DİVANE

13 Ekim 2018 Cumartesi, kültür turumuzun programında Munzur Vadisi, Ovacık, Hozat ve Pertek var. Grand Şaroğlu Otel’in teras katında manzara eşliğinde kahvaltımızı yapıyoruz. Sosyal medya yoluyla takip ettiğim doğasever aktivist, yerel rehber Haydar Bey ile daha önce planladığımız gibi buluşuyoruz. Grup arkadaşlarım ve tur rehberimiz ile de tanıştırıp yöreye ait bazı bilgileri alıyoruz.

Sürdürülebilir turizm ve çevre koruma adına yapılacak çok şey var, bunu ancak yöre insanının çabası ve buna olan inancı mümkün kılabilir değil mi? Toplum liderlerine burada çok iş düşüyor, kolaylıklar diliyorum hepsine. Valizler kapatılıp odalar teslim edilirken; vadiler, ovalar, dağlar bizi bekliyor, biliyoruz. Yolcu, yolunda gerek!

Rehberimiz Selçuk Bey ile şehir merkezinde minik bir tur yapıyoruz. Bir sürprizden bahsediyor. İşaret ettiği noktaya yaklaşıyoruz. İşte orada, ağaçlar tarafından neredeyse tümüyle kaplanmış tamamen ‘gayrı resmi’ bir şahsiyetin heykelini görüyoruz: Şewuşen!

Fransızların, Paris’te ‘düşünen adam’ Rodin heykeli var. Dersimlilerin, Divane Şewuşen heykeli. Dünyanın başka bir yerinde ‘deli’ heykeli dikildi mi bilinmez ancak Dersimliler buna sahip artık. Kartpostalları, bebelere konulan adı ve yakılan ağıtlar da ardında bıraktıkları arasında. Fotoğraflarını çekiyor, otobüsümüze doğru ilerliyoruz. Aslında tam da o noktada benim ev ödevlerime bir yenisi ekleniyor:

“Dünyayı güzellik kurtaracak

Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…”

Aradıklarımı bulmakta gecikmiyorum. Yeter ki isteyeyim!

Uso, Uşen, Şewuşen, Seyit Hüseyin ya da Hüseyin Tatar. Kimine göre bir deli, kimine göreyse ermiş bir divaneydi. 1930 yılında Mazgirt’e bağlı Beydamı Köyü’nde doğar ve yaşar. İyi bir kerpiç ve duvar ustasıdır. Dört yıl süren askerliği sonrasında eve döndüğünde, artık her şey değişmiştir. Sonrası hüzünlü bir hikâyenin başlangıcı olur.

Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından ‘İnsanın Deli Dediği’ isimli belgeseli ile fiziki olarak daha yakın tanıyorum kendisini.

Hakkında öğrendiklerime, her gün yenisini ekliyorum: Çevresinde saygı görür, pek konuşmaz, sevdikleri ile kalbi temiz olanlarla konuşur. Onların ikramını kabul eder. Veli olduğuna inanılır.

Kar altında uyuyup, donmayan, hiç hastalanmayan. Para veya herhangi bir dünyevi isteği olmayan, herkesin verdiğini kabul etmeyen bu kişinin ünü, Dersimliler vasıtasıyla Almanya’ya ve çeşitli Avrupa kentlerine kadar uzanır. Halkın bu yoğun sevgisine ve ilgisine gülümsemesiyle, sessiz tavırlarıyla ve ıslığıyla karşılık verir.

Hastası ya da sıkıntısı olana yaklaşıp, “korkma iyileşir” ya da “bir şey olmaz” diyerek teskin eder. Bazı olayları önceden bildiği, kendi ölümü için de “kolay kolay ölmem, beni ancak bir deli öldürebilir” dediği de söylenir. Gerçekten de, 1994 yılında gece sokakta uyurken il dışından gelen bir öğretmen tarafından (ki olay sonrası kendisine deli raporu verilmiştir ) başına taş ile vurularak öldürülmüştür. Cenazesine on binlerce insan katılır. Dönemin belediye başkanı Mazlum Arslan ve milletvekili Kamer Genç’in katkılarıyla koca bir şehir ‘Divane’ olarak adlandırdığı Şewuşen’in heykelini yapar. Zamanın valisi ve devlet erkânının katıldığı bir törenle heykel olarak da olsa dostlarıyla yeniden buluşur. Gezi sonrasında konuyu araştırırken bulduğum bir kitap var; Nurettin Aslan’ ın yazdığı ‘Dersim’in Divane Delileri.’

