Gökçeada ne zaman, nerede ve nasıl aklıma düştü, bilmiyorum. Bilinmez hangi güçler beni bu adaya sürükledi, hangi ruhlar beni çağırdı, içimdeki hangi ses ‘git gör’ dedi, onu da bilmiyorum.
Daha geçen ay, Türkiye’nin en Doğu’sunda, Artvin Borçka Macahel’de, Gürcistan sınırındayken bu defa yönümü, rotamı tam tersine, en Batı’ya çevirdim, Gürcistan sınırından Yunanistan sınırına…
Bu uzun ve zahmetli yolculuğu sırf Gökçeada için göze aldım. Değer mi?
Bilmiyorum gidip, gezip göreceğiz…
23 saatlik yolculuk
Dile kolay, tam 1.500 kilometrelik yolu 23 saatte tepip gideceğim. Hem de karayoluyla… Malatya’dan otobüse bindim, önce 17 saatlik İstanbul yolunu kat ettim. Bitti mi, hayır! İstanbul’dan Gökçeada’ya 6 saatlik bir yolculuk daha bekliyor beni… Neyse ki İstanbul’da mola verip bir-iki gün nefes alabildim.
Benim için uçak yolculuğu geçen yıl (2013) Eylül ayında Bosna gezisi esnasında son bulmuştu. İstanbul – Saraybosna uçağı, havaalanına yarım saat kala dehşet verici bir felaket yaşamış, uçak düşmekten son anda kurtulmuştu. Uçakta yaşadığım büyük korkuyu hala üzerimden atabilmiş değilim. İşte o gün bugündür uçak benim için rahmetli oldu. Ülkemizde hızlı tren de yaygın olmadığına göre, tek seçenek olarak önümde otobüs yolculuğu kalıyordu.
Bekledim de gelmedin…
Bekledim de gelmedin
Sevdiğimi bilmedin
Gözyaşımı silmedin
Hiç mi beni sevmedin
Söyleee, söyleee, hiç mi beni sevmedin?
Hatırla heybeli o mesut geceyi
Çamların altındaaa verdiğin buseyi.
Beni mecnun ettin sende olasın.
Aşkımı inkâr edersen (Eski bir Rum şarkısı).
Gezi öncesi bütün plan, program ve hazırlık aşamasında bana ta 1.500 kilometre uzaktan yardımcı olan Adalı bir dostumuz vardı. Konaklayacağım pansiyon İşletmecisi Sayın Canan Kuku Hanımefendi… Daha ilk telefon görüşmemizde sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcak, son derece dostane yaklaşımlar sergiledi.
Benim internetten gezi yazılarımı okumuş… Farklı anlatım tarzı dikkatini çekmiş olacak ki, bana ulaştı: Sizi Adamıza, köyümüze ve pansiyonumuza bekliyoruz, dedi.
Allah Allah! Bu nasıl bir telepati ve hislerin uyumu olacak ki, aylardır aklıma düşen Gökçeada gezisi, bir anda kilometrelerce ötede yaşayan Canan Hanım’ın çağrısı ile örtüştü!
İzahı yok!
Neyse, bu garip halin teknik izahını ruh bilimcilere bırakıp, biz gezimize başlayalım.
İstanbul’da bir iki gün dinlendikten sonra sabah erkenden kalkıp Esenler Terminali’ne, Ada’ya otobüs seferleri düzenleyen otobüs firmasının yazıhanesine gittim. Otobüsümüz saat 11.00’de hareket etti. Silivri, Tekirdağ, Malkara üzerinden Çanakkale sınırlarına girdik.
Fakat Çanakkale merkeze varmadan doğruca, saat 16.30 civarında Gelibolu ve Eceabat’a oradan da Ada’ya kalkan Kabatepe limanına ulaştık. Limanda ‘Gökçeada 1’ vapuru bizi bekliyor. Otobüsten inip vapura geçtik, otobüsümüz de arkadan vapura alındı.
Masmavi bir çarşafı andıran deniz üzerinde yüzecek olan vapurun iskelesine çıktım. Bir tarafta, her karış toprağı şehit kanı ile sulanmış Eceabat toprakları öte yanımızda, ufukta belli belirsiz görülebilen Gökçeada (İmroz)… Tatil sezonu bittiği için vapurda sadece ada sakinleri ve öğrenciler var.
İyi işte, tam aradığım bir ortam… Kalabalık ve gürültüden uzak, kendi başıma Ada’yı gezebilecek ve keşfedebileceğim.
Ve Ada’ya varış
18 mil uzaklıktaki Gökçeada’ya yolculuğumuz tam 1 saat 15 dakika sürdü. Rüya âleminde seyr-ü sefer yapar gibi… Ada’ya ayak bastığımda, yeni bir yeri keşfedecek olmanın hazzı zirveye ulaşıyor. Müthiş bir duygu… Artık çileleri, ıstırapları geride bıraktım.
Kaç gün kalacağım bilmiyorum… Sanki bir ömür boyu, ebedi olarak burada kalacağım gibi bir duygu var içimde… Kim bilir belki de öyle istiyorum. Geziye çıktığım her yer için aynı hisleri barındırıyorum ama burada daha bir keskin ve net olarak içime yerleşti bu duygu… Bu tatlı hayalin mayhoşluğu ile belki de kendi kendimi kandırıyorum. Olmayacak duaya âmin der gibi…
Moralim iyi, sağlığım yerinde… İçimden bir ses, bu gezinin çok iyi geçeceğini söylüyor. Gemi hareket etmek üzere iken iki martı başımın üstünde süzülüp duruyor. Yalnız gezen ruhuma eşlik etmek ister gibi… Yürekte biriken acılara ortak olmak ister gibi… ‘Sana biz eşlik edeceğiz’ der gibi… ‘Neredesin, uzun yıllardır seni bekliyoruz’ der gibi…
Öyle işte…
Ve Gökçeada Kuzu Limanı’na indik. Otobüsümüz bizi yedi kilometrelik bir yolculuktan sonra getirip Gökçeada merkezine bıraktı. Tam söylendiği gibi, sessiz, rahat ve huzur veren bir ada… İklimi, havası, binaları, ormanı, dağları, rüzgârı insanın içini okşuyor.
Yıllarca peşinden koştuğum, aradığım ada burası olsa gerek… Evim burası galiba…
Herkes bana iyi davranıyor, sıcak bakıyor, yardımcı oluyor.
İyi insanlar adası…
Merhaba Dereköy…
Sırtımda çanta, elimde valiz bizi Dereköy’e götürecek minibüse atladım.
Saat 11.00’de İstanbul Otogar’ında başlayan ada yolculuğumun son durağı Dereköy’e gitmek üzere yola koyulduk. 14 kilometre ötede, Dereköy’ün hemen girişinde, ana yol üzerinde indirdiler beni…
Yolda başıboş gezen, çalılıklar arasından ana yola fırlayıp karşıya geçen kuzular, keçiler, inekler ve eşekler… Her adım başı, bütün bir Ada’da sıkça karşılaşacağınız türden manzaralar… 12 ay boyunca derelerde, tepelerde, yollarda özgürce yaşayan hayvanlar… Ada’da bir tane dahi hayvan barınağı yok… Damsız, ahırsız… Ada’nın tümü sanki açık hava damı gibi…
Hava kararmak üzere… Minibüsten iner inmez etrafıma bakındım. Meşhur Rum köyü, konaklayacağım köy burası ha…
Sessizliğin sesi var sadece… Sanki hiç kimse yaşamıyor.
Ayışığı Çamlık Pansiyon ve Canan Hanım
Yeni çakıl dökülmüş yol ağzının hemen kenarında bir tabela: Ayışığı Çamlık Pansiyon…
Bir-iki dakika sonra yolun karşısında iki kişi belirdi, benim olduğum tarafa doğru geliyor: Bir kadın bir erkek… Minibüsü görmüşler, benim ineceğimi biliyorlar. Pansiyon işletmecisi Canan Kuku ve babası Hayrettin Abi…
Geldiler, karşıladılar, valizimi aldılar. Daha ilk dakikadan itibaren bu pansiyonun bir misafiri değil, aileden biri gibi hissettim kendimi… Daha işletme sahibi aileyi görmeden, peşinen bu duyguya kapılmakta yanılmadığımı anladım.
