Ve yolculuk başlıyor… Yolumuz trafik çilesi ile uzuyor ancak ekip liderimizin, konaklayacağımız yere kadar olan hiç bitmeyen sohbeti ile bu çile keyifleniyor. Bol ışıklı yollarda yolculukları severim gece vakti, yıldızlar yere düşmüş gibi adeta. Tüm acabalar; trafiğin tıkandığı yerde, gözümüzün takıldığı evlerde neler oluyor için. Bakıp türlü hikâyeler çıkartmak mümkün. Biryandan bunları düşünüp biryandan da sohbeti dinlemek ve tüm bunları yaparken de, kendi içimde kaybolmak huzur veriyor.
Ve varış… Sıcak kent Safranbolu’ya kavuşma anı bir gece vakti, ev halkı uyumakta ve bizler sessizce odalarımıza çıkıyoruz. Ammaan sakın gürültü yapmayalım diye düşünerek…
İlk gün kahvaltı arkası mis gibi bir havada, çiseleyen yağmur altında, civar konaklar geziliyor… Yürüyüş öncesi alıştırma turları, çevre gezileri ile. Tabi biz başımıza gelecekleri bilmiyoruz bu esnada. Güle oynaya gezerken, hoplayıp zıplarken nereden bilelim tam da doğanın içinde kendimizi bulacağımızı ve doğanın çoğu zaman, tüm ‘haklı hıncını’ bizden almaya çalışacağını. Neyse bunlar hep 2. gündü… Yarına dair ipuçları şimdilik bu kadar.
Alıştırma turlarının ardından asıl hikâyemiz Safranbolu Çarşı’daki Eflâni Sokak’ta başlıyor. Tarihi Katır Yolu’nda en son 60 yıl önce geçilen bu parkurda ilk yürüyüşü yapmak, ilk olmak amaç. Bu sürenin ardından ilk bize merhaba dedi, ilk biz rahatsız ettik bu yolları, saklı güzelliği. Şu bilinçsiz yaşam şeklinde, üç maymun zihniyetinde insanların saldırısına uğradığımız şu yaşam savaşımızda; iyi bir şeye mi öncülük ettik yoksa dostumuza zarar eylemine bir öncülük mü ettik düşüncesi hala aklımın bir köşesinde. Ve bu düşünce ile yürüdüm bu yolu. Safranbolu’dan Eflani’ye 33 kilometrelik bir parkur bizi bekleyen… Safranbolu – Eflani arasında çok uzun süre kullanılan ve hatta günübirlik gidip dönülen bu yol, 1950’li yıllarda taşıt yolunun açılması ile terk edilmiş. Ta ki bu hikâyemize kadar. Yağmurunda güzelliğini yaşadık, güneşinde. Doğa bize adeta hoş geldin dedi, ikramları ile birlikte; incitmeyen çiseleyen yağmuru, arada kurulayan güneşi, çamurdan üzerimizi temizleyen dallı budaklı yolları ile. İşte ben bunun için seviyorum bu cenneti; doğayı. Cennet olduğu için değil sadece. Tüm iyi niyeti, kirlenmemiş ruhu ve her zaman sorgusuz sualsiz buyur edişleri sebebiyle…
Protokolden hoşlanmayan ben, ilk gün tam da göbeğine düştüm, hem de tatil için gittiğim yerde. Neyse ki protokol gibi görünse de karşımızdakiler gayet insancıldı. Burunlarını Kaf Dağı’nda unutmuş karakterlerden yani tipik devlet büyüklerimizden! Değillerdi. Açılış yapıldı ve acıyan gözler ile bize bakan tüm devlet erkânını arkamızda bıraktık, çiseleyen yağmur eşliğinde cebimizde kısa sürede edindiğimiz dostluk ve tüm keyfiyetle, biz vurduk kendimiz yollara. Dumanlı tepeler, yol üstündeki yabani mantarlar ile selamlaşıp, bol çamurlu yollardan yürüyerek. Belki de ayakkabım ve pantolonum, yerine göre suratım bu kadar çamuru, ömrü boyunca ne görmüş ne de görecekti. Bu gezideki ‘sloganım, ne kadar çamur, o kadar eğlence’ olmuştur.
İkinci gün; geçireceğimiz hareketli günden bi haber öğlen yiyeceğimizi, yani ‘çıkın’larımızı hazırlayarak çıktık yine yollara. Yola çıkarken sürekli söylenen – ayı çıkabilir – hikâyesini acaba bizde yaşayabilir miyiz oldu aklımdaki hep. Ancak biz, bana göre ‘maalesef’, sadece ayak izlerini görebildik.
