Yaylalar

Dört kişiydik, rehberimiz araştırmacı – yazar Yusuf Erkan’dı. Bizi gezdirdiği yerlerin kitabını yazmıştı. Kaç kez gittiğini, o taşları kaç kez çiğnediğini, anıt sedirlere kaç kez sarıldığını kendisi de anımsamıyordu. İlk gün Kırkpınar Yaylası’na çıktık. Yüksek kayanın dibinden çıkan suyun başında, Psidia Tanrıçası’nın kabartmaları, yanı başında, Kutsal Aile kabartması ve kralın iki yanında Zeus’un ikizleri hem kralı, hem de Kırkpınar’ın suyunu koruyordu.

Dönüşte ‘Fatmapınarı Yaylası’na konuk olduk. Ev sahibi 50 yıldır bu yaylaya göçtüğünü, her yaz 5 ay kaldığını, göçemezse yaşayamayacağını anlattı. Elektriksiz, televizyonsuz, telefonsuz ve 1.800 metrede mutlu olunabildiğine şaşarak dinledik. Akşam olunca hayvanlar, yayla evine döndü. İnekler sağıldı, buzağılar ayrıldı, tavuklar ağaçlara tünedi. Gece mavisi cam duruluğunda, yıldızlar ışıl ışıldı. Yaylada yediğimiz kuymağın tadını, yaşam boyu anımsayacağımızdan emindik.

Biz çayıra serilen kilimde mutluluktan yayılmışken, çeşmeden su içmeye 8 at ve bir tay geldi. Atların soylu olduğunu söyledi arkadaşım. Kızıl bir alev gibiydi renkleri. Kimin olduğu bilinmezdi, baharda sürülür, güzün toplanıp götürülürdü. Güz gelince bu küçük tay, genç bir at olurdu. Ben bu güzel atların çalınabileceği kaygısını taşıdım. Arkadaşlarım beni bilgilendirdi. Atların sahibinden başkasını yanına yaklaştırmadığını anlattılar, rahatladım.
 

İkinci gün gezimiz Çaypınar Mevkii’ndeki anıt sedirlereydi. Anadolu’nun güneyinde 15.000 km yayılmış yeşil ve mavi ‘Toros sedirlerine. Dev sedirlerin yanında, öbek öbek mavi sedirler ve gökyüzüne kandil gibi dikilmiş taze kozalaklarını seyre doyamadık. Hele biri üç kardeş sarılmış, adı; ‘çatal sedirler’ gökyüzüne 49 metre uzatmış başını, dimdik, 530 yaşında. Görkeminden başımız döndü. Yalnızca sedirler mi? Dev meşeler, pılnarlar, sarı ve karaçamlar, kuaförden yeni çıkmış kadın başı gibi süslü söğütler. Söğüdü görünce, hemen dibinde kaynayan su gözesinin olduğunu da anlıyorduk. Her sudan içtik, ama yalnızca ‘Ağulu Pınar’dan kabımızı doldurduk. Yusuf, öyküsünü anlattı. “Yörük göçü develerle giderken, obanın en güzel kızı bu çeşmeden su içmiş. Suyu içer içmez de oracıkta ölüvermiş. O günden beri bu suyun adı, Ağulu Pınar’dır.” Bütün bu güzellikleri yaşayan Maşta köylülerini kıskandığımızı yüzlerine söyledik. Bize şaşkın, ama dostça gülümsediler.

Dönüş yolunda, geniş çayırlıkta çocukların, ‘Dikme Taş’ oynadığını gördük. Uzun uzun onları izlerken, herkes kendi çocukluğuna doğru yola çıktı. Bizim ‘Dikme Taş’ oyunumuzu, Avrupa ve Amerikalıların bizden aşırarak,’Bowling’ diye değiştirdiklerini düşündük.

Dirmil’in çıkışındaki ‘Köşk Otel’e döndük. Onlarca küçük şelalenin serinlettiği, küçük köşklerden birine kendimizi attık ve tüm yorgunluğumuzu su sesine bıraktık.