Hayrettin Abi yıllar önce Trabzon’un Sürmene İlçesi’nden göçüp gelmiş ‘Rum diyarına…’ Sonra burada evlenmiş ve beş çocuk sahibi olmuş. Çocukların en büyüğü Canan Hanım… Okumuş, kültürlü, dürüst ve çalışkan bir evlat… Beş yıllık tarih öğretmenliği mezunu… Ancak gelin görün ki kader Canan Hanım’ı pansiyon işletmecisi yapmış… Becerikli, hamarat… Birazdan şahit olacağım bu yeteneğe… Pansiyonda misafirlerine ikram ettiği yemekler, Trabzon kültürü ile Ada’daki Rum kültürünün ortak karışımı… İki kültürü harmanlayıp kendine has bir yemek kültürü oluşturmuş. Bütün işleri kendisi yapıyor, işletmenin hem patronu hem de işçisi… Aile, aralarında görev paylaşımı yapmış… Baba Hayrettin dış ilişkilerden, pansiyonun genel bakımdan sorumlu… Kız Canan pansiyonun mutfağından, genel işlerinden, öteki kız Handan sosyal ilişkilerden ve iletişimden, oğul Yıldıray da keçi sürülerini otlatmaktan sorumlu…
Daha Ada’da turizmin T’si bile yokken bu çılgın projeye başlayan aileye deli demiş köy halkı. Tam 6 yıl önce başlamışlar Ayışığı projesine… Çok büyük zahmetler, emekler vererek, yüklü miktarda para harcayarak, zorlu bir süreçten sonra Ayışığı’nı ada turizmine kazandırmışlar.
Tırnaklarıyla, dişleriyle kazıyarak, nice engelleri ve zorlukları yenerek adım adım, sabırla, ilmek ilmek dokuyarak Ada’nın en güzel ve harika dinlenme tesisini inşa etmişler.
Çok yorulmuşlar, çok emek vermişler.
Sonuçta ortaya işte bu harika eser çıkmış… Adı gibi, kendisi de gerçekten ay ışığı gibi parlıyor. Pansiyonun baştan aşağı her şeyi otantik, organik… Kamelyaları, oturma gurupları, odaları, tandırı, yemekleri…
Dereköy’de arıların konseri
Tabiatın sesi, insanın aradığı sessizliği üretiyor. Çağımızın en büyük hastalığı, stresin kaynağı ‘gürültüye’ teslim olmuş insanoğlunun-şehirlinin doğal tedavi merkezi gibi… Azgınlaşan ruhların, beton binalar arasında körelen kalplerin, kirlenen zihinlerin terapi mekanı…
Müzik ihtiyacınızı tabiat karşılıyor. Arıların vızıltısı, kuzuların melemesi, horozların ötmesi, ağustos böceklerinin namütenahi ninnisi, rüzgârın melodisi yetiyor size… Tabiat ananın bestesi, Farid Farjad’ın kemanından dökülen ağıtları aratmıyor. Wagner’in piyanosu, Ontonio Vivaldi’nin ‘Dört Mevsim’i, Rostropoviç’in Çello’su halt etmiş! Frederic Shopen de kim oluyor!
Ada orkestrasının bitmeyen senfonisi… Ezeli ve ebedi nağme… Ruhların derinliklerine işleyen mahur beste…
Ada’da yemek kültürü
Akşamları, öğlenleri ve sabahları önünüze konulan yemekler tamamen ada mahsulü… Domatesler, biberler, kavunlar, zeytinler, peynirler, sütler… Ayışığı, sabahları verdiği köy kahvaltısında da iddialı. Kendi ürettikleri süt, peynir, zeytin, reçel, bal, zeytinyağı ve sebzelerle sundukları kahvaltı doğallık ve lezzet açısından benzersiz…
Aile burada kendi ürettikleri karadut suyu ve reçeli, bal, keçi ve koyun peyniri de satıyor. Bu arada vakitten kazanmak istiyorsanız tandır için önceden aramanızda fayda var.
Bunlar arasında ikisi ön plana çıkıyor. ‘Oğlak Tandırı’ ve ‘Karadut Şurubu.’
Yörenin en meşhur ve en lezzetli, başak yemeği: ‘Oğlak Tandır.’ Şimdi gelin hep birlikte Ada’nın beslenme ve yemek kültürüne bir göz atalım:
Ada kültürü deyince akla ilk balık ve sebze yemekleri gelir ama Gökçeada deyince olay farklılaşır. Burada bin bir özenle yetiştirilmiş bahçe mahsullerinden yapılan Rum mutfağına özgü zeytinyağlılar ve Rum mutfağının vazgeçilmez et kültürü…
Ada demek keçi demek
Gökçeada’nın kendine has bir hayvancılık anlayışı var. Özgür ve mutlu keçileri… Ve bunlardan yapılan oğlak tandır… Et kültürü deyince ayrılıyoruz Rum kültüründen. Bizde genelde dana ve koyun eti kültürü yaygınken Rum mutfağında biraz durum farklı: Oğlak eti bir sevdadır Rum kültüründe… Günümüzde yeni yeni değeri anlaşılan keçi kültürü Rum vatandaşların yaşam tarzı galine gelmiş. Dimitri Amca “Benim babam beni keçi sütüyle beslemiş” diye anlatır. Ne kadar değerliymiş ki anıları anlatır iken gururla söylenir.
Keçiler aynı zamanda kansere yakalanmayan tek hayvan… Ve diğer hayvan etlerine göre yağsız olması sağlık açısından daha değerli kılıyor oğlak etini…
Oğlak tandır
Her Rum evinin yanında bir taş fırın mutlaka bulunur. Ayışığı da bu kültürü yaşatmaya çalışıyor. İşletmenin bahçesinde büyük bir taş fırın var, her gün sabahın ilk ışıklarıyla oğlak, kuzu sesleriyle başlanır güne Dereköy’de… Fırın sabahın nurunda yakılır, odunların alevleri yavaş ve sabırlı bir şekilde ısıtır fırını… Uzun ve sabırlı ısınma işlemi devam ederken bir yandan mutfakta hummalı bir çalışma başlar. Dinlenmiş oğlak eti işlenir ve tandırlık hale getirilir. İşlenen oğlak etleri tepsilere dizilir üzerine ne ile yapılacaksa (sade ya da sebzeli) malzemeleri konur. Rum kültüründe sebzelisinin daha çok sevildiği biliniyor. Şu bir gerçek ki, yörede yetişen kekik çeşitlerinin eti son derece lezzetli yaptığıdır. Tepsilerin üzeri kapatılır. Böylece uzun ve leziz yolculuk başlar: tepsiler fırına atılır. Canan Hanım ve ekibi bu işte uzmanlaşmış… Fırının en az üç saat odun ile ısıtılması gerekiyor diyor Canan Hanım… Etin ateşle değil ısıyla pişmesi gerekiyormuş… Tepsiye konan tandırlar fırının ısınmasının ardından taş fırına atılır. 4-5 saatlik pişirmenin ardından etler taş fırının kenarına alınır. Öğlen 12 gibi başlar tandır servisi. Gelen müşteriye sıcak sıcak fırından servis yapılır. Bundan sonrasını anlatmak anlamsız, tatmak gerekiyor. Et öyle bir pişmiştir ki, ‘lokum gibi’ ifadesi sanki bunun için söylenmiş…
Karadeniz yöresine ait turşu kavurması, bol kekikli zeytinyağlı kırmızıbiber dolması, bu işletmenin yapım ve sunumu ile özdeşleşmiş taş fırında pişirilen meşhur oğlak tandır, keçi peynirli kurabiyesi, bahçe ürünlerinden yapılan salatası, ev yapımı inek yoğurdu ise menüdeki bazı güzellikler…
Karadut efsanesi
Sabah kahvaltısında her yerin kendine has bir dokusu vardır ya burada da meşhur karadut ürünleri bizi karşılıyor. Sabah kahvaltısında verilen her şey menüdeki diğer seçenekler gibi kendi ürettikleri ürünlerden yapılıyor. Karadut, Dereköy ile ve Ayışığı ile özdeşleşmiş… Canan Hanım’dan adada en çok bu köyde yetiştiğini öğreniyoruz. Karadutun Yunan mitolojisinde anlatıla gelen bir hikâyesini dinliyoruz Canan Hanım’dan: Hikâyeye göre evleri birbirine bitişik iki komşu aile varmış. Ve bunların birbirine âşık iki genci. Bitişik olan evlerinin arasındaki çatlaktan birbirleriyle konuşmaya çalışırlarmış. Kızın adı Tisbe oğlanın adı Piremus imiş. Bu gençler bir yerde buluşmaya karar verirler. Tispe önce gider buluşma yerine… Buluşma yerinde karşısına her yeri kan içinde bir aslan çıkar. Korkudan kayalıktaki mağaraya doğru koşar ve koşarken eşarbını düşürür. Aslan kızın eşarbını parçalarken yakışıklı Piremus gelir ve bakar ki aslanın her tarafı kan ve Tispe’nin eşarbı aslanın ağzında başından aşağı kaynar sular dökülür. Tispe’siz bir hayat onun için zaten hiçbir anlam ifade etmiyordu. O anda aklına gelen tek şey aşkı için can vermektir. Belinden hançeri çıkarır ve göğsüne saplar. Korkusunu yenip mağaradan aşağıya inen güzeller güzeli Tispe, Piremus’un kanlar içinde yerde yatan bedenini görünce oda dayanamaz ve o anda kıyar canına… Piremus’un kendisi için canına kıydığını anlayan Tispe’nin cansız bedeni Piremus’un üstüne düşer. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar.
