Demokratik açılımla ilgili tartışmaları hayretle izliyorum.
Anadolu topraklarını karış karış gezmesem, gerçek manzarayı bilmesem, bir gün gelecek ülkeyi yönetenler Türk, Kürt, Çerkez, Laz hepsine sahip çıkacak diye umutlanacağım.
Oysa benim gördüğüm gerçek, bundan çok farklı.
Böyle giderse, ne Kürt kalacak, ne Laz, ne Çerkez, ne Gürcü, ne de Türk?
Çünkü hükümet, bir yandan Anadolu’daki uygarlıklara tek tek sahip çıkma söylemini yayarken, diğer yandan icraatlarıyla tüm bu toplulukların Anadolu’daki ortak köklerini yok ediyor.
Örnek mi? Yazık ki sayısız.
Sarıkeçililer, Türk göçerlerinin Türkiye’deki son temsilcileri. Onlar, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan kadim bir kültürün canlı belgeleri. Hükümet, kendi istekleri ile göçmeye devam eden son Sarıkeçililer’e sırf göçtükleri için milyarlarca lira ceza kesiyor ve onları apartman katında yerleşik yaşama geçmeye zorluyor.
Munzur, hükümet tarafından baraj inşaatçılarına satılmış. Dere üzerinde sekiz baraj yapmak istiyorlar. Oysa Munzur, Dersim Alevileri’nin kutsal suyu, ibadet yeri. Satmak şöyle dursun, Munzur’a dokunmak bile itina ister. Durum böyleyken, ağzınıza Dersim lafını nasıl alıyorsunuz? Anlamak zor?
Hasankeyf Türkiye’nin en köklü Arap İslam yerleşimlerinden. İnsanlar orada binlerce yıldır Dicle kıyısında yaşıyor ve benzersiz aksanlarıyla Arapça konuşuyor. Dicle kıyısında yetişen narı topluyor, El Rızık Camii’nde ibadet ediyor. Hükümet ise Hasankeyflileri kendi rızası olmadan dağın başındaki TOKİ evlerine taşımaya çalışıyor, Dicle Vadisi’ndeki dünya mirasını sular altında bırakmak istiyor. Ertesi gün ise açılımdan bahsediyor.
Çoruh Vadisi’nin tamanını, baraj sularıyla yok etmeye kararlılar. Ne var ki, bu bölge Anadolu’nun en önemli Ermeni yerleşimlerinden. Sayısız köy, kilise ve hala kullanılan geleneksel tarım alanı hükümetin ürpertici su politikası nedeniyle sular altında kalacak, Anadolu’nun binlerce yıllık kültür belleği yerle yeksan olacak.
İstanbul’un orta yerindeki Sulukule’ye ne dersiniz? Romanlar da bu toprakların zenginliği, yüzlerce yıldır kardeşimiz değil mi? Öyleyse neden onları her yere uzak TOKİ evlerine sürüyorsunuz?
Macahel’de Gürcü kültürü hiroelektrik santraller nedeniyle nasıl yok oluyor, Tuz Gölü kuruyunca göl kenarındaki Kürt yerleşimleri ne hale geldi, Istranca Dağları’nda Pomak’lar nasıl yaşıyor, Küre Dağları Milli Parkı’nın suyunu satmak Türk kültürü için ne anlama geliyor? Konu hakkında daha çok örnek verebilirim. Ancak listeyi fazla uzatmayacağım. Çünkü şunu çok iyi biliyorum?
Bir toplumun karakterini kimliği ve dini inancından çok, yaşadığı coğrafya belirler.
Bu topraklarda doğan her bir insanın kökleri, bir ucuyla Çatalhöyük’e, diğer uçlarıyla Orta Asya’ya, İyonya’ya, Mezopotamya’ya ve sayısız başka coğrafyalara uzanır. Bu kökler, Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve diğerlerini ayırt etmeden hepimizi besler.
Bu nedenle ülkenin yöneticileri, bu topraklardaki çeşitliliğin kendisi kadar, Türkiye insanlarının ortak köklerini de korumakla mükelleftir. Çünkü bugün şahidi ve parçası olduğumuz bu çeşitliliğin asıl nedeni, işte bu köklerdir. Anadolu insanının kökleri yok olduğunda, çeşitliliğin kendisi de, açılım da imkansız hale gelecektir.
Bir toplumun ortak kökleri, yaşadığı yerdeki doğa ve kültür mirasından başka bir şey değildir. Bu mirasın varlığını tehdit eden her türlü girişim, o toplumun köklerine de telafisi mümkün olmayan zararlar verecektir. İşte bu nedenle hükümetin eylemleri ve açılımla ilgili söylemleri, birbiriyle olduğu kadar, ülkenin gerçek menfaatleriyle de çelişmektedir. Ülkeyi yönetenler, Anadolu’nun miras coğrafyalarını benzeri görülmemiş bir hızla satıp savmakta ve burada yaşayan insanları, köken ayırt etmeden, yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk ederek büyük şehirlere göçmeye zorlamaktadır.
Türkiye’nin zenginliğine sahip çıkmak için, bu coğrafyada yetişmiş insanların adlarını zikretmek yetmez. Daha anlamlı olan, bu insanların ortaya çıktığı coğrafyaların değerini anlamak ve oraları yaşatmaktır. Çatalhöyük’ün, Hasankeyf’in, Munzur Dağları’nın, Fırat’ın, Çoruh’un ve bize miras tüm coğrafyaların önünde saygıyla eğilmektir.
Çünkü Konya’nın sazlıkları ve Çatalhöyük olmasa, Mevlana’nın şiiri yarım kalırdı. Dicle ve Hasankeyf olmasa, El Cezeri gibi bir İslam alimi yaşamazdı. Munzur akmasa, Dersim Alevileri benzersiz bir kültür yaratamazdı.
Anadolu’da bu zengin doğa olmasa, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, 72 millet yan yana yaşamazdı.
İşte tam da bu nedenlerle, suyu satan, ormanları parselleyen, dağları maden şirketlerine veren, Anadolu’daki kırsal bilgiyi hiçe sayan ve Anadolu’yu insansızlaştıran bir anlayış, ancak kağıt üzerinde açılabilir. Sahada ise kaybeder. Belki 72 milletin adı kalır, ancak aslı kaybolur. Coğrafyası elinden alınmış Anadolu medeniyetleri, birer birer dünya sahnesinden silinir gid 〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲 6 tContentID
tCategoryID
ClassID 㿿 Priority
Header 㿿 Spot 㿿 SpotImage er.
Bana göre çok tartışılan açılım, hepimizin yegane ortak kökünden, doğadan başlamalı.
Açılımın sathı, sözcükler âlemi değil, üzerinde yaşadığımız toprak olmalı. Açılım, bizi sadece birbirimizle değil, geçmişimiz ve geleceğimizle de buluşturmalı. En nihayetinde, böyle bir açılımın gücü, sadece bugünün Türkiye’sinin insanlarını değil, bütün kâinatı kucaklamalı.
Bu söylediklerimin imkânsız olmadığını, er ya da geç göreceğiz.
Çünkü her insanda bir ağaç gizlidir. Her sözcük bir meyve ve her düşünce bir tohumdur.
Yeter ki elimizde o ağacın kök salacağı bir karış doğa kalsın.
29.11.2009
Güven Eken
Doğa Derneği Başkanı
mailto:guven.eken@dogadernegi.org
Kaynak: Güven Eken’in 29 Kasım 2009’da Radikal İki’de yayınlanan makalesi