Açılışı bir maden ocağı işletmesinden başlayarak yaptık. Biz denen cellât tarafından toplu kıyım yapılan dostluk kavramı, tam da bu noktada ağzımıza bir parmak bal çaldı, buradaki sevimli korkak köpek dostumuz aracılığı ile. Kıçına tekme attığım umurumu sonsuza fırlatarak; çamur, kir vs umursamadan. Karşılıklı yanlış anlaşılmaların tek yaşanmadığı dostluklar; sadece hayvan dostlarımız ile olan ilişkilerimizde yaşanması ne kadar acı. Cinsiyet tü kakalarının yapılmadığı tek nokta, tek durak. Evet, sadece biz bilinçsiz birer çocukken ve büyüyünce de ancak hayvan dostlarımızda bu cinsiyet ayrımı olmadan, karşılıklı yanlış anlamalardan uzak bir dostluk kurulabiliyor. Büyüdük ve kirlendi dünya misali… Vs vs vs…
Belime kadar çamura bulanmıştım, onunla oynayacağım diye. Bu sevimli küçük şirin şey, biz ilk oraya giderken, ona doğru ilerledikçe sürekli havladı ama sürekli. Baktı bunlar gelmeye devam ediyor, bir yandan havlıyor bir yandan geri kaçıyor, arkasına baka baka hem de. Bazı insanlarda böyle değil midir, çoğu zaman! Her zaman altını çizdiğim fikir yine hortluyor maalesef insan olmaya dair hiç bir fark bırakmadığımıza dair. Fark sadece at gözlüğü takan, maskeli baloda misali insan kılığına bürünmüş kişilerin çenesi düşük ağızlarından çıkan saçma salak cümlelerinde sürekli… Sürekli insanoğlunun üstünlüğünü anlatan icraatta bi şey görmediğimiz o saçma salak cümleler… Neyse…
Maden ocağındaki bize çay ikram eden, misafir eden dostlara selam ola diyerek, bol dallı budaklı haliyle adeta kendini korumaya geçmiş ve gelenlere sürekli tokat atan yerlerden bahsetmek istiyorum. Tüm ‘orman eşrafı’ bizim halimizi görünce, “ya madem bunlar bu kadar yakınıp, çığlık ata ata yürüyecekti ne diye geldiler“ diye kendi aralarında konuşmuşlardır belki. Yürüyüş ve hatta suratımıza çarpan dallar budaklar eşliğinde yani bir nevi cebelleşme esnasında sesler aynen şöyle; küüüttt, ahh suratım, küüüt ah elim. Ağaç dalları, çevremizdeki otlar bir bir “gidin buradan insanoğlu, bizi mahfelersiniz ha” misali bize engel olmaya çalışıyordu. Demek onlarda da önyargı oluyormuş!!! Sonuç mu, tüm elimdeki çizik ve düşmeler, susuzluğa rağmen çok keyifliydi. İyi ki oradan geçmişim diyerek mutlu oluyorum. Bu daha başlangıç diyerek devam ediyorum yazıma…
Tüm bu engebeli yerleri arkamızda bıraktıktan sonra, karşımıza – en azından benim için – çıkan 2. tatlı sorun susuzluk oldu. Ekip liderimiz Sayın Şahinbaş’ın köyünde, çeşmeye 10 saat kala nerede bu çeşme diye soranlara,15 dakika var diyorlarmış bence. O da bu kurala uyarak, ben nerede bu çeşme diye sızlanırken 15 dakika var dedi sürekli. Ancak geç olsa da ben 15 dakikaların bitmediğini fark edince, devreye bize eşlik eden sempatik başkanımız İbrahim Ertuğrul girdi. İki meyve suyu hemen çantasından çıktı. Ardından da ilgili kişilere haber salarak bizim haberimiz olmadan bir araç ile koca termosta çay ve yanında tatlı tuzlu kurabiyeler. Yok, böyle bir güzellik. Kim yapar, kimse yapar. Başı önde eşine nadir rastlanan bir devlet adamı, diğer adı ile ‘yüce başkanımız’ eşliğinde beş çayı molamıza son vererek araç arkasında yine yola devam. İstikamet makam odası; hatırımda seneler öncesinde at arabasının arkasında ancak o sefer, un çuvalları eşliğinde Manisa’nın Gördes İlçesi’ndeki yolculuğum. Güne bitme sakın diye gönderdiğim habere, dileğe rağmen, ancak dileğimi bu kadar dikkate almıştı ve gün çoktan bitmişti… 2. günümüzü de rövanş maksatlı köy kahvesinde okey turnuvası ile sonlandırdık. Yenilen yenilgiden yılmazmış düşüncesi ile girilen kahveden, bu fikrin yanılgısı ile çıktık. Hava buzzzz…
Ve sonnnn… Sonlarda güzeldir, tadında yaşanırsa ki biz yaşadık… Yüce insanları pek bir barındırmayı seven Safranbolu, bu kez de diğer yüce insan Aytekin Kuş’u tanıttı bize. Safranbolu insanı, bulunduğu şehri o kadar sevmiş ve insan olmanın / değerinin, farklılığının o kadar farkındaymış ki tüm mimaride bunu sergilemiş; gerek sokak içi, gerek evlerin yapılandırmasında. Her şey sevgi üzerine kurulmuş, incitmemek adına korumak adına inşa edilmiş. Bu şehrin yapılandırılmasına bu mantık, bu sihir bulaşmışken, buradaki insanlar insaniyeti korumak adına bu kadar emek vermişken, bana göre bizlerde emeğe saygı ya da adı her ne ise bu büyüyü korumak adına bir kaç adım atmalıyız. Kaybolan değerlerden kalan son demleri yaşatmak adına bir kaç adım, belki hayatı boşa geçirmemiş olmak adına bir kaç adım olarak geri dönebilir hayatımıza…
Diyorum ki burası; insan olmanın ve bu kavramın keyfiyetinin ve güzelliğinin farkında olan insanların bulunduğu bir şehir. Arada çalı, çırpı, diken çıkabilir muhakkak, sonuçta güzellik yok edilmek için vardır düşüncesini savunan insan görünümlü canlılardan her yerde var. Ancak toprağında, suyunda, harcında, çimentosunda, havasında insanlık olan bu şehirde; insanlığı dibine kadar yaşayan bu insanlarla ben eminim ki o insan türü de burada barınamaz, barındırmayacaklarına inanıyorum belki de inanmak istiyorum. Çünkü orası Safranbolu; kokusunda insaniyet var…
Yazı: Doğa Gül, fotoğraflar: İsmail Şahinbaş
26.11.2010