Piremus’un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe’nin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler.
O günden beri bu karadut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini, (Piremus’un kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispe’nin gözyaşları) temizler…
Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz.
Fakat elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini görürsünüz. İşte bu mitolojik hikâyede geçen meşhur karadutun reçeli, şekersiz karadut marmeladı, karadut suyu, incir reçeli, kekik balı, söylenmese asla tahmin edemeyeceğiniz domates tatlısı, kekik çeşitleriyle süslenmiş zeytinyağı, hiç suni gübre kullanılmadan yetiştirilen bahçe ürünleri: Salata, domates, biber, maydanoz, keçi peyniri, keçi sütü, tereyağı, sigara böreği, zeytin, keçi peynirli omleti… Hepsi doyurucu, leziz ve organik…
İlk gün, ilk tandır, ilk uyku…
Düşünebiliyor musunuz, işte ben bir hafta boyunca böyle bir ortamda kalacak ve organik, yöreye has gıdaları tadacağım.
İlk gece mahalli tatların süslediği mükemmel bir akşam yemeğinin ardından tertemiz çarşaflarla bezenmiş yumuşacık yatağa uzandım… Heyecan ve sevinçten bedenimi esir alan yorgunluğu bile unutmuşum… Uzun bir aradan sonra araba gürültüsü, korna sesleri, şehir eşkıyalarının anırmalarını duymadan sessizliğin koynuna attım kendimi…
Uyumak mesele değil… Ya hiç uyanamazsam diye düşünüyor insan… Havası, rüzgârı, gecenin sessizliği sanki genel anestezi etkisi yapıyor. Damardan giriyor.
Allah’tan uyandım.
Uyandığıma sevindim.
Uyuduğumu hissettim.
Burada uykunun tadı da bir başka… Uyku da organik… Rüya bile göremeyecek kadar derin ve sonsuz bir uyku…
Daha güneş doğmamış… Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığından ayrılmak üzere…
Rumlar gitmiş, evler bomboş…
Güzel bir tevafuk eseri, Köyün ve Ada’nın efsane isimlerinden Âdem Nayır ile tanışmak nasip oldu. Akşam yemeğinde birlikte olup sohbetimize renk katan Âdem Abi ile sabah buluşmaya ve köyü birlikte gezmeye karar verdik.
Dedim ya Ada’da işim hep rast gidiyor. Şeyh Hasan’ın oğlu olduğum için mi, ben iyi adam olduğum için mi, inanın bilmiyorum. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş… Allah bana burada da bir rehber gönderdi!
Köyü keşfe çıkmanın tam zamanı… Hadi bakalım, yollara düşelim:
Dereköy (İskinit) adanın batı kısmında yer alan tek Rum Köyü… Zamanında 1950 hane ile adanın hatta Türkiye’nin en büyük ve kalabalık köyüymüş. İçerisinde 22 kahve, iki sinema, çok sayıda berber, bakkal, terzi gibi dükkânlar ve üç zeytinyağı imalathanesi bulunurmuş. Adanın en büyük çamaşırhanesi hala burada ve ziyaret edilebilir.
Merkeze 14 km. uzaklıktaki köy, anayolun iki tarafındaki tepelere kurulmuş. Osmanlı gezgini Piri Reis’in 16. yüzyılda adada bahsettiği iki yerleşim yerinden biri Dereköy (diğeri Kaleköy – Kastro).
Günümüzde yaz-kış köyde ancak 50 – 60 hanede yaşam sürmekte. Nüfusun yarısını Rumlar oluşturmakta… Ama yazın ev sahiplerinin köylerini ziyarete gelmesiyle evler şenleniyor.
Köyde ibadete açık iki kilise bulunuyor. Köyün girişindeki Aya Mapia Kilisesi ve çarşıdaki Koimesis Tis Theotokos Kilisesi. İkisi de 1800’lü yılların başında inşa edilmiş. Yakın zaman önce köyün papazı ölünce yenisi tayin edilmemiş. Fakat sonradan bir papaz göreve başlamış…
Dereköy’ün merkezden gelirken solda kalan kısmında, kilisenin bulunduğu meydan, eskiden çarşı meydanıymış…
Yıkılmış, harabeye dönmüş, taştan inşa edilmiş eski Rum evlerinin arasında gezerken bir yandan da köyün ve Ada’nın tarihini anlatıyor Âdem abi… Rum halkıyla yaşadığımız acıklı hikâyeleri… Ah, keşke şu duvarların, tepelerin dili olsa da anlatsa…
Bize ne oldu?
Emine Şenlikoğlu’nun ‘Bize ne oldu?’ adlı bir kitabı vardı. Sahi bize ne oldu? Niye ülkemizin her karış toprağında acıların tarihi yazıldı?
Niye?
Biz Rumlara niye kötülük yaptık, Rumlar bize niye kötülük yaptı? Neyimizi paylaşamadık? Yüzyıllardır bu topraklarda kardeşçe yaşadığımız Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler, Kürtlerle niye kanlı bıçaklı olduk? Şimdi şu güzelim taş yapılı evler neden harabeye dönsün? Mensup olduğumuz dinler bize hep “birlikte huzur içinde yaşamayı” vadetmiyor muydu? Hristiyanlar neden Hristiyanlığa, Müslümanlar neden İslam’a, Yahudiler neden Museviliğe ihanet etti?
Neden birbirimizi suçlayıp duruyoruz ki? Bu ayıp, bu suç hepimizin değil mi? Mübadelelerin, ‘zorunlu göç’lerin, yıkımların, zulümlerin… Hepsinin ortak sorumlusu biz değil miyiz? Acılarımızı yarıştırmanın ne âlemi var?
Bugün daha iyi anlıyoruz ki, insanlık âleminin en büyük belası ırkçılıkmış… Yaşadığımız bütün acıların, savaşların, sahte zaferlerin, galibi olmayan mücadelenin temelinde ırkçılık, asabiyet ve taassup yatıyor. Ülke taassubu, bayrak fetişizmi, marş çılgınlığı, ırk asabiyeti iki dünya savaşına sebep oldu. Şimdi bunlardan hiç ders çıkarmayan dünya, kendi çıkarı uğruna üçüncü bir dünya savaşına hazırlanıyor.
İslam barış ve esenlik dini… Ama gelin görün ki, İslam coğrafyasında kan gövdeyi götürüyor. ‘Öldürmeyeceksin!’ diyen dinin mensupları (Yahudiler) her gün Ortadoğu’da çocuk öldürüyor. Merhamet ve sevginin peygamberi olan İsa’nın yolundan gidenler(Hristiyanlar), Afrika ve Asya ülkelerini sömürüyor. Bir avuç petrole dinlerini satıyorlar.
Türklerin Gökçeada’sı, Rumların İmroz’unda, Dereköy’ün yıkık evlerinin arasında gezerken işte bunları düşündüm… Ben de bu insanlığın bir ferdi olarak yüzüm kızardı, utandım.
