Tarihi Yarımada’yı Unutmamak

Kalabalık nüfusuyla, trafik çilesiyle, yol yapım çalışmalarıyla, üçüncü köprü tartışmalarıyla, beklediği depremiyle gündemimizin her daim baş konuğu olan güzide şehrimiz İstanbul…

Oysa hemen her yerinde tarihin, farklı medeniyetlerin ve kültürlerin izlerini yansıtan, adeta bir açık hava müzesi olma potansiyeli taşıyan böylesi büyüleyici bir şehrin tarihi zenginliklerinin sürekli gölgelenmesi, çarpık bir yapılaşma ve kentleşme kaderine kurban olması ve gündeme kültürel zenginliğinin ikinci planda kalarak gelmesi reva mı?

Öyleyse bir an İstanbul’un gündemimize sürekli konu olduğu şu bitmek tükenmek bilmeyen dertlerinden sıyrılıp da, küçük bir adım atmalı ve tarihin derinliklerine doğru yolculuğa çıkardığı güzelliklerini hatırlamaya ve hatırlatmaya başlamalı…  Zira İstanbul’un Avrupa Yakası’nda bir tarafta Haliç kıyıları, bir tarafta Boğaz suları ve bir tarafta Marmara Denizi ile çevrili olan ve Tarihi Yarımada olarak anılan bölge İstanbul’un geçmişten taşıdığı değerli bir kültürel miras olmasıyla birlikte, ülkemizin de taşıdığı en önemli hazinelerden biri…

Zira Tarihi Yarımada’nın bilinen kuruluşu MÖ 600’lü yıllara değin uzandığından, çağlar boyunca süren bir birikimle Bizans ve Osmanlı medeniyetleri Tarihi Yarımada üzerinde nice izler bıraktılar… Ve günümüzde bu izleri saraylarda, külliyelerde, çeşmelerde, kütüphanelerde, kitabelerde, ibadethanelerde, evlerde ve hatta sessiz mezarlıklarda bile görüp, keşfetmek mümkün… Sadece akılda canlanan ilk haliyle bile, surlarından eski caddelerine, Ayasofya’sından Sultanahmet’e, Topkapı Sarayı’ndan Gülhane Parkı’na, Kapalıçarşı’sından Mısır Çarşısı’na, Dikilitaş’tan Çemberlitaş’a değin uzanan ve daha niceleriyle bezeli olan seçkin ve kültürel bir hazine… Öyle ki, bir kez dolaşıp bitirmek yetmez, bitirdiğini sanmak olur ancak… Bu topraklarda çağlar boyunca farklı medeniyetler ve bu medeniyetlerde yetişmiş insanlar iz bıraktılarsa, geçmişe dair edinilen her bir yeni bilgi, Tarihi Yarımada’yı her seferinde yeni bir bakış açısıyla gezmeyi ve böylece her gezişte yeni bir yönünü daha keşfetmeyi sağlıyor… Bu bakımdan tarihi yarım ada, keşfe değer arkeolojik ve kültürel değerleriyle ‘Ömür biter, İstanbul bitmez’ deyişini hakkıyla yerine getiriyor…

Oysa İstanbul’un en eski yerleşim yeri, Eski Dünya’nın yönetim merkezi ve bir zamanların ‘Der-i Saadeti’ olan Tarihi Yarımada, tüm bu kültürel değerleriyle gündemde baş sıralarda yer alması gerekirken; şimdilerde ancak gökdelenlerin, alış veriş merkezlerinin ve modern kente ait diğer tüm yapıların kisvesinde perdelenen siluetiyle ikinci planda gündeme gelebiliyor ancak…

Geçmişi ve geçmişin bu topraklarda bıraktığı değerleri gündem dışı bırakarak, unutarak ve umursamayarak gelecek sağlam temeller üzerine inşa edilemez. Bu şekilde inşa edilen bir gelecekte Tarihi Yarımada bölgesi sadece modern ve akıllı binaların, gök delenlerin ve alış veriş merkezlerinin heybetiyle süslenmiş olan ancak hiç bir kültürel değer taşımayan, tarihi zenginliğin izlerinin esamesi dahi okunmayan yapay bir kent görünümü verir hale gelecektir.

Bu bakımdan sadece geçmişi unutmamak için değil, gelecek kuşaklara da samimiyetsiz ve yapay bir kent bırakmamak için Tarihi Yarımada bölgesinin kültürel mirasına sahip çıkmak gerek…

Bu bakımdan belki de hala pek çoklarımızın neresi olduğunu dahi bilmediği İstanbul’un Tarihi Yarımada’sını keşfetmeye başlamak, küçük ancak güzel ve önemli bir adım olmalı… Aksi halde Tarihi Yarımada umursanılmayan gündem arkası konuların arasında dahi kendine yer bulamayacak…

Fotoğraf: İsmail Şahinbaş