Gezginin kadını, erkeği, cinsiyeti yoktur…
Yerinde duramayan ruhumun, bu halinin sebebini biliyorum. Keşif geni çağlar öncesinden, belki dedemden beklide O’nun anneannesinden gelip yerleşmiş benim hücrelerime. Kendimi bildim bileli her an uzaktaki tepede, karşıdaki denizde ve yasadığım toprağın derinlerinde neler olup bittiğini görme dürtüsüyle doluyum. Bugün ise bu dürtü geçmiş 29 seneden daha yoğun ve yarın sabah çok daha fazla olacak. Hücrelerimdeki bu gen, beni her zaman daha fazla risk almaya, genel olarak harekete, maceraya ve değişikliğe kolay adapte olmaya yöneltti. Yaşasın göçebe atalarım demekten başka bana düşen tek şey kalıyor, bu genleri mutlu etmek.
Yola düşme heyecanının yerini dolduracak daha anlamlı bir kavram yaratamadım yıllar içinde. Belki kimine göre bu bir eksiklik ama ben zararını görmedim, aksine anlatacak tonlarca hikâyeyle doluyum. Keşfetmek; bir bilim insanının ya da bir kâşifin bana sundukları olmadı benim için hiçbir zaman. Kendi gözlerimle görmediğim birçok şeye inanmakta zorluk yaşadım. Hayalperest olamadım, gerçek; acısıyla, tatlısıyla her zaman yeterince güzel oldu benim için. Dünyanın kilometrelerinin tozuyla, havalimanında otururken ‘Bussiness class’ ı izlemekten daha komik hiçbir film, hiçbir hikâye yaşamadım. Ben doğa tutkunu, toprak aşığı, hayvan delisi ve eski kültürlerin izinden gitmeyi seven sırt çantalı bir kadın oldum yıllar içinde. Eski kültürleri seviyorum evet, cünkü bugün en iyi teorilerin dahi, eski öykülerin ve bilinenlerin, bilimsel dilde söylenmiş hali olduğuna inanıyorum.
Yollara düşmek bana insanın gelişmediğini hatta daha çok geriye doğru gittiğini gösterdi özellikle en gelişmiş kıtalarda. Şehirleri, müzeleri pek sevemedim bu yüzden, daha ziyade çıplak ayak dolaşabildiğim topraklarda gezmeye olan sevgim tutkuya dönüştü. Bir ülkeyi ve bir kültürü oluşturan ana kaynağın doğa olduğunu gördüm. Soğuk iklimlerin, yüksek toprakların, ada insanının, orman toplumunun her halini doğa şekillendirmişti. İşte bu yüzden gittiğim yerde görmek istediğim ilk şey her zaman oranın doğası olur. Nehirlerinde yüzer, hayvanlarıyla tanışır, volkanlarına, dağlarına tırmanır, denizlerine dalar ve ormanlarında gezerim. Sonra bu doğanın yıllar içinde oluşturduğu kültürü tanımak için insanlarıyla tanışırım.
Yoldayken dünyayı duyarım, dinlerim… Haklıyı haksızı, suçu, cezayı, geri kalmışlığı, gelişmişliği ve aslında bunların altında yatan derin anlamları yollarda öğrendim. Bir kadın olarak benim ülkemde bu kavramları irdelemek pek hoş karşılanmadı çoğu zaman. Amma velâkin kimseden aldığım ders bana yetmedi. Bir kadın olarak önce insan olmayı öğretmeye çalıştım kendime, çünkü benim ülkemde önce kadın olunur, sonra vaktin kalırsa insan olmayı öğrenirsin. Önce erkek olmak öğretilir bir erkeğe, sonra insanlık, vakit kalırsa. Sessiz kalmayı ve kendi sesimi duymayı öğrendim yollarda. Bir yanım git derken diğer yanım gitme dedi bazen, işte hangisini dinlemem gerektiğini anladım. Önce kendime sonra da insanlara güvenmenin mutluluğunu tadabilmiş bir gezgin oldum. Sessiz kalmayı öğrendim çünkü benim ülkemde her konu hakkında fikir sahibiyizdir ama bilgi eksiği de bir o kadar büyüktür hani. İşte bilmediğim onca şey olduğunu gördüm koskoca dünyada. Yeri gelince susmanın bir erdem olduğunu yolda öğrendim.