Geçen yıl, Yunan Adası Rodos’u gezerken, Yunan Hükümeti’nin Türklere yaptığı baskıyı, adada yüzüstü bırakılan Osmanlı eserlerini görünce Yunan politikasına kızdım, şimdi kendi yurdumda, 40 yıl öncesine kadar bir Rum adası olan Gökçeada’da Rumlara yapılan insanlık dışı muameleye kızdım, köpürdüm.
Ne yazık ki, birinin zulmü, ötekinin zulmüne temel teşkil etmiş… Fasit bir daire gibi… Her birimizin boynunda zulüm halkaları asılı…
Beni dinlemezler, biliyorum, ama yine de buradan, Dereköy’den sesleniyorum: Ey yöneticiler! Ey politikacılar, ey ‘büyük adamlar!’
Gittiğiniz bu yol sizi uçuruma götürür, yeni savaşların, yeni göçlerin, yeni katliamların ‘müjdecisi’ olmayın!
Mümkünse adam olun!
Keçi sağmanın dayanılmaz hafifliği
Neyse, biz boyumuzu aşan bu ‘önemsiz’ meseleleri ‘büyük adamlara’ bırakalım… Küçük işler bizi bekliyor.
Mesela Dereköy meralarında özgürce otlayan keçiler… Bence küresel krizden daha ‘önemli.’ Bir keçiye yem vermek, keçinin sütünü sağmak…
Pansiyon işletmecisi Hayrettin Abi’nin oğlu Yıldıray ile birlikte keçilerin mekânına gittik. Önce onlara buğday ve yem verdik. Bir keçiyi beslemenin mutluluğu bize yetiyor. Bununla yetinmedim hayatımda ilk defa bir keçinin memesine elim değsin istedim.
Şaka değil… Basbayağı keçi sağacaktım.
Ya Allah bismillah deyip başladım işe… Uzun uğraşlardan sonra keçiyi yakaladık! Yönteme göre arka ayaklarından tutup süt dolu memesini elle sağmam gerekiyormuş. Hiç denememiştim.
Keçi benim acemi olduğumu anladı galiba, hiç yerinde durmuyor, zapt etmek için Cüneyt Arkın kadar güçlü olmak lazım. Keçi ha bire tekme atıp duruyor. Bir keçi sağma uğruna kimseden yemediğim dayağı keçiden yedim. Kollarım dizlerim yara bere içinde kaldı. Ama yine de vazgeçmedim. Ben de keçi kadar inatçı idim. Zor bela sakinleştirdim ve memesini sağmaya başladım.
Ama ne sağma! Evlere şenlik!
Yok arkadaş, ne yaptımsa bir damla gelmedi.
Anlayacağınız beceremedim. Yediğim tekmeler de keseme kaldı. En iyisi bu işi uzmanına bırakmak dedim ve kenara çekildim. Usta Yıldıray iki dakikada keçinin sütünü sağdı ve bir tencereyi doldurdu. Pansiyona dönerken karizmam çizilmesin diye süt dolu sitil benim elimdeydi!
İskinit Kalesi’ne giden yol
Tarih öğretmenliği eğitimi alan ancak şimdi Pansiyon İşletmeciliği yapan Canan Kuku, Dereköy ve dolayısıyla Gökçeada turizmini canlandırmak için yeni projeler üretmekle meşgul… Ada’da turizm sezonu çok kısa… Sezonu uzatmak ve diğer aylara yaymak amacıyla Trekking(Yürüyüş yolu) projesi planlıyor.
Halen proje aşamasında olan yürüyüş yolunu uygulamalı olarak görmek istedik. Köyün etrafında bir daire çizip tekrar Pansiyona dönüş yapacağız. Yürüyüş yolu mesafesi yaklaşık (gidiş – dönüş) yedi kilometre…
Pansiyondan çıkıp önce köy içindeki eski çamaşırhane, zeytinyağı atölyeleri, Rum mezarlığı ve kiliseleri görüp dağ yoluna tırmandık.
Araba yolunu takip edip, ani bir dönüşle patika yollara saptık. Yol üzerinde bol bol yaban armudu (ahlât) gördük. Dağda yetişen bu meyvenin birçok hastalıklara iyi geldiği söyleniyor. Ekim – Kasım aylarında hasadı yapılıyormuş.
Zirveye doğru tırmandıkça Dereköy’ün kuş bakışı muhteşem manzarasını seyretmek bambaşka bir zevk… Yolumuz üzerinde en önemli eserlerden biri ile karşılaştık: Yel değirmenleri…
Yıllar önce Rumlar tarafından yapılan yaklaşık yedi adet yel değirmeni gördük. Ancak yıkılmış, harabeye dönmüş… Rumlar, zamanında bu değirmenlerde buğdaylarını öğütüp kışlık yiyeceklerini hazırlarmış… Suyu nereden getirmişler, değirmeni nasıl çalıştırmışlar, bilinmiyor.
Ve İskinit Kalesi
Yel değirmenlerinin bulunduğu tepeye ulaştığımızda, yürüyüş yolunun en zorlu parkurlarından biri olan Kale bütün görkemiyle ta uzaktan görünmeye başladı. Hava açık olduğu için çevremizdeki bütün doğal güzellikleri ve eserleri net görebiliyorduk: Barajları, dağları, ormanları, manastırları ve sesimizi duyar duymaz kaçışan keçileri…
İki saat süren yürüyüşten sonra bir ceviz ağacının altında mola verdik. Tabi ağaca çıkıp, dallarında tek tük kalan cevizleri toplamayı da ihmal etmedik. Böylece yoldaki açlığımızı ceviz yiyerek gidermiş oldum.
Her 500 metrede bir manastır yapılmış, kimisinin kapısı kapalı, kimisinin açık… Yörede yaşayan 50 civarında Rum vatandaşımız burada gelip mumlarını yakıyor, dualarını ve ibadetlerini yapıyor.
1,5 saatlik bir yürüyüşten sonra parkurumuzun en önemli noktasına ulaştık: İskinit Kalesi… Cenevizlilerden kalma kale, hâkim bir tepeye kurulmuş, fakat yörede gördüğümüz kilise, manastır ve taş evler gibi bu kale de yerle bir edilmiş… Sadece duvarların bir kısmı ayakta kalabilmiş… Bu gidişle galiba 3 – 5 sene sonra kale diye bir eser kalmayacak ortada…
Kalenin en tepesine çıktığımızda bütün bir Ada sanki ayaklarınızın altında… Muhteşem manzarayı seyretmenin tadına doyum olmuyor.
Kale içinde binlerce antik mezarın olduğu söyleniyor, hatta laf aramızda, kimseye söylemeyin, yer altında ta eski kavimlerden kalma hazineler varmış! Ben de yörede yaşayan insanların yalancısıyım.
Artık hava kararmaya ve üstelik sis de bastırmaya başladı. Bir an evvel Pansiyona geri dönmemiz, yolumuzu kaybetme riski olduğu için hızlı hareket etmemiz gerekiyor.
Rehberimiz Yıldıray olunca korku nedir bilmiyoruz ama yine de benim içime korku düştü. Ne olur ne olmaz diyerek koşar adımlarla geri dönmeye başladık. Başıma bir iş gelse annemin beni haşlayacağını biliyordum. Ya ayağım burkulup düşersem, benim halim nice olurdu. Muhtemelen oturup ağlardım!
Köye doğru yaklaştığımızda hava iyice karardı, dikenli patika yollarda ayağımıza batan dikenlere aldırmadan yürüyoruz. Son yarım saati zifiri karanlıkta almak zorunda kaldık.
Nihayet bir tepeyi dönüp karşıda köyün sarı ışıklarını görünce derin bir nefes aldık. Yorgun ve bitkin bir halde pansiyona döndük. Yürüyüşümüzü dört saatte tamamlamış olduk.
Zeytinli: Bartholomeos’un köyü…
Dereköy’ü altını üstüne getirdik, dağ, dere, tepe bırakmadık gezip durduk. Artık sıra Ada’nın tümünü keşfetmeye geldi. Adanın gezilip görülmesi gereken birçok Rum köyleri, tarihi ve turistik mekânlar bizi bekliyor.
