Antalya’ya Çok Uzak Bir Antalya

“Ötekini oku, derinde dipte duranı.”

19 Mayıs 2015 günü Serik – Kadriye’de serada çiçek yetiştirme işi yapan emekçileri ziyaret ettik. Sıcaklık 35 dereceydi, ama hissedilen 50 derece gibiydi. Güneş acıtarak yakıyordu. Serik’e girince Kadriye’ye saptık, kısa süre sonra, daracık yollardan, arabaların bile zorla sığdığı, bakımsız, sazlıklar içinde, terk edilmiş sokaklardan geçerek, seralara, depolara ulaştık.

cicekciler

Sıcaklık, seranın içinde daha bir katlandı. Çalışan emekçiler, bedenlerini korumak için, kalın giyinmişlerdi. Artık onların hissettiği sıcaklığı varın siz düşünün. Kimisi çiçek kesiyor, kimisi demet yapıyordu. Demet haline getirmek için ayıranlar da epey çoğunluktaydı.

Kiminin gözlerinde umut ışıyor, kimisinde isyan parlıyordu. Ama hepsinin ortak düşüncesi; yoksulluğun kader olmadığıydı. Ayrıca yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılacağının da bilincindeydiler. Yorgunlukları, çalışmaktan değil, haksız paylaşımdandı.

En umutlu bakış çocuklarındı. Su yeşili gözleriyle, okumayı henüz söken Seher “Ben öğretmen olacağım” diyordu. Kara zeytin gözlü Deniz ise “Doktor olmak hedefim” derken bana uzattığı bir demet karanfili nasıl uzun yaşatacağımın sırlarını söylüyordu bilgece; “Vazoya koyarken, içine bir ağrı kesici at, o zaman daha uzun yaşar.”

Onlar için bayram tatili, serada çalışmaktı. Oyun onları çoktan unutmuştu, yaşı yedi – sekiz de olsa, büyüyeli epey olmuştu.

Nergis, 4+4+4 mağduruydu. “Dört yıl bitti, çalışıyorum” derken, bakışlarının derinliğinde isyan vardı. Okumaya devam etmek isteyip istemediğini sorduğumda, güzel gözleri bulutlandı, umutsuzca omzunu silkti. Zilan, on yedi yaşında, kabullenmişti işçiliği. Helin, “Ben okulu geçici olarak bıraktım, seneye devam ederim” derken, sarıldığı sadece umuttu. Öte yandan isyanını dile getirip “Çiçekten nefret ediyorum, ellerime bakın, param parça, aldığımız üç kuruş. Ayrıca, çiçekler içinde çalışsak da alt tarafı işçiyiz” derken sesi kırgındı.

Çocuklarıyla birlikte çalışan anneye sordum. “Kazancınız emeğinizi kurtarıyor mu?” “Gördüğün serayı ekime hazırlıyoruz. Çiçekleri dikiyoruz. Sulayıp bakıyoruz. İlacını, çapasını her şeyini biz yapıyoruz. Çiçekler yetişince, demetler halinde hazırlayıp paketliyoruz. Patron alıp gidiyor, ihraç ediyor. Bize dal başına 4 kuruş veriyor. Üstü ona kalıyor. Yani senin anlayacağın bunca emekle sadece karnımızı doyuruyoruz.”

Bir başka serada genç bir kız “Biz dal basıyoruz. Dal başı 4 kuruş alıyoruz. Oturup hesapladık, yılın günlerine böldük, günlüğümüz 5 liraya geldi. Çalışılmaz, ama çalışıyoruz işte, başka iş yok.”

Bir başka eve yollanıyoruz, büsbütün naylondan yapılmış, sanki ocak başı gibi yakıyor insanı. Orta yaşlı bir kadın bize sarılıp yüreğine basıyor, ciğerlerinin gıcır gıcır sesini duyup içim suçlulukla doluyor. “Eşim ve oğlum Kobani’ye savaşmak için gitti” derken, gözlerinde özlem, korku, onur sarmaş dolaş. Sormadan duramıyorum. “Astım hastası mısınız?””Evet hem de ileri derecede. Ama ben seraya girmiyorum, üç kızım var, onlar çalışıyor.”

Aileler, seraların kıyısında, çoğu naylon kulübelerde ya da tek odada kalıyor. Kışın soğuğun, yazın sıcağın yuvası evciklerde. Her evin önünde birer sevimli köpek, bir kaç keçi ve çocuklar, yüzümüze gülücük, yüreğimize umut olup oturuyor.

Her seradan çıkışta kucağımız karanfillerle doluyor. Akşam oluyor, açlık yavaşça hissettiriyor. Yüreği kendinden kocaman emekçi kardeş “Bizde yemek yemeden gidemezsiniz” diyerek noktayı koyuyor. Bizim ısrarlarımıza karşın “Bizde konuk aç yollanmaz, ne varsa bölüşürüz” deyip kesiyor.

Hep birlikte sofraya oturup yoldaşımızın katığını bölüşüyoruz. Evin çocuklarını ve kadınını sofrada göremeyince soruyoruz. “Haydi, bugünlük otursun” deyip kadınını çağırıp çocukları atlayınca, anlıyoruz ki, feodal kültür, çekirdek ailede de oldukça etkili. İçimiz cız etse de üstelemenin gereksizliğini anlıyoruz.

Antalya’ya çok uzak bir Antalya’dan ayrılıyoruz. Her şeye karşın, ayrılırken, umut hepimizin yüreğini dolduruyor.

Kâmile Yılmaz

Kapak fotoğrafı: Mehmet Kıran