımı söyledi. Bir süre sonra muhabbet nereli olduğuma gelince, bende direk “Türk’üm” demiştim.
O neşeli, yüzü gülen adam benim bunu söylememden sonra nasıl değişmişti hala hatırlıyorum. Suratı düşmüştü resmen. İstanbul konusunda konuşmaya başladı ve sürekli “orası bizim” demeye çalışıyordu. Klasik Konstantinopolis geyiğini de yapmayı ihmal etmedi tabi. Sesindeki siniri anlayabiliyordum ve bu beni tedirgin ediyordu. Biran önce o kasabaya gelmek istiyordum artık. Eğer yürüseymişim muhtemelen ormanın içinde kaybolurmuşum. 5 km’den bence daha fazla bir yoldu. Vasilis ile geçen gergin dakikaların sonunda, yerleşim yerlerine gelince direk inmek istedim.
Vasilis beni indirmedi ve kendi evinin önüne kadar götürdü. İndikten sonra gitmek istediğimde de koluma girip “istersen benim evimde kalabilirsin” dedi. En baştan böyle bir şeyi söylememişti. Onu bir noktadan sonra hiç samimi bulmamaya başlamıştım zaten. Belki de alakası yoktur düşüncelerimin ama o an öyle hissetmiştim ve adama teşekkür bile etmeden oradan uzaklaştım. Uzaklaştım, uzaklaştım da nereye? Gece karanlığı çöktü. Etrafta bir tane bile araç yok. Ne kalacak bir yer, ne de başka bir şey var. Sadece evler…
Gidip direk birinin kapısını da çalamam. Umudum tamamen yitip gitmişti. Hani sokakta birini görsem yalvaracağım artık o derece. Ben kendimi sağlama alıp kuytu bir köşe buldum. Geceyi sokakta geçirmek için hazırlık yapmaya başlamalıydım. Zaten yaz günü, sabah olduğu zaman da direk gider o geçtiğim güzel yerlere dönerim diye düşünüyordum. Karton bulup kartonun üzerine yattım. Çok ıssızdı. Karanlıktan nerede olduğumu bile göremiyordum ama yola yakındım. Tam o sırada uzaklardan bir aracın geldiğini görünce yerimden doğrulup hemen yola fırladım. Ne olursa olsun ona binmeliydim buradan daha saçma bir yere gidemezdim her halde. Önce bunun bir otobüs olduğunu görünce ‘acaba’ dedim içimden. Otobüs yaklaştıkça yüzümde açan güllerin nedeni, üzerinde yazan yazıydı. Yunanca ‘Thessalonikhi’ yazıyordu. Yani ‘Selanik.’ Tüm planlarımı değiştirip geldiğim ve günümü harcadığım Halkidiki’den şimdi tekrar Selanik’e dönüyordum. Yapılacak en mantıklı şey buydu tatbiki. Pek fazla seçme şansım yoktu. Otobüsün arka koltuğuna pıstığım için de para almamışlardı benden. Gece yarısından sonra Selanik’e varınca birkaç saat için bir otelde kalmak yerine sokakta yattım. Sabah uyanınca da inat edip tekrar Halkidiki’ye gittim. Nasıl beni o hale düşürürdü Halkidiki, gösterirdim ona!
Pefkohori, Palouri, Kalithea… Kassandra Adası’nın cennetten çıkma güzide yerleşim yerlerindendi. İlk gün gerçekten problemli şekilde başlamıştım Halkidiki yolculuğuna ama Eleni ve Dimitri’yi dinlemekle ne kadar doğru bir seçim yaptığımı anlamıştım. Huzur dolu, sessizlik ve sakinlik içinde günler geçirdim. Evet yalnızdım. İlk zaman ki yalnızlığın sıkıntısını atınca, yalnızlığımdan keyfi almaya çoktan başlamıştım. Şaşırtıcıydı ama bu yolculuk bana sandığımdan kat ve kat iyi gelmişti. Endişe etmek boşunaydı. Üzerimde ki ölü toprağını atmak sadece birkaç gün sürmüştü. Ondan sonra ki her gün ister istemez eğlenceliydi. Ama kendi içinde. Kendimle. Her şey yeniydi. Sorunlarımı bu yolculuktan sonra çok daha kolay bir şekilde aşmayı başarmıştım. Her zaman söylerim kendi ile baş başa kalamayan kimseyle baş başa kalamaz diye. O zamanlar yalnız olabildiğim için ne kadar da şanslıymışım. Ama hala korkarım yalnız olmaktan, en korkuncu da kalabalığın içinde yalnızlaşmaktan…
Türkiye’ye döndüğümde kürkçü dükkânındaydım. En başta gitmek istemediğim ailemin yazlığındaydım. Ve karşımda görmesem de çok yakında olduğunu hissettiğim Midilli Adası’nın olduğunu biliyordum. Küçük bir zaman dilimi içerisinde Ege Denizi’nin iki yakasında olmak ruhuma tuz biber olmuştu. Kadehimi O gün Yunanistan ve Yunanlılar için kaldırmıştım…
Metin ve fotoğraflar: N. Öykü Maral / Selanik’te Yalnızlık
2006-Yaz