Zeytinli başlangıç için en isabetli köy… Neden? Çünkü Gökçeada’nın en ünlüsü ve yaşayanların hemen hemen tamamı Rum olan tek köy… Üstelik Rum Okulu’nun açıldığı köy… Üstelik Fener Rum Patriği Bartholomeos’un doğup büyüdüğü köy…
Gökçeada merkezine 3 kilometre mesafede… Bir tepenin yamacında, daha çok Rum vatandaşlarımızın yaşadığı şirin bir köy… Yaz – kış Ada’nın en çok ilgi çeken, adeta turist kaynayan mekânlarından biri… Ve tabii ki adaya özgü, Türkiye’nin dört bir tarafına nam salmış Dibek kahvesinin ana yurdu…
Köyün merkezinden geçip, kiralık aracımı en üst noktaya park ettim. Daha ilk gördüğümde Türkiye’nin en güzel, en temiz ve en şirin köyü olduğuna dair inanca sahip oldum. Fotoğraf makinamı kaptığım gibi köyün içine daldım.
Sessiz, sakin, huzur veren bir köy… Dar yolları kaldırım taşları ile döşenmiş… Tamamı taştan yapılmış, tipik Rum mimarisi ile inşa edilmiş rengârenk evler… Bakmaya kıyamıyor, seyretmeye doyamıyorsunuz… Ortalıkta bir tek çer-çöpe rastlamak mümkün değil… Her tarafı sanki kahve kokusu sarmış, havası mis gibi kokuyor. Küçücük bir köy olmasına rağmen her sokağında kafe var. Sezon bittiği için kimsecikler yok.
Nihayet bir kafe önünde oturan üç Rum vatandaşa rastladım. Selam verip oturdum, “Gazeteciyim, köyünüzü tanıtmaya geldim” dedim.
Dibek Kahvesi
Fazla yüz vermediler bana… Hoşlanmadılar. Tipimin bozuk olmasından mı Türk olmamdan mı nedir, anlayamadım. Dedim köyün muhtarı nerede, dediler bir cenazesi var. Peki, siz yardımcı olamaz mısınız, içinizden biri beni gezdirebilir mi? İşimiz var dediler. Allah Allah! Ben Rumları kibar ve yardımsever bilirdim ama demek ki yanılmışım…
Çaresiz, tek başıma gezeceğim. İş başa düştü.
Fakat önce Zeytinli Köyü’nün meşhur Dibek kahvesini tatmadan olmaz. Rum garsona seslendim, kendime orta şekerli Dibek kahvesi ısmarladım. Aslında kahveyle aram yok, bin yıl içmesem hiç alkıma gelmez.
Fakat gerçekten bu kahvenin tadı bir başkaydı. Dedim, şuradan bir kilo alayım da anne götüreyim…
Rum Okulu
Kahve molasından sonra doğruca Türkiye’de ilk defa açılan Rum okuluna gittim. Kapısı kapalı, dışarıdan üç-beş kare çektikten sonra, ürkerek kapıyı çaldım. Bir görevli çıktı, “Dedim gardaş ben Alişan Hayırlı… Malatya’nın ünlü gazetecisi!!!”
Tabi görevli beni tanımadı! Galiba işe yeni başlamış burada!
“Giremezsin, yasak!” Şak kapıyı yüzüme kapadı! Tekrar çaldım.
“Bana da mı?” dedim. “Sana da!” dedi.
“Git Çanakkale’den Valilikten izin al” dedi.
Fakat içeriden çocuk sesleri geliyor, iyi biliyorum ki sınıfta ders görüyorlar. İçim gidiyor ama inatçı keçi gibi bir görevli var kapıda… Dedim yahu şu kapıyı kırıp içeri gireyim, ayıp olur, dedim.
Fakat görevli ile kapıda konuşurken, parmağım boynumda asılı duran fotoğraf makinasının deklanşöründe… Madem öyle işte böyle: Gizli çekim!
Fakat ne yaptımsa içeride ders gören iki Rum öğrencinin sınıflarına girmek nasip olmadı. Tekrar köyün içine doğru hareket ettim.
Hristo Amca bana kızdı
Tabelada Hristo Amca’nın tatlıları yazıyor. Domates tatlısı meşhur bu yörenin… Dedim gideyim de Hristo Amca’nın tatlısından yiyelim.
Fakat tatlıcı dükkânında kimse yok… Seslendim: “Hey Hristo Amca, merhaba, neredesin!”
“Geliyorum.”
İki dakika sonra beli yere yapışan, yaşlı Rum satıcı geldi. Hristo Amca da bana rest çekti: “Ne resmi, ne sohbeti, rahat bırak beni, tatlı matlı da kalmadı, sezon kapandı! Bugünüm var yarınım yok, git başımdan!”
Haydaaaa! Bugün bütün huysuzlar beni buluyor. Dayak yemeden bir an evvel uzaklaşmak lazım. Ara sokaklara girerek izimi kaybettirdim! Ne olur ne olmaz, Hristo Amca peşimden gelir diye…
İşte Zeytinli Köyü macerası böyle sona erdi. Sonuç: Köy muhteşem, insanları sinirli ve soğuk…
Tepeköy (Agridia)
Diğer bir Rum köyü olan Tepeköy’üne doğru yola çıktım. Gökçeada merkezine yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta… Ada’nın en yüksek tepesine kurulmuş… Onun için galiba bizim Türkler adını değiştirirken Tepeköy koymuş! Tıpkı Zeytinli Köyü gibi Rum vatandaşlarımızın yoğun halde yaşadığı köylerden biri… Her yıl Ağustos ayında Rum vatandaşlarımız tarafından kutlanan Meryem Ana etkinliklerinde dünyanın dört bir tarafından Rumlar Tepeköy’e akın ediyormuş.
Burada başıma yeni bir bela açmamak için kimseden yardım istemedim. Akıllandım artık! Bir daha tövbeler olsun ki, Rumlardan yardım istemeyeceğim! Zorlamayın, yemin ettim!
Yanımda rehberlik yapan tanıdık biri olsa belki sonuç farklı olabilirdi. Hayır ama haksızlık yapmayalım, Tepeköy’de Anastasya Amca beni evine konuk etti, yüzüme güldü, yumuşak davrandı ve hatta bana elma ikram etti. Laf aramızda elma da çok lezizdi. Zaten adanın öyle bir iklimi var ki, bu topraklarda yetişen bütün mahsuller çok lezzetli…
Moralim biraz düzeldi, Rumlarla ilgili önyargımın yüzde 25’i silindi!
İspilya
Tepeköy’ün hemen yanı başında, yörenin en çok ilgi gören Pınarbaşı’nı (İspilya) görmeden gitmek olmazdı. Köye girmeden yaklaşık 150 metre öncesi sağa ayrılan toprak yoldan ulaşılan Pınarbaşı piknik yapılacak hoş mekânlardan biri… Akan doğal su ve koruma altındaki asırlık çınarlar mekâna ayrı bir güzellik katıyor. Yaz aylarında bunalan halk buraya akın ediyor. Tıpkı bizim Malatya’daki Gündüzbey gibi…
Aydıncık Sahili
Tepeköy’den çıkıp tekrar Gökçeada yoluna girdim, merkeze varmadan Aydıncık yoluna saptım. İlçe merkezine tam 13 kilometre uzaklıkta… Yaz aylarında Ada’nın ön gözde plajlarından… Tuz Gölü’ne yakınlığı sebebiyle daha da ilgi çeken bir konumda… Sahil uzunluğu yaklaşık iki kilometre… Kamp yapma ve çadır kurmaya uygun bir konumu var. Ayrıca kamping alanlarına, rüzgâr sörfüne ilgi duyanların gözdesi… Sahilde Sörf Okulu açılmış, isteyen gidip ders alabiliyor. Bu yüzden her geçen yıl sörfçülerin uğrak yeri olmaya başlamış… Burada bana hitap eden fazla bir aktivite olmadığı için şöyle arabayla bir tur atıp çıktım. Ben kim sörf yapmak kim!
Tuz Gölü
Fakat sahilin hemen yanı başındaki Tuz Gölü biraz ilgimi çekti. Güya buradaki çamurlu göl romatizmaya, sedef ve kireçlenme gibi hastalıklara iyi geliyormuş. Tuz gölü içinde bulunan çamur; kuvars, kükürt, sodyum, potasyum, kalsiyum, demir, baryum, magnezyum, karbonat, sülfat ve bikarbonatın içeriyormuş. Vay anam vay! Ne mübarek bir çamurmuş! Durun daha bitmedi. Ayrıca mangan, titanyum, alüminyum ve silisyum açısından da zenginmiş! Hatta ve hatta 6,5 değerinde metilen mavisi de tespit edilmiş!
