DOĞU KARADENİZ, İLLE DE FIRTINA VADİSİ

Yıllardır içimde bir kuş cıvıldardı. ’Doğu Karadeniz’i gör’ diye. Bir türlü denk gelmemişti. Ne zaman planlasam, eşek sekiz, yük dokuz olurdu. Bu isteğimden tam da vazgeçmişken, bir güneş ışıdı. Beş kadın Doğu Karadeniz, Gürcistan gezisi planlamışlardı. Son anda birisinin işi çıkmış. Benim Karadeniz özlemimi bildikleri için, derdeste beni arabaya attılar, bir kişilik yer de doldu. 30 Haziran 2012 günü Ayşe’nin kullandığı arabayla yollara düştük.

Üç kadın Antalya’dan, iki de İstanbul’dan katılarak, Ankara’da buluştuk. Hedefimiz, Doğu Karadeniz illeri, yaylaları ve Gürcistan, özellikle de Batum’u gezmekti. Antalya’dan çıkarken, arabamız biraz eski olduğu için, bu denli uzun yollara dayanmayacağını düşündük. Ayşe’nin yurtdışında okuyan, aynı zamanda çalışarak da hayatını kazanan yeğeni Barış’ın yepyeni ve tam da bizim yollara uygun Mercedes arabasıyla değiştik. Karaman’da biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk. Ankara’da takım tamamlandı. Hiç durmadan, ilk hedef Rize’ye ulaştık.

Rize’de bize evini tahsis eden Memiş Bey ve dünya güzeli üç kızı ile tanıştık. Memiş Bey’in kendi eliyle yaptığı, o yöreye ait mıhlamayla kahvaltımızı ettik. Yüzünde güller açan aile, kendi arasında da neşeli ve sevgi doluydu. Odamızda biraz uyuyup dinlendikten sonra, Rize’yi keşfe çıktık. Öncelikle Rize’ye tepeden bakan, eski adı, ‘Dağbaşı’ yeni adı ‘Şahin Tepesi’ olan yere çıktık. Çıkmak o kadar da kolay olmadı. Zaman zaman merdiven çıkarak, zaman zaman da zikzak yürüyerek tepeye ulaştık. Bu arada yokuşu çıkarken daha az yorulmak için, zikzak yürümek gerektiğini öğrendik. Karadeniz kadınının neden şişman olmadığını da anladık.

Tepeye tırmanırken, yamaçların yeşil çay bahçesiyle kaplı doğasını seyre daldık. Zaman zaman da çay işçilerinin arasına dalıp acemice çay topladık. Hem yürüyor, hem de ‘Karayemiş’ ağaçlarından yeni olgunlaşmış meyveleri, tadına şaşırarak yiyorduk. Şimdiye dek, karayemişi, incirin karası sanan ben, tadına doyamadan, elimi kolumu ağaçların dallarından yemişini aşırmaktan alıkoyamadan yokuşu tırmanıyordum. Biraz kilosu olanlar nefes nefese kalmıştı ki, çay satmaya giden bir kamyonet yetişti, ona atlayarak yolumuza devam ettik. Sağa sola bakınarak, yeşilin kırk değil, yüzlerce tonuna hayran kalarak, tam doğa güzelliğinin sarhoşu olduk. Yokuşta yürürken yalpalamam, sadece yorgunluktan değil, yeşilin verdiği sarhoşluktandı.

Rize’ye tepeden bakarak içilen çayın keyfini, sanırım yaşam boyu anımsayacağız. Bu kadarla kalmadık elbette. Hazır tırmanmaya başlamışken, ‘Ziraat Tepesi’ne de çıkalım dedik. Orası çay ve botanik bahçelerinin profesyonelce yapıldığı yerdi. O kadar yeni olmadığını da dev manolya ağaçlarından anladık. Manolyaların yaşları bana göre beş yüz yıldan az değildi, kesin söyleyemiyorum, çünkü yaşları hakkında bir bilgi yazmamışlar. Tam da çiçek zamanı olduğu için, keskin bir manolya kokusuyla içilen çay ve çayın yanında sunulan, ‘Rize Lokumu’ başka nerede bulunabilirdi?

