30 Ocak 2019 gecesi sıcaktan kızarmış sobaya birkaç büyük odun atarak uyumaya hazırlanıyorum. İkizler Tepesi olarak adlandırılan bölgeden Taktakuşlar Köyü’nden körfezi izliyorum. Sessiz, dingin atmosferi ile derin bir nefes daha alıp tüm gün boyunca gördüklerim, dinlediklerim, tattıklarım için şükrediyorum. Yıldız dolu gökyüzü, arada böceklerin bazen keçilerin uzaktan gelen sesleri, mis gibi köy kokusu başka bir yaşam var buralarda, farkındayım. Şimdi bu masalın bir parçasıyım, evvel zaman içinde, en azından bir süreliğine.
Anadolu kadar kültür, tarih, sanat dokusu bunca zengin başka coğrafyalar var mıdır? Ve bunları öğrenmek tutkusuyla yanıp, tutuşan ve gelecek nesillere bunları aktarmayı görev edinmiş kaç kişi vardır? Her bilgi merakla gelir, sorgulayarak değil mi?
Kültürel miras ve turizm adına, akademik yayınlarda ismini okuyorum; Tahtakuşlar Etnografya Müzesi. Merakım beni, büyük belgesel ustası Süha Arın’ın ‘Tahtacı Fatma’ belgesel filmine götürüyor. 1979 yapımı bu eserde, Tahtacı Türkmenlerin yaşamı, ormanda yaşam koşulları, dertleri, umutları, umutsuzlukları, semahları, ağıtları konu ediliyor. Filmin çekiliş hikâyesi, aldığı ödüller, özellikle Şam’dan alınan ödülün kendine ulaşma hikâyesi bile gerçek bir macera olmuş aslında.
Sayın Süha Arın ‘Safranbolu’da Zaman’, ‘Dünya Durdukça-Mimar Sinan’ gibi daha pek çok filmde de imzası olan unutulmaz bir usta. “Belgesel sinema, evrensel mesaj taşımalıdır. Belgesel sinema, bilimle sanatın kesişme noktasıdır.” Bu sözleri ile ardıllarına yön göstermiş, öğrenciler yetiştirmiştir. Yönetmenliğini yaptığı belgeselleri, yayınlanmış kitap ve makaleleri, aldığı ödülleri ile kalbimizde ayrı yer edinen ustayı saygıyla anıyorum. Yol haritamı belirliyor, gerekli görüşmeleri yapıyor ve hazırlıklarım bitince yollar benimdir sevinci ile heyecanlı bir başlangıç daha yapıyorum. Kazdağları’nın o büyüleyen enfes manzarası ile buluşup yeniden hasret gideriyorum.
Sabah saatlerinde Güre’ye servisle ve sonrasında hedefim olan Tahtakuşlar Köyü’ne (şimdilerde mahalle olarak isimlendirilmiş ) yol alıyorum. Ana yoldan beni alan konuk evimden Elif Hanım’ın ikiz oğullarından küçük olan. Nazikçe beni karşılıyor, güler yüzle çevre hakkında bilgi verirken, ben heyecanlı gözlerle yolları, evleri tarıyorum. Sezon olmasa da benim için hazırlanan, manzarası en güzel odaya valizimi bırakıp, sırt çantamla beraber keşfe çıkmaya hazırım.
İkizler Konuk evinin nenesinden bebesine tüm fertleri ile tanışıp biraz sohbet sonrası yağmura aldırmadan vuruyorum kendimi yollara. Elime hızla tutuşturulan koca şemsiye sayesinde yürümüyor adeta uçuyorum köy yollarında. Tepeden aşağıya inerken hedef görünüyor; UNESCO’nun da desteğini alarak dünya çapında ünlenen Türkmen kültürünün tüm öğelerinin yer aldığı, 5 binden fazla eseri ziyaretçisiyle buluşturan, ayrıca dünyanın en büyük ‘deri sırtlı kaplumbağasını’ sergileyen ‘Alibey Kudar Etnografya Galerisi’ beni bekliyor.
Gezimi planlarken Mustafa Selim Kudar ile iletişime geçip konaklama ve ziyaretim hakkında bilgi paylaşımında bulunduğumdan, seyahatimin bu bölümünde yalnız olsam da hiç bir yabancılık çekmeden tüm çevreyi adımlıyorum. Huzur ve güven veren toprakların ıslak kokusunu çekiyorum içime, olabildiğince.
Alibey Kudar, 1932 yılında bu köyde doğar. 26 yıl öğretmenlik ve halk eğitim merkezi müdürlüğü yapar. Uzun yıllar araştırmacı- derlemeci olarak bu eşsiz müzeyi kurarak, bizlere armağan eder. Kendisi, ziyaretimden bir süre sonra 24 Şubat 2019’da Hakk’a yürüdü. Ancak, biliyoruz ki bıraktığı eserlerle, anılmaya devam ettikçe her daim yaşayacak.
Müzede oğlu Mustafa Selim Kudar ve torunu ile karşılanıyorum. Gelen diğer ziyaretçilerle gezimiz devam ederken, kendisinden harika bilgiler alıyoruz. Ev eşyaları, yöreye özgü kıyafetler, yazmalar, halı, çadır, kilim örnekleri, nazarlıklar, takılar, deniz canlılarına ait fosiller, araştırma ve tez çalışmalarının olduğu yüzlerce kitap, sanata, şiire, tarihe, müziğe ve bu coğrafyaya ait daha onlarca kaynak raflarda yerini almış. Hepsi dile gelse neler anlatacak, kim bilir? Yıllarca süren kültürün izleri var, hepsi heyecan verici. Fakir Baykurt’un bu eşsiz insanlar için yazdıklarını ve bir müze ziyaretçisinin yazdığı şiiri de dikkatle ve gülümseyerek okuyorum.
Büyük bir incelik göstererek tüm ayrıntıları bana sabırla anlatan, diğer konukların ayrılmasından faydalanarak ilgimi çeken tüm değerleri tekrar incelememi sağlayan Selim Kudar’a teşekkür ederek ve yazdığı kitabı imzalatarak ve de müze defterine minik bir anı yazısı bırakarak yanlarından ayrılıyorum. Kitabında MÖ 70 binden günümüze insanlığın yolculuğu var. Aztekler’den Şamanlara, Kızılderililerden Türkmenlere uzun bir yol hikâyesi. Semboller, mitoloji, gelenekler, sayıların sırları, efsaneler, kadim uygarlıkların ışık saçan bilgeliklerine dair ipuçları. Doğum, büyümek, aile olmak, yaşlanmak, sonsuz yolculuğa uğurlanmaya dair daha nice bilgi bu kitapta dostlarının da katkılarıyla vücut bulmuş.
Dünü ve yarını kucaklayan bir bakışla bu toprakların değerlerini anlatan, tarihçi ve halkbilimci bir ustanın evine konuk olmak ve şiirdeki gibi “ben bu dağları seviyorum” diye mırıldanıp, şarkılar söylemek üzere devrana katılmak, ne güzel.
Ah ne güzel şey
Yağmur gibi yollara dökülmek damla, damla
İlmek ilmek, dokunmak
Sonra bir anda,
Çözülmek, toprak kokusuyla
Yeniden doğmak bir çiğ gibi, yeşil yaprakların kucağında…
Metin ve fotoğraflar: Deniz Can
26.5. 2019