Okumaya başlayınca bölge coğrafyasını, yöre insanını, gelenek ve kültürüne ait zenginlikleri mercek altına alıyorsunuz adeta. Tarihle yüzleşirken bazen hüzünlenip, gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Bazen da satırlarda, coşkulu halaylara tanık oluyor ve limitsiz gülüyorum. Paragraflarda yol alıyorum sevinçle, her biri ayrı bir hayat hikâyesine götürüyor beni. Kotan, Abo (Deli İbo), Alibeg, Kâzım (Deli Kezo), Qevan Efendi, Müslim, Baba Bertal ve tabi ki Şewuşen…

Kitap iç dünyalarına ışık tutuyor divanelerin. Hemen, tümünün kendi halinde düşünüp, sesli konuşup, farklı bir âlem ve mana kurgusu ile dünyaya baktıklarını görüyoruz. Pek çok ülkede, farklı yapıdaki bu insanların toplumdan tecrit edildiğini ancak Dersim’de rahatça gezdiğini anlıyorsunuz.

Yazar Nurettin Aslan’ın izni ile kitabından bazı alıntılar yapıyorum; Alibeg, raporlu bir divanedir. Deliliğin, dışarıda yaşamaktan daha rahat olduğunu fark edip hastane yönetimi ile anlaşır. Kışı, hastanede geçirip havalar ısınınca yine dostlarına ve yuvasına döner. Yıllarca yaşadığı bu hastane, Dr. Mutemit Yazıcı tarafından kurulum ve idaresi yapılan Elazığ Ruh Hastalıkları Hastahanesi’dir (Dr. Yazıcı, aslında batıda Manisa ilinde açılacak diğer büyük hastanede görev almak ister ancak bu, o günün şartlarında mümkün olmaz).

İçerdeki hasta sayısı bellidir, ya asıl içeride olması gereken dışarıdakilerin sayısı? İşte bu tam bir belirsizlik. Kâzım, müsahibinin (yol arkadaşı ) evine girdiğinde, alt kattaki hayvanların üstüne toz dökülmesin rahatsız olmasınlar diyerek duvar dibinden sakince yürüyen divanedir. Ahiret kardeşi onunla müsahipliğini açıklarken topluluğa şöyle seslenir; “Ey komşular, yeryüzündeki karıncalar, ey ömrü kısa kelebekler, daldan dala kanat çırpan, ötüşleriyle doğayı şenlendiren kuşlar, ey ağaçlar, bal yaparak nimetlerini bize sunan arılar, Toprak Ana, Kemero Sur Ziyareti, Kırklar Erenleri, Düzgün Baba, Ya Hızır! Huzurunuzda yeminimdir. Bilesiniz ki Kâzım bundan böyle benim ahiret kardeşimdir.”

Şewuşen yürürken bir gün, kendisini arabaya davet edenler olunca şunları söyler; “Canını ayaklarına teslim et, ayaklarını da bu toprağa emanet et ki güvende olasın. Ardından korkmadan, yürü. Toprak seni korur. Ayaklarına diken de batsa, çakıl taşlarıyla parçalansa da iyidir. Acı, insana kardeştir. Acı, insanı kendine kavuşturur. Gidin, ero gidin, yolunuz açık canınız Bozatlı Hızır’a emanet olsun.”

Kitap ile Munzur’un karının yazın da erimediğini, başı sisli güngörmüş bu dağın dünyanın bütün derdi, acısı ve sevincini yüklendiğini hissedersiniz. İlkbaharda, karların erimesiyle yamaçlardan aşağı küçük şelaleler süzülür, çeşit renklere bürünürsünüz. Eteklerinde ağaçlarda çiçek açar, papatyalara göz kırpar, lale ile boyun büker, zembül kokusu ile ferahlarsınız. Yamaçlarda boy boy kuzularla, kış boyunca kıtlık çekmiş atlar ile bir uçtan diğer uca dörtnala özgürce koşarsınız.

Kurtuluşun yolunu kitap kahramanlarından biri şöyle dile getirir; “İnsanoğlu, yüreğinin derinliğine hesapsız inip, o derinliğe danışmayı bildiği zaman, bu insanlık asıl o zaman kurtulacak.”

Yazar önsözde “Deli, aklından başka her şeyini yitirendir” diyor ve ekliyor “En açık sözlü insan, deliler ve çocuklardır. Ne kadar anlatırsak anlatalım hep bir eksiklik olacaktır. Hele de divanelerin dünyasına dalmışsanız konu bitmez. Bunun için onların o yüce gönlüne sığınırım. Onların o hesapsız gönülleri beni affedecektir.” Bu o kadar anlamlı bir cümle ki benim için yazarı bir kez daha tebrik ediyorum.

Sözü burda büyük ozan Ali Ekber Çiçek alsın ve efsane yorumuyla gönüllerimize dokunsun yeniden:

“On dört bin yıl gezdim pervanelikte,

Sıtkı ismin duydum divanelikte,

İçtim şarabını mestanelikte,

Kırkların ceminde dâra düş oldum…”

Metin ve fotoğraflar: Dilek Mumcu Çağlar

24.11.2018