İnsanların faaliyetlerinin iklim değişikliğine yol açtığı konusunda bilim insanlarının % 98’i hemfikir. Yani 40 sene önce olduğu gibi, iklim değişikliği sadece bir varsayım değil. Üstelik varlığını kanıtlayan etkilerinin örnekleri de oldukça çeşitli.
Everest Dağı’ndaki buzullar akıllara durgunluk verecek bir hızda eriyor. Kutup, dağ demeden eriyen buzulların bizleri paniğe sürüklemesinin sebebi sadece bu güzel gözüken parlak kütlelerin kaybolması değil. Buzullar doğrudan buharlaşmıyor, tahmin edebileceğiniz üzere sel olarak insanlara dönüyor. Hemen öldürmediğinde ise, yaşam ve tarım alanlarını molozla dolduruyor. İyi haber: Artık Everest’e çok daha rahat bir şekilde tırmanabiliriz ve yaşadığımız dünyadan kalanlara kartal bakışı bakabiliriz.
Kutuplarda eriyen buzullar, deniz seviyesinin yükselmesi anlamına geliyor. Bu da New York’dan Şanghay’a, dünyanın deniz kıyısındaki bütün kentlerinin, metropol, küçük yerleşim demeden sular altında kalma tehlikesi altında olması demek oluyor. Tabii ki tek tehlike bu değil. İklim değişikliği öyle bir problem ki, tetiklediği her sorun çoğalarak artıyor.
Mesela Türkiye halkının ilk defa bu kadar yakından tanık olduğu Somali’deki açlık probleminin kaynağında iklim değişikliği var. Bir bölge kuraklıktan on yıllardır görülmemiş açlıklarla boğuşmak durumunda kalırken, diğeri seller altında kalıyor. Geçen sene, yani 2010’da Rize’deki sel felaketlerinde 12 insan hayatını kaybetmişti. Gazetelerde bu tür olayların iklim değişikliğiyle artacağı haberleri yer almıştı. Geçen hafta ise Rize’deki sel felaketi, bir insanın ölümüne ve şehrin çamurla kaplanmasına sebep oldu.
İklim değişikliği 40 yıldır tartışılıyor
İklim değişikliği yeni bir sorun değil. Önceden yol açtığı sorunlar bu kadar inkâr edilemez boyutlarda değildi; bir bilim kurgu filmi senaryosu kadar ilgi çekebiliyordu ancak. İlginç olan ise, üstüne araştırma yapan bilim insanlarının % 98’i varlığını sorgulamaz iken, yol açtığı sonuçlar bugün gözlerimizin önünde.
Yapılan bir araştırmaya göre, tehlike büyüdükçe, insanların iklim değişikliğine inanmama isteği ve eğilimi de artıyor. Keşke, yokmuş gibi davranınca yok olsaydı. İleriki nesiller için şunu yapmalıyız, bunu yapmamalıyız’ mantığı ne yazık ki artık işlemiyor. Her geçen yıl doğanın karbondioksit emebilme kapasitesinin çok üzerinde salım yapmasının cefasını çekecek nesil de artık dünyaya geldi.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Nobel ödüllü Kenyalı Profesör Wangari Maathai demiş ki; ‘İnsanları güçlendirmeden, doğayı korumak mümkün değildir. Onları bilgilendirmek gerekir. Bu kaynakların onların olduğunu, işte bu yüzden korumaları gerektiğini anlamalarına yardımcı olmak gerekir.’
Gerze’de şu an bir kömürlü termik santral yapılmaya çalışılıyor. Hikâye o kadar karanlık ki, aydınlık bir şeyler bulmak çok güç. Ama hepimiz için bir anlamı var: Oradaki insanlar, Yaykıl Köyü sakinleri, Gerzeliler doğalarını korumak için seferber olmuş durumda. Sünnet düğünleri teklif edilmiş, istihdam denmiş – her kirli enerji dalaveresinde olduğu üzere – ama işini gücünü bırakıp orada toprağını, yeşilini savunan halk; ‘Ben burada nefes alamadıkça, çocuklarım büyüyüp de bu toprağı işleyemedikçe ne yapayım ben parayı pulu?’ Diyor.
Tüm dünyadaki yıllık karbondioksit salımlarının neredeyse yarısı kömür yüzünden gerçekleşiyor. Türkiye’nin sera gazı salımları 1990’dan 2009’a %98 arttı. Bunda en büyük pay ise % 75 oran ile enerji kaynaklı salımlar. Türkiye’nin sera gazı salımı kesim taahhüdü olmadığı gibi, aynı zamanda yaklaşık 50 tane yeni kömürlü termik santral projesi var.
İşte bütün bu sebeplerden, Yaykıl Köyü’ne yapılmak istenen termik santrale karşı mücadele sadece Yaykıl köylülerini, Gerzelileri, hatta Türkiyelileri değil, tüm dünyalıları ilgilendiriyor. Burnumuzun ucunda olan şeylere artık gelecek nesiller için değil, kendimiz için, temiz nefes almaya devam edebilmek için tepki göstermek gerekiyor. Ya da toplanalım hep beraber, kalkıp şu yeni keşfedilen ‘dünya gibi gezegen’ HD85512b’de yaşayalım? Oluru var mıdır, bir bilen söylesin.
Greenpeace