Çamura battı derler halk arasında… Böyle bir çamur elimize geçse de batsak!
Kusura bakmayın da ben oldum olası böyle efsanelere zerre kadar pirim vermem. Oradakilere, “Size hayırlı çamur banyoları” deyip kaçıverdim!
Kaleköy ve İskiter Kalesi
Nereye? Tabi ki Kaleköy’e! İskiter Kalesi’ne!
Güneşin batışını seyretmeye… Geldiğim yoldan tekrar Gökçeada merkezine indim, oradan da üç kilometre sonra Kaleköy’e vardım. Adanın mutlaka görülmesi gereken en güzel yerlerinden biri… Kale diyorlar ama ortada kale male kalmamış. Hakkından gelmişiz, yıkmışız, bitirmişiz, Türkiye’nin her yerindeki tarihi eserlere yaptığımızı yapmışız. Zaten kaleleri yıkmakta üzerimize yok. Allah esirgesin, çok maharetli bir milletiz. Tarih marih bizim neyimize! Bu muhteşem kaleden sadece geriye mini minnacık sur kalmış… Üç – beş sene sonra da onu da yıkar rahata ereriz!
Cenevizliler tarafından yapılan bu kale, Çınarlı Ovası’na hâkim bir tepeye kurulmuş, tamamen moloz taşlardan yapılmış… İlçe merkezine doğru yöneldiğinizde Çınarlı Ovası ve Bademli köyü tamamen ayaklarınızın altında… Tam tersi istikamete baktığınızda ise bize en yakın Yunan adası görülüyor: Semadirek (Samothraki).
Rüzgârın oğlu
Kalenin yanında ayakta durmak büyük güç ve maharet ister! Öyle bir rüzgâr esiyor ki, sizi her an, büyük bir gürültüyle kıyıya çarpan dalgaların arasına savurabilir. Fotoğraf çekmek için makinayı iki elimle sımsıkı tutuyorum. Ya makine elimden kayıp uçarsa! Hayır, makinaya acımam, içindeki enstantanelere acırım! Bütün emeğim boşa eder, aman ne olur dikkat et!
Güneşin batışına daha iki saat var. Oturdum bir taşın üstüne, verdim sırtımı yıkık surlara, kapadım gözlerimi, başladım dinlemeye rüzgârı… Bunun adına rüzgârla tedavi denir!
Hasta mıyım ki! Evet hasta! Şehirde yaşayıp da hasta olmayan mı var.
Biz iktidara gelirsek bütün psikiyatrların işine son vereceğiz, ruh hastalıkları tedavisiyle uğraşan bölümleri ve hastaneleri kapatacağız!
Bir haftalık Gökçeada tatili! İşte bu kadar basit! Doktorları dinleyeceğine rüzgârı dinlesin! İlaç içeceğine karadut şurubu içsin!
İşte böyle hayalimde sivri, uçuk buluşlar ve projeler üretirken, gözümü açtım bir baktım ki, güneş batmak üzere… Ufku kıpkızıl bir renk kaplamış… Denizin mavisi, güneşin sarı ışıklarına karışmış…
Bu kadar güzellik, bu kadar harika manzara seyretmenin bir zekâtı olsa gerek. Göz hakkı! Ardı ardına deklanşöre bastım! Siz okuyuculara olan borcumu ödemek için!
Götürdüm kiralık aracı sahibine teslim ettim, döndüm Dereköy Ayışığı Çamlık Pansiyon’a… Yorgunum! Çok yorgun!
Düşüp, yatıp dinlenmek ve zihnime kazınan, gözlerime sürme gibi çekilen harika manzaraların tadını çıkarmak varken, gel de gezi notlarını yaz!
Gece saat 02.00 ve ben hala bilgisayar başımdayım. Üstelik sabah erkenden kalkıp Marmaros Şelalesi’ne gideceğiz. Yaz babam yaz!
Malatyalı (Kilayikli) Şarap ustası: Nusretbey
Ayak bastığım her gezi mekânında mutlaka araştırır sorarım: “Burada Malatyalı var mı?” Maşallah, nereye gitseniz karşınıza mutlaka Malatyalılar çıkar. Namını ta Malatya’da iken duyduğum ‘Kürt Mehmet’ lakaplı Hekimhan Girmanalı bir hemşerimizle tanıştım. Aslında kendisi Türk… Fakat Batı şehirlerinde hala kırılmamış bir önyargı var: Ege, Akdeniz, Marmara ve Karedeniz bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın gözünde Doğu’da yaşayan herkes Kürt! Mahsuru yok tabi, Kürt, Türk ne önemi var.
Mesela bizim de önyargılarımız var: Biz de bütün bir Karadeniz’i Laz zannederiz.
Fakat bizim ‘Kürt Mehmet’ Amca bu lakaptan hiç rahatsız değil, gururla söylüyor zaten kendisi… Bütün bir adada ‘Kürt Mehmet’ adıyla nam salmış… Sağ olsun, bana Ada’da yardımcı oldu. Allah uzak memleketlerde böyle hemşerilerimizin eksikliğini vermesin.
Ada’ya 40 yıl kadar önce gelmiş, şimdi Gökçeada dağlarında keçi yetiştiriyor.
‘Kürt Mehmet’ Abi’miz beni Ada’da önemli bir isimle tanıştırdı. Ada’da, bölgede ve hatta Türkiye’de ‘Nusretbey’ adlı şarap markasıyla tanınmış hemşerimiz, Kilayikli (Yakınca) Nusret Avcı… Malatya’da çoğu kişi tanımaz, bilmez… Niye yalan söyleyeyim ben de bilmiyordum. Kim bilir, belki de bizim dünyamızda şarap olmadığı için bihaber olmuşuz…
Nusret Bey’in hayatı tam bir başarı öyküsü…
70 yaşını aşmış olmasına rağmen bir delikanlı gibi… Çalışkan, hareketli, heyecanlı ve ihtiraslı… 15 yıl önce Ada’ya yerleşen Nusret Bey yaptığı yatırımlarla bir anda önce Ada’nın sonra Çanakkale’nin ve en nihayet bölgenin parlayan yıldızı olmuş. Gökçeada halkı, bu süre içinde Nusret Bey’in önlenemez yükselişine şahitlik etmiş… Nusret Bey dediniz mi şöyle bir on dakika düşüneceksiniz!
Nusret Bey’in on parmağında on marifet var. Eski bir siyasetçi, çevreci, iş adamı…
Kendi adıyla ürettiği ‘Nusretbey’ şarapları artık yerli-yabancı turistlerin gözdesi haline gelmiş… Gökçeada merkezinde bir satış mağazası var.
Merkezde buluşup bir kahve içtikten sonra beni önce eski şarap üretim yeri olan binaya götürdü. Burada hummalı bir çalışma ile karşılaştım. Büyük paralar harcayarak burayı ‘Zeytin ve Zeytincilik’ üzerine müzeye çeviriyor. Pek yakında hizmete girecek.
Kilayikli hemşerimiz Gökçeada’ya ‘Ekolojik Tarım’ı öğreten adam… Bütün ürünleri organik… Şimdi Gökçeada’nın hemen yanı başında hâkim bir tepeye kurulmuş çiftliğine gideceğiz…
Ama ne çiftlik! Tamı tamamına 400 dönüm!
Üzüm, nar, badem, zeytin gibi ürünlerin yetiştirildiği bağlar, şarap ve organik meyve suyu üretim tesisleri, mesire mekânları, yürüyüş yolları, turcuların uğrak yeri olan restoranları…
Kendi evi de çiftliğin sınırları içinde… Beni orada bir sürpriz daha bekliyor. Yengemle tanıştırdı, meğer Nermin ablamız Gündüzbeyli imiş… Çakırahmetgilin kızları… Gökçeada’da bir Gündüzbeyli ile karşılaşmak son derece heyecan verici… Oturduk sohbet ettik.
400 dönümlük çiftliği gezmeye zaman yetmez. Üstelik ben akşamüzeri Kaleköy’de güneşin batışını izleyeceğim ve zaman da çok daraldı. Bir saat içiresinde bütün bir çiftliği kısa bir tur atarak gezdik.