Gezgin bir çocuk vardı, aynı otobüsteydik, yan koltukta oturuyordu. Otobüs Tikal’e giden otobüslerin kalktığı terminale gidecekti. Oysa haritadan inceledik, 60 km önce bir köyde inersek oradan lokal dolmuş, otobüs, otostop vs ile daha kolay ulaşabilirdik Maya Biosferi’ne. Otobüs şoföründen kibarca çantalarımızı terminale bırakmasını rica ettik, çünkü akşam o terminalden kalkan başka bir otobüsle yola devam edecektik. Tikal’i ve binlerce yıllık Jaguar Ormanı’nı sırt çantamın ağırlığıyla dolaşmak istemiyordum. Bizi duyan gezgin çocuk biraz utangaç, ‘pardon’ diyerek, şoföre çantalarımızı nasıl emanet ettiğimizi, Guatemala gibi bir ülkede bu koşulsuz şartsız güvenin doğru olup olmadığını sordu. Kaybedecek tek şey var sırt çantamız ve biraz kirli kıyafet, sandaletlerim ve birkaç kitabım. Güvenmek güzeldir. İşte bunu yollarda öğrendim. Sonra biraz anlattık O’na güvenmenin bizde yarattığı rahatlığı, derken ineceğimiz durağa geldik ve hoşcakal dedik, baktık bizimle aynı durakta çantasını şoföre emanet ediyor ve iniyor. Derken arkasından iki kişi daha aynı şeyi yapıyor. O durakta otobüsün yarısı indi. Ve köyde Tikal’e gitmek için otostop çeken onlarca turist oldu. Biz 5 kişi kasalı bir Toyota’nın arkasına atladık. 10 km sonra Tikal tüm görkemiyle bizi karşıladı.
Yıllar önce kuzenimle bol bol otostop çekip hemen hemen tüm Akdeniz’de girip çıkmadığımız sokak, tarihi yer, doğal harika bırakmadan gezerdik. İşte o zamanlar her bindiğimiz arabada ‘ya çocuklar korkmuyor musunuz?‘ diye sorarlardı. Ama istisnasız herkes sorardı bu soruyu. Derdik ki siz birbirinizden korkuyorsunuz. Herkes aynı cümleyi kuruyor. Birbirinize güvenin bakın hiç sorun kalmayacak. Küçücük halimizle dünyanın sorununun böyle çözüleceğine inanırdık. Başımıza hiçbir felaket gelmeden müthiş dolu gecen bir gençlik yaşadık. O zamanlardan beride güveniriz. Kaybedecek en büyük şey insanlığımız. Bakın bugün örnekleri çok güncel, bir çocuğun babasına olan güveni, bir halkın inanca olan güveni, bir halkın devlete olan güveni gibi örnekler benzeri şekilde her sabah yeni bir versiyonuyla çıkıyor karşımıza. Güvenen, insanlığından hiçbir şey kaybetmedi ama o güveni hiçe sayanlar için insan demek çok zor. Hatta bu kimseler için‘ insanlıktan nasibini alamamış’ diyerek yazık olmuşluğu anlatıyoruz. Yazık bir hayat anlamsızdır.
Zaman içinde yolda olmak bana sabit fikirli olmamak gerektiğini öğretti. Mesela tek tip müzik dinlemek, sadece gezgin olmak, sadece öğrenci olmak, sadece kadın, sadece bir şey olmak, ben yapmam, ben yemem, asla gibi cümlelerimin azalmasını hatta yok olmasını öğretti. Cebinde radyosu olmadan yaşayamayan halklar gördüm. Öyle güzel müzikler dinledim ki Afrikalılardan, Tibetlilerden, Amazon insanlarından, öyle güzel hikâyeler anlatıyordu ki bu müzikler benim duyduğum, okuduğum hiçbir öyküde olmayan sözleri vardı. Sadece rock dinlemenin iyi bir şey olmadığını öğrendim. Sadece caz da sadece blues da yeterli değildi. Bilmediğim etnik müzikler vardı. Kendi halkından başka kimsenin bilmediği, duymadığı. Sonra anladım ki Serdar Ortaç bile dinlemeli insan bazen her şeye rağmen.
Düşündüm de, yinede mecbur kalmadıkça gerek yok…
Sadece sırt çantamı evim yapıp, gitmemeyi öğrendim. Benim bir evimde olmalıydı. Dönmeliydim tekrar gidebilmek için. Gitmek ancak o zaman anlamlıydı. Bağsız olduğum kadar bağlı da olmayı bilmeliydim. Bunu da yolda öğrendim. Özlemeyi, endişelenmeyi, dönüşte beklenilmenin hazzını da yaşadım. Hayatta her şey anti – teziyle varmış ve bunu ne kadar tecrübe edersem hayattan o kadar büyük tat alacağımı öğrendim. .
Yolculuk insana en çok insanı öğretiyor. Şekillenmiş insanı, şekil şekil insanı, iyi insanı, kötü insanı, olmuş ve olmamış insanı, saf insanı, kirlenmiş insanı. Onlara bakarak kendimi buluyorum her yolculukta. Kendimden olan parçaları, hiç olmayanları, olsaydı iyi olurları görüyorum, ekliyorum. Yolculuk beni günlük hayatın kanıksadığım, alışkanlık haline gelmiş yanlışlarından ve heyecansızlığından uzaklaştırıyor. Kendi hayatıma dışarıdan bakmaya gidiyorum başka topraklara, gittiğim yerde oralı olmayı seviyorum. Oralı olamadığım tek ülke Almanya’dır. Buda kendimden beklemediğim bir tepkidir…
Tüm cesur kadınlara sevgilerimle…
https://www.facebook.com/Gezenmibilirsezenmi?ref=hl