Bu arada bin bir çiçeği gözlemekten kendimi alamadığımı gören,  Rizeli Sema, beni bilgilendirmeye gönüllü oldu: ‘Cumhuriyetten önce Rize’de insanların üreteceği, düz toprak olmadığından sürekli göç başlamıştı. İnsanlar yoksul ve açtı. Gerçi karalâhana ve mısır yetişiyordu, ama geçimi sağlamaya yetmiyordu.  Atatürk, Ziraat Mühendisi Zihni Derin’i görevlendirmiş. Rize’de yetişecek ve insanların geçimini sağlayacak bir ürün bulacaksın, gerekirse dünyayı dolaşıp bu iklime uygun ürünü getireceksin demiş. Zihni Derin, araştırmış ve Rusya’da yetişen çayı bulmuş. O günden sonra çay ekim dikimi başlamış ve gerçekten iklime uygun ürün bulunmuş. O nedenle burada Zihni Derin’in adının yazılı olduğu tabelaları sık sık görürsün. Çay’dan insanların ekonomisi düzelmeye başlayınca, gurbetçiler geri dönmüş. Çaylar birkaç yılda bir budanıp kökünden kesilince, nadas oluyor. Nadasta kalan bahçelerden o yıl ürün alınamıyor, ama devlet ürün verdiği yılların ortalaması bir geliri o kişilere yine ödemeyi sürdürüyor. Verilen para elbette çok az geliyor, ama hiç yoktan iyidir. O nedenle insanlar çayı istekle üretmeyi sürdürüyor. Çay kesimi ayda üç kez yapılıyor. Yılda 3 ay bazen de 4 ay ürün veriyor. Çay toplanınca üç gün içinde satılmak zorunda. Eğer satılamazsa çay çürür, çöpe gider. Devlet eliyle alınması gecikirse, insanlar çayını tüccara vermek zorunda kalıyor. Çoğu kez tüccar bu fırsatı kullanıp ucuza kapatıyor, insanlar mağdur oluyorlar. Burada çay toplayan işçiler çoğunlukla Gürcistan’dan geliyor’ dedi.

Rize’de gezmeyi bitirince, ertesi gün erkenden yayla yoluna düştük. Önce Pazar İlçesi’nden üç günlük alış verişimizi yaptık. Yaylaya ne götürürsek onu yiyecektik, yaylada ne bakkal vardı ne de ekmek alacak bir yer. Telefon, televizyon kirliliğinden de kurtuluyorduk. Gerçi bir kaç gün dünyadan habersiz yaşayacaktık, ama buna da çok gereksinmemiz vardı. Çamlıhemşin’den geçerken, Sema yine beni bilgilendirmeyi sürdürdü: ‘Hemşinliler, dünya çapında ünlü pastacıdırlar. Ülkenin neresinde bir pastane görsen ustası Hemşinlidir. Çünkü çaydan önce, Hemşinliler, Rusya’ya gidip pastacılığı öğrenmişler. Ülkenin her yerine dağılmışlar’ diyordu.  Fırtına Vadisi boyunca yolculuğa başladık. Gideceğimiz yaylanın adı: Trovit imiş. Fırtına Vadisi’nin güzelliğini anlatmaya sanırım sözcüklerim yetmez. 4 saat boyunca, coşkun suyun çağıltısıyla yol aldık. Zaman zaman durup fotoğraf çektik, çay içtik.

İlk durağımız, Zil Kalesi’ydi. İstanbul’dan gelen Halime ve bizim Ayşe de bana Zil Kalesi’ni anlatıyordu: ‘Zil Kalesi MS 13. yüzyılda İpek Yolu üzerinde, aslında gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Deposuna, askerler için, binlerce ton mısır ve buğday, stoklanıyormuş. Bu kalelerden bölgede üç tane varmış’ diyorlardı ve gerçekten de kale duvarında yazılanla aynıydı verdikleri bilgiler. Kaleyi gezen yalnızca biz değildik, oldukça kalabalık gezginci gruplar vardı.

