BENELUX GÜNCESİ

Escalut, Meuse ve Ren nehirlerinin deltaları çevresinde konuşlanmış olan Belçika, Hollanda ve Luxemburg’un bu coğrafi birlikteliğine ilaveten politik ve resmi birlikteliğini de ifade eden Benelux terimi bu ülkeler için kullanılır.

1944 yılında bu üç ülkenin sınırlarını kaldırmasıyla başlayan bu birliktelik 1958 yılında imzalanan ekonomik iş birliği anlaşmasıyla daha da güçlenerek Avrupa Birliği’nin kurulmasına öncülük etmişlerdir.

Her şey, KLM Havayolları’ndan Amsterdam‘a promosyon fiyatlı bir elektronik postanın gelmesiyle başladı. Hiç aklımızda yokken aldığımız bu bilet üzerine seyahatimizi planladık. Bir anlamda aldığımız kravata gömlek, elbise uydurmak gibi bir şeydi bu. Gerçi internet sayesinde dünya artık düz. Her türlü bilgi elinizin altında. Kısa bir çalışmayla seyahatimizin ana hatları ortaya çıkmıştı bile. Bundan sonrası Allah kerim diyerek yola çıktık.

19 Temmuz günü Atatürk Havaalanı’ndan hareket eden tarifeli uçağımızla Shiphol Havaalanı’na indik. Oldukça büyük olan bu havaalanının hemen altında tren istasyonu mevcut. Yaklaşık 20 dakika süren bir yolculukla Amsterdam Centraal tren garına ulaştık. Buradan bir taksiyle Lloyd Hotel & Cultural Center’e geldik. Otelimiz oldukça tarihi bir yapıya sahip.

Özellikle çok keyifli bir bahçe restorandı var. Ancak, odalardaki tuvaletler sehpa gibi odanın ortasında ve açık ilk defa böyle bir otel odasıyla karşılaştım ve çok garipsedim doğrusu.

Amsterdam

Hollanda ilginç bir ülke. Başkent Amsterdam olmakla birlikte Hükümet Lahey şehrinde. Yani ülke resmi başkentten idare edilmiyor.  12. yüzyılda Amstel Irmağı’nın kıyısında küçük bir balıkçı köyü olarak kurulan bu kent, içinden bir kan damarı gibi geçen kanalları nedeniyle Kuzey’in Venedik’i olarak tanınmakta.

Ayrıca, birçok müzeye sahip olduğundan müzeler şehri de denilmektedir. Bunların arasında Rjiks Müzesi (klasik sanat), Van Gogh Müzesi ve Madame Tussauds Balmumu Heykel Müzesi en ünlüleridir. Bu kente gelen ziyaretçilerin uğramadan geçmediği yer olan Dam Meydanı günün her saatinde kalabalık. Meydanın köşesinde Madame Tussauds Müzesi ve biraz ilerisinde de kanal turları için kalkan teknelerin iskelesi mevcut.

Amsterdam’da bisiklet kültürü oldukça gelişmiş bir milyondan fazla bisiklet olduğu tahmin ediliyor. Bisiklet yolları yaya kaldırımlarına paralel özel renkli bir yol ile ayrılmış durumda. Bisiklet hırsızlığına sık sık rastlanmakta olduğundan bisiklet sahipleri koca koca zincirlerle bisikletlerini direklere kilitliyorlar. Sadece bisiklet hırsızlığı değil, yan kesicilik ve kapkaç olayları da oldukça fazla. Hemen önümüzde bir turistin sırt çantasını kapıp kaçan hırsız atletizm müsabakalarında dereceye girecek kadar hızlıydı. Tabii yakalanamadı.

Şehir içi ulaşımda tram denilen tramvaylar ve otobüslerden kolaylıkla faydalanabilir, hatta birkaç günlük bilet alarak ulaşımınızı ekonomik hale getirebilirsiniz. Ya da bisiklet kiralayabilirsiniz.

Endonezya, Türkiye, Fas, İspanya, İtalya ve Surinam’dan birçok göçmen barındıran Amsterdam’da bu ülkelerin mutfaklarını tanıma şansına da sahip oluyorsunuz. ‘domuz kaburgası’ oldukça rağbet gören bir yemek bu nedenle Müslümanlar kapılarında ‘Halal’ yazan Türk restoranlarını tercih ediyorlar.

Amsterdam Centraal Station oldukça büyük bir tren garı. Gar girişinin sol tarafındaki merdivenlerden çıkarak tren seferleri hakkında bilgi ve bilet alabilirsiniz. Ayrıca, gar içerisinde ki otomatlardan kredi kartınızla bilet alabilirsiniz. Şanslı günündeyseniz gar girişinde ki danışmada çalışan Hıdır Bey’e rastlarsınız Türkçe konuşarak her işinizi bizzat kendisi halleder.

