“…Uluslararası pazardaki tüm GDO’lu ürünler, bugün üç temel özelliklerinden birini kullanmak üzere geliştirilmiştir; viral enfeksiyonlara karşı direnç, belirli bitki öldürücü kimyasallara (herbitistler) karşı tolerans ve böcek zararlarına karşı direnç. Tarımsal ürünleri değiştirmek için kullanılan tüm genler ise, mikroorganizmalardan türetilmiştir…” (ÇEVREM, 16 Ekim 2011)
Dünyada numara bitmiyor; şimdi de GDO ya da genetiği değiştirilmiş gıdalar!
Bu paragrafa göre her şey ne kadar hoş görünüyor, oysa durum hiç de düşündüğünüz gibi değil!
“…Hepinizin bildiği gibi, 1980’li yıllardan bu yana, anormal bir şekilde artan dünya nüfusunu besleyebilmek için gen mühendisleri, bitki tohumlarının genleriyle oynayarak, bu bitkilere başka bitkilerden, organizmalardan, gen, protein, hormon vb gibi maddeler aktararak ‘Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ ya da kısaca GDO denilen ‘Frankenstein Gıdalar’ üretmeyi başardılar. Amaçları, hızla gelişen, küf ve bakterilerden, doğal koşullardan, tarımsal zararlılardan yani böceklerden etkilenmeyen tarımsal ürünler yetiştirmekti elbette. Masum ve heyecanla desteklenerek başlayan bu çabaların meyveleri 1990’lı yılların ortalarında alınmaya başlandı ve ABD’de ilk GDO’lu ürün, 1996 yılında ekildi. Sonrası da çığ gibi geldi ve içinden çıkılamaz, geri dönülemez bir kâbusun içerisinde bulduk kendimizi…” (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ya da Frankenstein Gıdalar, Yeşim Köktürk Seçen, Bolu’nun Sesi Gazetesi, 13 Ekim 2011)
Bu alıntıdan sonra konumuza dönersek, GDO’lu ürünlerin insan sağlığı üzerinde ne gibi problemler yaratacağına dair hem elde henüz yeterli veri yok, hem de bu verileri elde edecek uzunca bir gözlem süresi oluşmadı. Ancak bilim adamları, GDO’lu ürünlerin DNA hasarı yaparak, genetik bozulmaya, dolayısıyla da kansere yol açabileceğine dair çok ciddi endişeler taşıyor. Alerjik etkileri ise en masum (!) zararı gibi görünüyor!
Türkiye’nin GDO durumuna gelince; 2003 yılına kadar devlet, GDO’lu ürün ithalatını yalanladı. Greenpeace’nin, İsrail’den gelen bir gemiye baskın yaparak ürün örneği almasıyla, bunun doğru olmadığı, GDO’lu ürünlerin ülkeye sokulduğu ortaya çıktı. Ülkemizdeki sebze tohumlarının % 75’inin dışarıdan geldiğini bilmekte de yarar var! Raflarda ise 2 binden fazla GDO’lu ürünün satıldığı düşünülüyor!
Bu arada, bakteri genleri aktarılarak, toksik etki yani zehir etkisi yaratan genlere sahip olan GDO’lu ürünler, fauna için ciddi sorunlar oluşturmaya başladı! GDO’lu ürünleri yiyerek beslenen zararlı böcekleri yiyen faydalı böcekler de kırıma uğrayarak ölmekte, gelişmeleri gecikmektedir. Uzunca bir süreç sonrası, yabani flora alt yapısının da GDO’lu bitkiler lehine değişime uğrayacağı bekleniyor!
Böylesi risklere rağmen, ne yazık ki 2011 yılı içerisinde, ülkemizde de hayvan yemi olarak kullanılmak üzere, 13 GDO’lu mısır türünün ithalatına izin verilmiştir!
Temiz enerji kullanımı
Dünya ülkeleri nükleer enerjiden vazgeçerek, doğa dostu temiz enerjinin peşinden koşarken, ülkemizde nükleere geçiş sürecinin yaşanıyor olması, düzinelerce termik santralin projelendirilmesi, doğalgazda düşük fiyat politikasından vazgeçilerek, ülkenin yeniden fosil yakıt kaynaklarına yönlendiriliyor olması, anlaşılır bir şey değil!
“…Güneşimizin onda birine bile sahip olmayan Almanya, 18 bin megavatlık kurulu güçle, (solar enerjide) dünya lideri. Onu, İspanya, Japonya, ABD, İtalya, Çin, Fransa gibi ülkeler izliyor…Uluslararası Enerji Ajansı’nın hesaplarına göre, 2020 yılında güneş enerjisi (kullanımı) 390 bin megavat’a yükselecek. Güneş ülkesi Türkiye’de, kurulu güç, sadece 3 megavat! (editörün notu; çünkü Türkiye, akarsularını, akarsu vadilerini, dünya mirası antik kentlerini tahrip etmekle uğraşıyor ve böylesi önemli işlere ayıracağı ne zamanı, ne de yeterli kaynağı var!)…
…Türkiye’de güneşten enerji elde etmenin maliyeti, 5 bin Euro’dan, 3 bin Euro’ya düşmüş… Kuzey Afrika’nın güneşini Avrupa’ya taşımayı öngören ‘Desertec Projesi’, Arap Baharı’na rağmen devam ediyor… Türkiye ise, geçtiğimiz ocak ayında ilan ettiği 13 dolar/cent’lik negatif teşvikle, bu işlere bulaşmış sayılmaz… Sanki devlet bu enerjiye inanmıyor…” (Gila Benmayor, Hürriyet, 6 Aralık 2011 Salı)
Bu paragraflara daha ne eklemek gerekir ki, içinde bulunduğumuz vahameti anlatabilelim! Belki de şu paragraf daha etkili olabilir;
“Konutlarda fosil yakıt kullanımı ise oldukça çarpıcı sonuçlar veriyor. Konutlarda doğalgaz kullanımı kaynaklı salımlar 2009 yılında 1990’a göre 156 kat artmış durumda. Doğalgaza geçiş ile birlikte kömürün terk edilmesi beklenirken, konutlarda kömür kaynaklı salımlar ise 2,3 katına çıkmış. 2001 yılına kadar konutlarda kömür kullanımı yerini doğalgaza bırakmaya başlamıştı fakat artan vergiler ve yüksek fiyatların insanları kömüre geri dönmeye zorlamış olduğu ortaya çıkıyor. Burada kömür yardımlarının evlerde kullanılan kömürün % 5’i civarında olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu verilerden, evlerde fosil yakıt kullanımın arttığını ve daha enerjisi yoğun evlere sahip olduğumuzu da söyleyebiliriz.” (Önder Algedik, Yeşil Ekonomi, ’31 Mayıs 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden)
(Çevre Misyonu Platformu / ÇEVREM), fotoğraf: İsmail Şahinbaş