Fırtına Vadisi, bizi ya da biz onu yoldaş seçtik. Vadi boyunca yol aldığımız için, sürekli buraya kurulacak HES’i düşünüp öfkeleniyordum. Suyu oldukça bol ve sesi de ‘Beni hoyrat ellere bırakmayın’ çığlığıydı. Bu suya bu doğaya nasıl kıyılırdı? Irmak boyunca gözlemlediğim bitkilerin rengini, adını tarif edebilmek olası değildi. Örneğin gelincik deyince, aklımıza kırmızı gelir şüphesiz. Ama bu vadinin gelincikleri turuncuydu. Papatyaların çiçeği kafamdan kocaman, kokusu havaya savrulan, dev ağaç gibiydiler. Binlerce renk tonu, binlerce çiçek çeşidi süslüyordu vadiyi. Orkideler de eksik değildi. İklim gereği Akdeniz’de solmuşlardı, ama Karadeniz’in dağlarında henüz tazeydi. Yayla yolunda başka yayla köylerine de rastladık. Elevit Yaylası’nda, aslında İstanbul’da yaşayan, ama yazları bu yaylaya gelen bir kadına rastladık. Başını yöre insanın bağından bağlamış, oldukça konuşkandı. Karadeniz kadınının tüm özelliklerini taşıyordu.

‘Ben İstanbul’da bir süre marketçilik yaptım. Her gelene ‘hanım, bey’ demek çok zoruma giderdi. Samimi bulmazdım kendimi. Hani sosyetenin operadan anlamayıp da anlar gibi yapıp uyuyarak izlediği gibi olurdum. Hiyerarşiden hiç hoşlanamadım. Marketi kapattım özgür oldum’ diye hoş ve espriyle süsleyerek anlatıyordu. Sanki bizi yıllardır tanır gibiydi.

Yalnızca Karadeniz kadını değil, bu yörenin erkeleri hakkındaki önyargım da tepetaklak oldu. Rizeli Memiş Bey, biz uyanmadan kahvaltımızı hazırlıyor, bulaşıkları yıkıyor, üstelik bunu hissettirmeden yapıyordu. Şaşkınlığımı kibarca anlatmanın yollarını arıyordum. ‘Karadeniz erkeği hep böyle midir?’ deyiverdim. Gözlerini kocaman açtı ‘hayırrr’ dedi. Demek ki o da erkeklerin maço ya da kazak özelliğini savunmuyordu. Zaten kendisi oldukça zarif ve doğal bir Karadenizliydi.

Fırtına Vadisi boyunca süren yolculuğumuza dönersek ki bu yolculuktan bir roman bile çıkabilir. Bir saatlik yolumuz kalınca bizi taşıyan minibüsten kara dumanlar fışkırmaya başladı. Bizim Ayşe arabalardan anladığı için ‘Hemen atlayın, araba çekemedi çabuk!’ der demez, önce ben atladım. Araba yürüdü gitti ve biz yaya kalakaldık. Hafiften yağmur başladı, aldırmadık, zaten yapılacak bir şey de yoktu. Yağmur hızlandı, karla karışık, sulusepkene dönüştü. Önümüzü zor görüyor, soğuk yağmur, iliklerimize işliyordu. Yorgunluk, soğuk, ıslaklık ve açlık birleşti. Bacaklarımın titrediğini, gücümün tükendiğini duyumsadım. En çok da soğuğu hissediyordum. Bu yaya yolculuk bana göre saatler, hatta asırlar sürdü. Ama gerçeğinde sanırım iki saatti. Cebimize baktık bir şeker tanesi bile yoktu. Açlık yorgunlukla birleşince çekilir mi? Hele o soğuk yağmur! Zaten bir gün önce lapa lapa kar yağmıştı. Yolun sağında solunda kar yığınlarını görüyorduk.