Rotterdam

Amsterdam’dan trenle Rotterdam şehrine geçtik. Güneybatı Hollanda’da bulunan bu kent ülkenin ikinci büyük kenti ve Avrupa’nın en büyük limanı. İsmini Rotte Irmağı’ndan almış. Şehirde çok fazla gezilecek bir yer yol Erasmus ve Willems köprüleri görülebilir.

Ayrıca, bir de Deniz Müzesi var. Ancak içeriği ilkokul çağındaki çocukları eğitici nitelikte. Barselona’dan sonra bu deniz müzesinden de hayal kırıklığı ile ayrıldık. Nerede bizim Beşiktaş Deniz Müzesi?

Elimizdeki broşürlerde Den Haag Şehri’nde deniz canlıları akvaryumu olduğu yazılı günübirlik trenle Den Haag Şehri’ne gittik. İstasyondan tarama binerek önünde uzun kumsalı ve plajı olan müzeye geldik. Burası da çok zengin bir müze değil. Plajda yüzmeyi düşündüysek de aniden bastıran şiddetli yağmur bu fikrimizden vaz geçmemize sebep oldu. Tekrar trenle Rotterdam’a döndük.

Rotterdam’da Hertz firmasından araba kiralamaya karar verdik. Görevli 196 Euro ya 4 günlük özel bir paket teklif etti biz de cazip gelen bu fiyatı kabul edip, ertesi gün için aracı rezerve ettik. Ertesi sabah valizlerimizle birlikte Hertz’e arabayı almaya gittiğimizde 373 Euro’luk fiyatla karşılaştık. Sebebini sorduğumuzda yakıt farkı gibi anlamsız bir cevap aldık itiraz edince de başka şekilde araba veremeyeceklerini söylediler. Başka şansımız olmadığından kabul etmek durumunda kaldık. Hertz firmasından araç kiralarken dikkat etmenizi tavsiye ederim.

Antwerpen

Kiraladığımız araba ile Erasmus Köprüsü’nden geçerek Belçika’ya doğru yola çıktık. Oldukça geniş otoyoldan rahat bir yolculukla geldiğimiz Antwerpen’de şehir merkezinde otel bulamayınca, merkezin yaklaşık 4 km dışında eski ve oldukça bakımsız bir otelde konaklamak zorunda kaldık. Şehir merkezinde oldukça büyük bir cadde de alışveriş merkezleri ve kafeler mevcut. Otelimizin yakınında ki Türk mahallesi küçük bir Anadolu kasabası gibi kahvehaneler, restaurantlar ve marketler bize hiç yabancılık çektirmedi.

İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli limanlarından biri olan bu şehirde savaşla ilgili bir müze olmaması beni çok şaşırttı doğrusu.

Ertesi gün kahvaltımızı ettikten sonra şehir içerisinde bir kaç kez kaybolmamıza rağmen otoyolu bulduk ve Brüksel’e ulaştık.

Brüksel

Belçika’nın başkenti olan Brüksel aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’nun Strazburg’la dönüşümlü olarak çalışma merkezidir. NATO Merkez Karargâhı da bu şehirde olduğundan son derece kozmopolit bir nüfusa sahip.  Burada çok miktarda Türk vatandaşı da yaşamakta. Bu vatandaşlarımızın hemen hepsi Afyon, Emirdağ’dan gelmiş.

Brüksel’in içerisinde gezdikten sonra otoyola çıkarak Lüksemburg’a doğru hareket ettik. Bir süre sonra yolun sağ tarafında ortaçağdan kalma ve restore edilmiş bir şato görünce ve hemen yolumuzu oraya çevirdik.

Gerçekten son derece güzel olan bu şato otel olarak kullanılmakta olup, fiyatları da güzelliği ile orantılı olarak çok yüksek olduğundan yola devam kararı aldık ve bu sefer otoyol yerine köy yollarından devam ettirmek istedim çünkü içgüdüm benzer güzelliklerle karşılaşacağımı söylüyordu. Gerçekten de bir kaç köy geçtikten sonra son derece yeşil ve içerisinden bir dere akan tablo gibi bir köye vardık. Burada köyün tek oteline girdik. Son derece aksi bir otel sahibesi hanımdan zor bela bir oda kiralayabildik.  Eşyalarımızı odamıza çıkarttıktan sonra kendimizi dışarı attık. Her yer yem yeşil, bir dere köyün ortasında aheste aheste akıyor.