Tam 250 dönüm üzüm bağı… Uçsuz, bucaksız… Modern tekniklerle organik üzüm üretiyor. 13 çeşit sofralık, 7 çeşit şaraplık… Fakat bu sene 250 dönüm üzüm bağında bir kilo dahi üzüm yetişmemiş… Neden? Çünkü don vurmuş… Bu yüzden, çiftlik içinde yeni kurduğu Şarap tesislerini faaliyete geçirememiş…
Ve ikinci bir tesis yapıyor. Bu sefer bizim gibi şarap ve içki kültürü olmayan garibanlara hitap eden bir tesis: Organik meyve suyu… Nar, üzüm ve karadut suyu üretecek. Çiftliğinde yaklaşık 2.500 adet nar ağacı yetiştirmiş…
Bundan sekiz yıl önce, daha ortada hiçbir eser yokken, Amerika’dan dünyaca ünlü National Geogprahic dergisinden iki muhabir gelmiş, binlerce fotoğraf çekmiş, haftalarca çalışma yapmış… 2008 yılında Ada’yı ve Nusret Bey’in çiftlik projesini tanıtan 9 sayfalık bir yazı yayınlamış… Demişler ki, biz bu çiftliğin 10 yıl sonra bitmiş halini görmeye geleceğiz… İki yıl sonra geleceklermiş…
Elektriğini kendisi üretiyor, suyunu kendisi çıkarıyor… Anlayacağınız Kilayikli hemşerimiz Nusret Bey, Gökçeada’da tam devlet içinde devlet olmuş…
Çiftliği gezerken bir yandan da Nusret Bey’in hayat hikâyesini merak ediyor, ha bire soru soruyorum. Konuştukça neler çıkıyor neler!
Duyduğumda beni şaşkına çeviren bir haber daha veriyor, Başbakan Erdoğan’ın hani şu ‘çılgın proje’ diye açıkladığı ‘Kanal İstanbul Projesi’ var ya, ha işte o proje bizim Kilayikli Nusret Amca’ya aitmiş…
Şaka değil, vallahi öyle imiş… Hatta ulusal basında haber de olmuş…
Ya işte böyle… Nerede bir çılgınlık varsa orada mutlaka bir Malatyalı vardır.
Ha unutmadan söyleyeyim, klasik bir söylem olacak ama Nusret Bey Ada’da gerçekten de sevilip sayılan bir şahsiyet… Malatyalı gibi yardımsever, İstanbullu gibi beyefendi, Adalı gibi cömert! Ve aynı zaman da mütevazı bir kişilik sahibi…
Vallahi, bazılarınız bana kızacak ama ‘şarap üretiyor olmasına’ rağmen Nusret Bey’in başarı hikâyesi beni çok etkiledi. Kim bilir, belki de bizim Gündüzbey’in komşu köyünden olduğu içindir!
Sonuçta, artık bizim gibi şarap kültüründen mahrum yaşayanlara da hitap eden gıda sektörüne giriyor. Bu gidişle Nusret Bey’i daha çok seveceğiz!
Cenneting!
Günümüzün büyük bir kısmı, dağda keçilerin kulaklarına küpe takma işiyle uğraşan Yıldıray’ı beklemekle geçti… Marmaros Şelalesi’ni ziyarete ve Uğurlu Köyünün sahilinden güneşin batışını seyretmeye gidecektik.
Nihayet geldi… Canan Hanım’ın Dereköy’de planladığı ikinci trekking parkurunu takip ederek Marmaros Şelalesi’ne doğru hareket ettik. Yolun beş kilometresini araçla, geri kalan kısmını yaklaşık yarım saat yaya olarak yürüdük. Güzelim çam ağaçlarının arasından, kimi zaman tüneli andıran egzotik patika yollardan geçerek, pek az kimsenin gidip gördüğü Marmaros Şelalesi’ne ulaştık.
Dünyada ve Türkiye’de nice dağları, ormanları arşınladım ancak böyle bir yolu ne gördüm ne de duydum. Mesafesi iki kilometre olan yürüyüş yolunu yarım saati aşkın bir sürede alabildik. Hayatımda ayaklarım ne böyle bir yola bastı, ne gözlerim böyle bir manzara gördü… Mutluluğu tarif et, sevgiyi anlat deseniz, aşkı tarif et, tek kelimeyle “Marmaros Şelalesi’ne giden yol” derim.
Alâeddin’in sihirli lambasından fırlayan büyücü “Dile benden ne dilersen” deseydi, “Bu yol hiç bitmesin!” derdim.
Şair, “Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;” derken acaba Marmaros Yolu’nu mu tarif ediyor?
Ah, bu yolu yazmak, size anlatmak zorunda kalmasaydım keşke… Aşkın, coşkunun, heyecanın izdüşümü, kesiştiği bir cennet yolunu tarif etmek bana mı düşer? Gözümün gördüğü manzaranın ve güzelliğin dilimden dökülüş hali sizi nasıl heyecanlandırabilir ki? Duyguları hercümerç ediyor, zihni dumura uğratıyor, duman olup uçuyorsunuz adeta… Yol, sizi ‘her şey’ ile ‘hiç’ arasında bir salıncak gibi sallıyor…
Madem bu yol bitecek, o zaman yürüyormuş gibi yapsam, yerimde saysam ve hatta geri geri doğru gitsem, yolu kandırsam! Ya da yolu ayaklarıma halhal gibi taksam da gittiğim her yere bu yolu sersem… Ya da yolu sırtıma alsam, ben yolu taşısam, yol bende yürüse! Veyahut şöyle bir güzel kaplayıp dürsem, cebime koyup götürsem!
Aklımı bana bağışla Ya Rabbi!
Aşırı güzellik insanın aklını başından alıyor. Kulaklar duyabileceği en güzel sesleri bu yolda duyabiliyor, gözler görebileceği en güzel manzaraları burada görebiliyor, kalpler hissedebileceği en güzel duyguları burada hissedebiliyor. Daha şelaleye varmadan en temiz bedeni ve ruhi hissiyatlar zirve yapıyor.
Marmaros Şelalesi’ne ancak bu yol yakışır. Bana gittiğin yolu tarif et, sana nereye varabileceğini söyleyeyim! Cennete giden yol cennet gibidir.
Kur’an’da tarif edilen Naim Cennet’inin dünya versiyonu ile karşılaştık, bizi mest eden bu yolun sonunda… Uzun süre gözlerimi ovuşturdum, ağzım dakikalarca açık kaldı. Nefesim kesildi!
Kınalı gelin: Marmaros Şelalesi
Karşımda Marmaros Şelalesi…
Suyu tatlı, dökülüşü nazlı, sesi alımlı, görünüşü çalımlı… Allah bu şelaleyi özenerek yaratmış sanki… Dereköy’ün kuytu bir köşesine saklamış… Ben arayıp bulayım diye!
Kimsecikler yok, zaten geleni gideni de pek az. Size de anlattığıma bin pişmanım… Elimden alır, çalarsınız diye korkuyorum!
Niagara sizin olsun, Marmaros bana yeter!
Hiç kimse bu şelale üzerinde hak iddia etmesin, bana Tabiat Baba’dan miras düştü! Elimde tapu gibi belgesi var, kalbimle mühürledim!
Adını da değiştirdim, bugünden sonra buranın adı ‘Hayırlı Şelalesi!’
Öleceksem burada öleyim
Öleceksem burada öleyim dedim. 40 metrelik şelalenin dimdik kayalıklarından tırmanmaya başladım, bu harika manzarayı suyun döküldüğü en üst noktadan temaşa etmek için!
Rehberimiz Yıldıray ile birlikte bizi karşılayacak olan korkunç tehlikenin farkına bile varmadan, şuursuz bir şekilde tırmanmaya başladık. Aklımızı başımızdan alan şelale, az daha canımızı da bedenimizden alacaktı!
Aşağıdan bakınca fark edilemeyen kör bir nokta ile karşılaştık. Nasıl fark edelim ki, gözümüzü şelalenin güzelliği bürümüş.
Eyvah! Kaldık mı tam kayalıkların yamacında…
İşte şimdi yolun sonuna geldik! Ölüm meleği tam ensemizde… Soğuk nefesini hiç bu kadar yakından hissetmemiştim. Ben önde, Yıldıray arkada… Geri dönüş mümkün değil… Çıkamıyoruz da… Aşağıda bizim ölüme çıkan yolculuğumuzu fotoğraf makinasıyla belgeleyen Canan Hanım’a seslendik, “Çabuk git yardım ekibi çağır!” Telefonlar da çekmiyor!