Yine de yol boyunca topladığım, bana göre kesinlikle endemik dediğim çiçek demetini bir türlü bırakmıyordum. Sanırım ölsem bile elimde o çiçek demeti kalacaktı. Yanımızda bizimle birlikte yaya yürüyen ve bizim gibi ıslak ve yorgun Memiş Bey’e ‘Ölürsem beni bu yaylaya gömün’ diyordum. Bunca çiçeği başka nerede bulabilirim? Şakaya vurmaya çalışsak da konuşacak gücümüz kalmamıştı. Araba da bir türlü dönüp bizi almıyordu. Mukaddes’in sürücüye yolladığı küfürler ise yepyeni ve gıcır gıcırdı. Bayılmak üzereyken bir taşın üstüne oturdum, artık ölsem de yürüyemezdim, zaten tenime dek ıslaktım ve giysilerim oldukça ağırlaşmıştı. Araba göründü, yaylaya içindeki çocukları bırakmış, bize ancak dönebilmişti. Elimde bir demet çiçek, gözleri sönük arabaya binerken, Nemrut’un tepesinde kış günü kar altında Komagene’yi görüntüleyebilmek için, donmayı göze alan ve hastalanıp uzun süre çeken Sıtrçantam Dergisi’nin sahibi İsmail’i düşünüyordum. Doğa aşkı böyle bir şeydi.

Yaylaya ulaşınca, komşu hemen bize evini açtı, sobayı harlattı, önümüze çay ve hamsili ekmeği koydu. İşte o zaman paylaşımcı yurdum insanının umutsuz kalmamıza razı olmayacağını, her daim umutlu olmak zorunda olduğumuzu bir kez daha anladım. Teşekkür ederken, gözlerimden akan mutluluk yaşını saklamaya gerek bile duymadım. İçimizden bazı arkadaşlar pes etmek, geriye dönmek tümcelerini kurarken, ben ısrarla üç gün bu yaylada kalmamız gerektiğini savunuyordum. Yayla 120 haneli bir köydü. O kadar küçük de değildi. Normal bir Anadolu köyünden daha çok ev vardı. Ev diyorum, çünkü ev vardı, ama çoğunun içi boştu. Hayvancılık öldürüldükten sonra, insanlar sadece yayla özlemi için geliyordu.

Trovit Yaylası’nda üç gece beş gündüz kaldık. Rize’den bize katılanlarla birlikte on kişiydik. Yayla çayları topladık, mis kokulu yayla çiçeklerinden çay kaynattık. Karalâhana çorbasını Buson pişirdi. ‘Onun ustası benim’ dedi. Ben de ısırgan otu yemeği yapacaktım. İlle de bulaşık zordu, çünkü suya el batırmak yürek istiyordu. Buson’a adının anlamını sordum. ‘Babamın dokuz kızı olunca, bu son olsun anlamında benim adımı vermiş. Gerçekten de son olmuş, ama erkek çok olsaydı ‘son’ demezdi’ diye ekledi. Esmer güzeli Buson konuşkan, neşeli, oldukça sıcak bir kadındı. Yürekliydi, kadınların politik olmasını savunuyordu. ‘Hemşin kadını erkekle eşittir. Rize kadını ise erkekten uzak durur, kaçar, muhafazakârdır’ diyordu. Kendisi de Hemşinliydi.

Yayla yolunun yapılması konusunu açtığımda ise hepsi bir ağızdan istemediklerini haykırdılar. ‘Yol asfalt olursa, herkes gelir, yayla yağmalanır, tadı kaçar, bir bu zorluğu çekmeye razıyız’ dediler. Hak vermemek elde değildi. Olacaklar belliydi. Önce bu yaylanın endemik bitkileri, eşsiz çiçekleri yağmalanacak, sonra da bu ormanların içine villalar dikilecekti. Egzoz kokusunu tanımayan bu doğa, batıp çıkacak, yok olacaktı. Varsın yolsuz olsundu.

Metin ve fotoğraflar: Kâmile Yılmaz

18.07.2012