Cennet burası olsa gerek. Yürüyerek yaklaşık 2 saat her yanı gezdik. Otelimize dönüp, akşam yemeği siparişimizi verdiğimizde otel sahibesinin siniri geçmişti. Konuyu daha sonra anladık. Oldukça tehlikeli bir kalp ameliyatı geçiren kocası arkadaşlarını toplayıp içki partisi verince kadıncağızın cinleri tepesine çıkmış.  Ertesi sabah 09.00 da kalkıp,  tarlaların arasından daracık yollardan geçerek anayola çıktık. Şimdi rotamızda Bastogne var. 2. Dünya Savaşı’nın en yoğun yaşandığı yerlerden biri olan Bastogne. Alman kuşatmasına rağmen günlerce direnmiş. Çok kanlı savaşların ardından Müttefikler, Alman kuşatmasını yarmış ve şehri kurtarmış. Amerikalılar da savaşta kaybettikleri askerler anısına oldukça yüksek daire şeklinde bir anıt inşa etmişler. Anıtın yanında da çok güzel bir müze yapılmış.

Tarih meraklılarının görmeleri gereken bir yer olduğunu belirtmek isterim. Bu Müzeyi gezdikten sonra yola devam ederek Lüksemburg’a geldik.

Lüksemburg

Denize kıyısı olmayan 2586 km2 yüzölçümlü bu küçük ülkenin başkenti de 2007 yılında ‘Avrupa Kültür Başkenti’ seçilen Lüksemburg. Ülke oldukça zengin. Kişi başına yıllık gelir 81 bin USD. Bu nedenle fiyatlar oldukça yüksek. Ünlü, Petrus Vadisi’nin üzerinden geçen Adolphe Köprüsü adeta kentin simgesi.

Hemen köprünün karşısında Notre Dame Katedrali de görülmesi gereken bir başka yer. Turizm danışmadan bir Lüksemburg haritası aldık ve harita üzerinde plan yapmaya başladık. Harita üzerinde şehirlerin arasındaki mesafeye bakınca bir kaç saatlik yol diye düşündük ama ülke küçük olduğundan 15-20 dakikada diğer şehre varınca doğrusu şaşırdık…

Luksemburg’un Almanya sınırına doğru yol aldıkça coğrafya değişiveriyor. Arazi yükselmeye ve bizim Karadeniz’i andıran yeşil bitki örtüsü etrafı sarmaya başlıyor. Haritayı takip ederek yüksekçe bir yerde kurulmuş olan Bourscheid Köyü’ne geldik. Köy sanki terk edilmiş gibi sokaklarda kimsecikler yok. Köyün küçük ama güzel otelinde kaldık. Köyün hemen yanında bulunan tepe üzerindeki Bourscheid Şatosu restore edilmiş ve ziyarete açık bir müze.

Şatonun altındaki vadiden akan derenin kenarı kamping ve hemen yakınında iki otel mevcut. Yolda görüp meraklandığım karavanlar buraya geliyormuş.

Vaktimiz kısıtlı olduğundan daha fazla kalamayarak istemeyerek de olsa buradan ayrılmak durumunda kaldık. Harita elde, yemyeşil çayırlardan ve çayırlarda otlayan oldukça iri ineklerin yanlarından kıvrıla kıvrıla giden yolu takip ederek Essesure’ye vardık. Yüksen bir yamacın altından akan bir nehrin kıyısına kurulan bu şirin kasaba yağmur altında bile muhteşem görünüyor. Kısa bir tur attıktan sonra nehre yakın bir restauranta öğle yemeğimizi yedik. Haritamıza göre yakında bir baraj olmalı. Yüksek yamaca doğru tırmanırken bir virajı döner dönmez önümüze baraj çıkıverdi. Baraj gövdesinin üzerindeki köprüden devam ederek yamacın zirvesine ulaştık. Barajın kuş bakışı görüntüsü ayrı bir güzellikteydi.

Buradan yolumuza devam ederek Ettelbruck’a geldik bu küçük şehirde görülecek tek yer General Patton Memorial Museum. 2. Dünya Savaşı’ndan kalma çeşitli objelerin sergilendiği bu müze meraklıları için görülmeye değer.

Sayılı gün çabuk biter demişler. Seyahatimizin sonu gelmeye başladı. Bu tablo gibi güzel doğal güzellikleri ardımızda bırakarak dönüşe başladık. Tekrar ağaçların, tarlaların arasından kıvrıla kıvrıla giden yoldan, otoyola çıkmaya çalışıyoruz ancak elimizdeki harita yetersiz olduğundan yolu bulmakta zorlandık. Soruyoruz, tarif ediyorlar,  aynı yerlerden tekrar tekrar geçiyoruz ama otoyolu bulamıyoruz. Deli olmak işten değil. En sonunda çalıların arasında belli belirsiz bir yol fark ettik. Birçok kere geçtiğimiz halde görmemiz normal çalılar yolun girişini nerdeyse kapatmış. Otoyol bağlantısına hiç benzemiyor.

