Gezi’den önce
Greenpeace ofisinde daha önce hiç yaşamadığımız bir yoğunluk vardı. Son haftalarda o kadar çok yasa ve yasa maddesi çevreyle ilgili zaten zayıf olan düzenlemeleri – hakları ortadan kaldırdı ki… Nereye yetişeceğimizi şaşırdık.
Dünyada pek çok denetime tabii olan nükleer santraller, Türkiye’de denetimden çıkarılıyor. 3. Köprü kararına halkın katılımı ve bilgilendirilmesi yolu kapatılıyor. Uluslararası anlaşma formülüyle kömür santralleri iç hukukun üstüne çıkarılıyor. Mersin’den ülkeye yasa dışı giriş yapan pirinçlerin GDO’lu olduğunu açıklayan İTÜ, raporu geri çekmek zorunda kalıyor. Bütün koruma alanlarının statülerini birden kaldırıverecek düzenlemeler hazırlanıyor. Bir ormanın ‘faydalı’ olup olmadığı kararının yetkisi Bakanlar Kurulu’na devrediliyor. Bunlar gerçekten son birkaç haftada oldu.
Hükümet’in kalkınma adına halkın yaşam alanlarını, nefes alma, sağlıklı yaşama hakkını gözden çıkarması, yeni bir şey değil ama bu kadar hızlı davranması hepimizi çaresiz hissettiriyor. Koşturuyoruz… Bir şeyler yapmak istiyoruz ama umutlar tükeniyor. Birbirimize şu sözleri söylüyoruz: ‘Artık kampanya yapabileceğimiz, bunları durdurabileceğimiz tek alan Anayasa Mahkemesi. Onların vicdanına kaldık.’
Medya zaten hiç olmamıştı
‘Medya sansüre yeni başladı’ demek biraz saflık olur. GDO’lu pirinç skandalında alevlenip birden susuverdiler. Gerze’de halkın biber gazı ve coplarla saatlerce süren imtihanına, sonra da yıllarca iş makinelerini alana sokmayan nöbetlerine reklamveren aşkına seyirci kaldılar. Halkın yarıdan fazlası nükleer enerjiye karşı olmasına rağmen ‘Emperyal Türkiye’ düşüncesiyle medyada koltuk iştahını kabartanlar oldu. Ama hiçbir zaman son aylarda yaşadığımız kadar büyük bir sansürle karşılaşmadık. Elimizde sadece sözlerimizi duyabilme yeteneğine sahip birkaç köşe yazarı ve birkaç gazete kalmıştı.
Gezi ve arkasındakiler
Greenpeace olarak Gezi Parkı’yla ilgili bir kampanya yapmıyorduk. Taksim Dayanışması’na ufak da olsa destek veriyorduk ama tam da biraz önce saydığım nedenlerden dolayı asıl ilgilendiğimiz özellikle Ankara’da, genellikle Anadolu’da olup bitenlerdi. Elbette Gezi Parkı’nda ilk yıkım başladığında, ilk gaz bombası atıldığında oraya gidecektik. Omuz omuza durmaktan başka birbirimize vereceğimiz ne güç kalmıştı?
Gezi direnişini birkaç ağacın savunmasının ötesinde bir şey olduğunu söyleyenler, doğru düşünüyorlar. Ama bunu yeni bir şey de sanmayın. Öyle olsaydı, alev bütün Türkiye’ye bir anda yayılmazdı.
Son yıllarda, HES’lere; termik santrallere karşı verilen mücadeleye, ağaçlarının üstüne oteller dikilmesine karşı feveranlara iyi kulak verin. Yediği içtiği şeyin geleceğini korumak için yürüttüğümüz kampanyalara gelen imza sayılarını iyi okuyun. Hükümetin artık içgüdü gibi hareket eden ve tartışmaya asla açmadığı kontrolsüz kalkınma iştahına ve her ne olursa olsun şirketleri koruyan tavrına karşı Anadolu’nun her yanında insanlar daracık alanlarda savunma yapıyorlar. Aslında biraz daha dikkatli bakarsanız neredeyse her kentte bir ‘Gezi Parkı’ vakası var. Bu nedenle İstanbul’da başlayan bu hareket bir anda pek çok şehre sıçradı.
İktidarla aynı fikirde olmayan insanlarda sesini duyuramama, ihmal edilme, gözden çıkarılma hissi var. Yıllardır hangi politik duruştan olursa olsun iş makinelerinin önüne yatan köylünün; ırmağını, havasını korumak için bir araya gelen kent koalisyonlarının; sadece bahçesini korumaya çalışan sıradan insanların ansızın alındıkları göz altıların, halkını polis şiddetinden korumak için siper olan muhtarların görünen yüzü oldu Gezi. Bu gördüğünüz polis şiddeti Anadolu’nun her yerinde zaten yaşanıyordu. Sadece biz görmüyorduk. Bu yüzden Türkiye’nin her bir yanında bu kadar hızlı yan yana gelindi, omuz omuza duruldu. Herkes birbirinin derdinden çok iyi anladığı için, birbirini çok iyi duydu, hemen sokağa çıktı, dayanışmaya başladı.
O nedenle kimse bu hareketi Ergenekonculuğa, barış karşıtlığına, ulusalcılığa bağlayanlara inanmasın. Arkada güçler aramasın, bizlere aptal, iş birlikçi ya da ajan yaftasını yapıştırmasın. Bu gözden çıkarılmış olmanın verdiği çaresizlik duygusunu insanların dayanışmayla aşma çabasıdır, birbirine sığınmasıdır. Her şeyden önce yaşama hakkının ve ifade özgürlüğünün toplu mücadelesidir. Özellikle son günlerde birkaç provokatörün arkasında medya tarafından yeniden görünmez kılınan barışçıl binlerce insanın şimdiden tarihe geçmiş öyküsüdür.
Ağaçlar ne hissediyor?
Kepçenin parka hukuksuz girdiği ve polisin ağaçları koruyanlara karşı kepçeyi koruduğu, yani insanların sağduyularının sesini daha fazla bastıramayacakları olayların yaşandığı günden bir gün sonra, Greenpeace’den bir arkadaşımız gözaltına alındı. Bir kısmımız gözaltına alınan arkadaşımızın yanındaydı. Bir kısmımız hastaneye kaldırılan bir arkadaşımızı aradı. Geri kalanlarımızsa parka yapılan foruma ve düzenlemelere katıldı. Hepimiz yorgun düşsek de akşam nefisti. On binden fazla insanın desteğe gelmesiyle Gezi’de büyük bir şenlik havası oluştu. Şarkılar söylendi. Topluluğa kitap okundu. Diğer ülkelerden gelen destek mesajları insanların yüreğine su serpti. Arkadaşlarımızla bu barışçıl protestoyu biraz da şaşkınlıkla izliyorduk. Hepimiz bu atmosferin yeşerttiği umudu, uzun zamandır hissetmediğimiz umudu içimizde hissettik. Arkadaşım Ezgi bir ara ağaçlara baktı “Bu kadar insan onlar için toplandık. Acaba ağaçlar ne hissediyor? Bizim buradaki varlığımız, onları mutlu ediyor mu?”
Bazen işte bu kadar naif olmak gerekir. Yoksa oy oranlarınızı sayarken halkınızın gerçekten ne düşündüğünü ne hissettiğini duyamaz, anlayamaz olursunuz.
Greenpeace / Hilal