Allahım, biz niye bu çılgınlığı yaptık!
Hayatı dağlarda, keçilerin peşinde koşmakla geçen Yıldıray’ın aklına bir fikir geldi. Elini kayanın üzerinde basamak gibi yapacak ve ben üzerine basıp sıçrayacağım! Beni taşıyabilecek miydi? Riskli bir seçimdi ancak başka bir seçeneğimiz de yoktu. Önce yukarıya beni çekip çıkaracak, güç alabileceğim, elimi sokup tutunabileceğim kayalıkların arasında bir yer açtım kendime… Yıldıray’ın bir kaya kadar sağlam ve titremeyen ellerine basıp kendimi yukarı attım!
Kurtulduğuma inanamıyorum. Ölümün eşiğinden döndüm. Kurtulma sevincini yaşayabilecek zamanım yoktu çünkü kurtulmama vesile olan mübarek ellerin sahibi Yıldıray aşağıda kaldı. Ona basamak olacak el yoktu!
İşte şimdi korkunun daha dehşetini yaşamaya başladım. Ya Yıldıray’a bir şey olursa! Aman Allahım, ben o zaman her gün ölürdüm.
“Hadi Yıldıray! Hadi oğlum! Başaracaksın! Tamam, dikkat et! Acele etme! Aferin, tamam! Oldu, olacak! Kurtulacaksın!” diyorum ama bir de gelin bana sorun! Pozitif düşüncelerim onu ip olarak sarsın çekip alsın diye bağırıp duruyorum! Elimle basamak olamadım ama dualarımla yardım ediyorum.
Evet, evet! Başardı Yıldıray!
Allahım, sana şükürler olsun kurtulduk!
Marmaros az daha bize mezar olacaktı. Yukarıya çıktığımızda, ölümü göze alarak tırmanmaya değecek bir manzara ile karşılaştık!
Ben burada susayım, fotoğraflar konuşsun!
Bir insanlık ayıbı: Yarı açık cezaevi…
Gökçeada’nın acıklı hikâyesi Lozan Barış anlaşmasıyla başlar… İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) anlaşmayla birlikte Türkiye’ye bırakılır. Bir şartla: Rumların özerkliğine müdahale edilmeyecek… Fakat Malatyalı İsmet İnönü anlaşma şartlarına riayet etmiyor ve 80 yıl süren ‘Ada’yı Rumlardan temizleme’ sürecini başlatıyor. O gün bugündür Ada’da acılar dinmiyor. Son yıllarda Rumların haklarının yeniden iadesi gibi kısmı iyileştirmeler ile Ada’da barış ve huzur iklimi ekilmeye başlanmış…
İşte, o kötü yıllardan kalma bir uygulamanın izlerini görmek üzere Şirinköy’e gidiyoruz: Yarı açık cezaevi…
1960’lı yılların başında, (Yine başrollerde İsmet İnönü var) Dereköy’ün hemen aşağısına (Şimdi Şirinköy sınırlarında) Yarı Açık Cezaevi kurulur. Adaya önce mahkûmlar getirilir sonra da aileleri… Adada tarım işleriyle uğraşan mahkûmlar serbestçe dolaşmaktadır. Mahkûmlar Rumların hayatını karartır. Tecavüz, hırsızlık, darp hatta adadan göç eden Rumların iddiasına göre altı cinayet işlerler. Yetmez devlet birden bire adada TİGEM vasıtasıyla üretim çiftliği kurmaya karar verir. Rumların geçimlerini sağladıkları zeytinlikler kamulaştırılır. Adanın ekilebilir arazilerinin yüzde 90’ına devlet el koyar. Hem de yumurtanın tanesinin 25 kuruşa satıldığı yıllarda metrekaresine sekiz kuruş vererek.
Rumları taciz etme, zorunlu göçe tabi tutma amacına yönelik kurulan Yarı Açık Cezaevi’nin arazisini geziyoruz Hayrettin abiyle… Uçsuz bucaksız arazi… Sınırları sahile kadar varıyor. Şimdilerde kaderine terk edilmiş… Şirinköy sakinlerine ait çiftçi ailelerin koyunları ve keçileri otluyor. Binalar keçi ahırlarına dönüşmüş… Stalin döneminden kalma toplama kamplarına benziyor.
içim burkularak, hayretler içinde seyrettim dökülmüş binaları, terkedilmiş araziyi… Ülkemizde ne insanlık dışı uygulamalar yapılmış, ne ayıplar işlemişiz diye kara kara düşünmeye başladım.
Artık burada daha fazla kalmanın ve kendimizi kahretmenin bir anlamı yok diyerek geride bıraktık İsmet İnönü’nün bu “harika eserini”… Çünkü daha fazla kalırsam tiksintiden kusarım diye düşündüm.
İsa Tepesi
Tarihin utanç veren karanlık izlerinden sıyrılıp kendimizi sahil köyüne, doğruca komşu Uğurlu Köyü’ne attık.
Türkiye’de güneşin en son battığı yer, Uğurlu Köyü’ndeyiz… İnce Burun…
Uğurlu, adanın en batı ucundaki köy. Merkezden 25 km uzaklıkta. Kimi zaman iklimini merkezden farklı kılacak bir uzaklık bu!
Köye 1984’de Muğla, Burdur ve Erzincan’dan gelen köylüler yerleştirilmiş. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan köy halkı, topraklarının çok verimli ve kaliteli olduğunu söylüyor. Genelde üzüm yetiştiriciliği yapılıyor.
Köyün bir limanı bulunuyor. Güney kıyısındaki tek liman olan Uğurlu Limanı, zamanında Gökçeada – Limni (12 mil) arasında gelip gidecek feribotlar düşünülerek yapılmış. Şimdilik proje rafa kalksa da, her an gerçekleşebilecek bir bağlantı bu. Şu anda limana büyük balıkçı tekneleri sığınıyor, adalılar balık tutuyor. Her iki tarafından denize giriliyor.
Köye yürüme mesafesinde denize girilebilecek doğal plajlar bulunuyor. Gizli Liman bunlarda biri… Yazın güney kıyılarının cennet gibi doğal plajlarına yakın olmak isteyenler, Uğurlu’yu tercih edebilir.
Şimdi, dünyanın en güzel manzarasını seyredeceğimiz ünlü bir tepeye doğru tırmanacağız: İsa Tepesi… Hayrettin abi, Urfalı Necmettin ile birlikte bir saatlik tırmanıştan sonra nihayet güneşin batışını seyretmek üzere İsa Dağı’nın en tepesine ulaştık. Batmakta olan güneş bulutların arkasında kalmasına rağmen muhteşem bir manzarayla karşılaştık. Öyle bir tepe ki, bütün bir adayı hatta adaları görmek mümkün… Yunanistan sınırlarındaki Limni Adası ve Semadirek (Samothraki) elimizi uzatsak değecek mesafede… Yok böyle bir manzara!
İsa Dağı’nın en tepesinde, yıkılmış halde bulduğumuz, sadece duvarların bir kısmı ayakta kalan manastırın içler acısı halini görmeseydik keyfimize değecek yoktu!
Veda zamanı
Bir haftalık Ada gezimizin finalini, görülebilecek en güzel noktada tamamlamış oluyorduk. Veda tepesi gibi oldu benim için… Güneşin batışını son kez seyrettiğim bir yer oldu… Ege Denizi’nin ciğerlere şifa havasını son kez soludum. Bedenimi okşayan rüzgârı ile son kez söyleştim.
Artık veda zamanı geldi. Hayrettin abi ve Canan Hanım sabah erkenden kalkıp yol ağzına kadar uğurlama nezaketini gösterdi.
Bana unutulmaz bir Gökçeada rüyası yaşatan Hayrettin Abi’ye, çocukları Canan Hanım’a, Yıldıray’a ve Handan’a gönül dolusu selamlar. Diyar-ı Rum’un iyi çocuklarına teşekkürler…
İstanbul’a döndüm. Trafik, kargaşa, gürültü, toz, duman, beton… Rüyadan uyanmış gibi hissettim kendimi… Anladım ki cennetten cehenneme dönmüşüm…
İletişim: Ayışığı Çamlık Pansiyon, Telefon: (0538) 891 96 91, (0286) 897 60 86, canannn1717@hotmail.com.
Yazı ve fotoğraf: Alişan Hayırlı