Bu yoldan otoyola bağlandık ancak gideceğimiz yolun tersine çıktık. Bir çıkış bulup ‘U’ dönüşü yapmamız lazım. Yaklaşık 10 dakika kadar yol aldıktan sonra Almanya sınırını geçtik. Bir zamanlar uzun kuyrukların olduğu gümrük kapısı şimdi terk edilmiş durumda. Kuşlar yuva yapmış. Avrupa Birliği’nde gümrükler kalktığı için elinizi kolunuzu sallayarak sınırlardan geçiyorsunuz. Neyse, ileride bir üst geçitten dönerek asıl gitmek istediğimiz Belçika yoluna çıktık. Programımıza göre Rotterdam’a gitmemiz gerekirken günün yorgunluğundan geceyi Breda’da geçirmeye karar verdik. Şehrin hemen girişlinde bulunan Amrath Hotel Brabant’ta kalmaya karar verdik.

Sabah erken kalktık. Kiraladığımız arabayı sabah saat 10.00’da Rotterdam’da teslim etmemiz gerekiyor. Otelimiz otoyola çok yakın olduğundan bu kez kaybolmadan yolu bulabildik. Tam vaktinde Rotterdam’a geldik. Daha önce kaldığımız ve çok sıcak dostluk kurduğumuz Otel Breitner’e uğrayıp çantalarımızı bıraktık. Otelin sahibi Ruth her zamanki dostluğuyla bizi karşıladı. Ruth her yaz tatilini Alanya’da geçiriyor. İstanbul’da da 6 ay yaşamış dolayısıyla çat pat ta olsa Türkçe biliyor. Bu arada, otelin İtalyan şefi Rozi akşam yemeğini otelde mi yiyeceğimizi sordu. Bende ne yemek var dedim? Akşam beraber yaparız dedi. Tamam deyip arabayı Centraal Station’un hemen yakınında bulunan Hertz’e teslim ettim.  Rezervasyonda başka fiyat verip, ertesi gün kiralamaya gidince fiyat arttıran Hertz’in kapısından bir daha geçmem herhalde.

Yapacak pek bir işim yok sağda solda zaman geçirdim. Akşam üzere otele geldiğimde Rozi hindiden rosto yapmaya hazırlanmıyordu. Ben de odaya çıkıp üzerimi değiştirdikten sonra mutfağa indim. Çorba, hindi rosto, sucuklu yumurta, makarna, salatadan oluşan yemeği birlikte hazırladık.

Akşam yemeğinde Türk-İtalyan mutfakları karışımı bu menüyle kendimize ziyafet çektik.

Ertesi sabah İstanbul’a dönüyoruz. Uçağımız erken saatte olduğundan Amsterdam’a gitmek istemedik. İnternetten Shiphol Havaalanı yakınında Ibıs Otel’de rezervasyon yaptık. Rotterderdam Centraal Station’dan trenle Shiphol’a geldik. İstasyonun hemen önünde ki duraktan ücretsiz servislerle otele ulaştık. Ibıs, müşteri memnuniyeti konusunda oldukça iddialı bir otel.  Havaalanına yakın olduğundan son derece işlek bizim gibi yolcularla birlikte hava yolları personelleri de bu otellerde konaklıyorlar. Otelin içerisinde bir fastfood restaurant gece yarısına kadar açık. Hollanda’da ki son günümüzde Shiphol’den Amsterdam’a inip bir Arjantin restoranında yemek yedik. Daha sonra yürüyerek bir şehir turu attık. Marketten ünlü peynirlerden satın alıp, otelimize geçtik.

Sabah, 05.00’te kalkıp, kahvaltıdan sonra servis aracıyla havaalanına geldik. Bilet ve pasaport işlemlerinden sonra uçağımız İstanbul’a doğru havalandı. Doğruyu söylemek gerekirse içimde tatlı bir huzur var. Bu eve dönüş huzuru. Her ne kadar güzel günler geçirip, değişik coğrafyalar gördüysek de güzel vatanım Türkiye gibisi yok.

Bir sonraki gezimizde tekrar birlikte olmak üzere, hoşça kalın…

Metin ve fotoğraflar: Kaptan Levent Karataş

19-27 Temmuz 2010