Kent İçlerinde Yok Edilen Doğal Ortamlar!

Avrupa’nın en zengin bitki coğrafyasına sahip olan ülkemizle, İngiltere, İskoçya, İrlanda, Almanya, Fransa vb gibi ülkeleri karşılaştırdığımız zaman, saydığımız bu ülkelerin koyu yeşil, ülkemizin ise ancak yeşilimsi, hatta sarımsı ve kahverengi olduğunu fark ederiz.

Yemyeşil bir ülke olan İngiltere’de, 1.855 çeşit çiçek bulunuyor. Sadece Maraş’ta ise, bu sayı 2.500 ve endemik çiçek sayısı da 500. Türkiye’de, her altı günde bir, yeni bir çiçek keşfediliyor…

Doğu Anadolu’da bulunan 500 çeşit çiçek, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan endemik çiçeklerdir. Munzur, Keşiş Dağları, eşsiz çiçeklerin yaşama alanlarıdır. Kop Dağı, 3 bin metre yükseklikte, 200 çeşit eşsiz çiçeği barındırır. Palandöken Dağları’nda karlar eriyince, nadir çiçekler cenneti oluşur. Kuzeydoğu Anadolu’nun 3 bin metrelik dağları, haziran ayında 2 bin çeşit çiçekle bezenir…

Babadağı, dünyada korunması gereken 100 dağ arasındadır. Kaz Dağları’nda 900 çeşit bitki bulunur ve bunun 37’si endemiktir. Küre Dağları’nda bulunan Çatak Kanyonu, dünyanın 4. büyük kanyonudur… Bu anekdotları sayfalar hatta kitaplar dolusu sürdürebiliriz. İşte, tüm bu sahip olduğumuz doğal değerlere, eşsiz bitki, çiçek ve coğrafya güzelliklerine rağmen, Avrupa ülkelerine göre, yeşil değil yeşilimsiyiz!

Çok değil, kısa sayılacak bir zaman önce, Tarabya, Sarıyer, Kilyos arası kesintisiz ormanlarla kaplıydı. Bugün ise bu bölgede her halde 1 kilometre kesintisiz devam eden orman alanı kalmamıştır. Araya ya konut alanları, inşaat sahası ve siteler, ya da dallanıp budaklanarak her yerde boy gösteren asfalt yollar, benzin istasyonları, restaurantlar, çiftlikler, fabrika binaları, vb gibi yeşilden çalan yapılaşmalar sokulmuştur.

Belgrat Ormanları, işte bu araya sokuşturulan beton, asfalt ve çelik malzemeler sayesinde, ancak üçte birlik oranlarda ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Nerede güzel bir doğa parçası görsek; ‘ya burayı da kaybedersek!’ korkusu sarıyor benliğimizi…

Örneğin, Amasra’nın denize bakan yamaçlarını her baharda yabani susam çiçekleri kaplar. Boztepe’de susamlar mor açar. Babadağı, soğanlı çakal nergisleri gibi 59 çeşit endemik bitkiye ev sahipliği yapar (42’si tehlike altındadır). Abant Gölü’nde,  mormenekşe renkli Abant çiğdemleri göl yamaçlarını süsler. İstanbul’un endemik madımağı, turuncu, beyaz Kalkedon çiğdemleri, Kilyos peygamber dikenleri, İstanbul keteni, alaca sığırkuyruğu gibi ve bitki ve çiçekleri yaşama savaşı vermekte.

Ancak şu bir gerçek ki, ne Amasra’da, Ne İstanbul’da, ne Maraş’ta, ne de yurdun bir başka güzel köşesinde, bu bitkiler ve çiçekler güvencede değiller. Betonlaşma ve konut çılgınlığı, bu eşsiz yabanıl ortamları yaşayamayacağı alanlara doğru sürgün etmektedir.

İstanbul’un endemik madımağı, çiğdemleri, peygamber dikenleri, dağ yıldızı, alaca sığırkuyruğu gibi ve bitki ve çiçekleri, kumsal bitkileri birer birer İstanbulluları terk etmiştir. Gerçekte ise, onları metropolden atan, yok eden İstanbullular olmuştur.

Son yıllarda, ‘Yeşil Şehirler’ kavramı dünya ülkelerinin gündeminde önemli bir yere oturmuştur. Bu amaçla, doğayla uyumlu, bitkilerle içi içe, beton, asfalt, çelik ve plastikten uzak kalmaya çabalayan bir ‘kent yaşam alanı konsepti’ oluşturulmaktadır.

Ülkemizde yaşanan ise, bunun tersidir. Tüm illerde, daha önce halkın soluk alabileceği, stresini atabileceği yeşil alan olarak ayrılmış kent içi alanları, ne yazık ki birer birer, kent hemşerilerinin gözlerinin içine baka baka, işin tuhafı, hiçbir tepki, itiraz, memnuniyetsizlik belirtisi dahi almayarak betonlaştırılmaktadır.

Bunun en güzel örneğini, önce ferah yeşil alanlarıyla cazip hale gelen ve daha sonra klasik ‘yok oluş’ öyküsünü yaşamaya başlayan Beylikdüzü, Ataköy gibi beldeler vermektedir. Bu beldelerden Beylikdüzü, son beş senede korkunç bir betonlaşma yaşayarak, gözü dinlendiren, soluk aldıran, havasını temiz kılan yeşil ve boş alanlarını birer birer kaybetmiştir ve kaybetmeye devam etmektedir. Son yapılan işlerden birisi de, sulak alan, bataklık özelliği gösteren, bu habitata uygun her çeşit, saz, kamış, eğrelti otu, atkuyruğu, yabani çiçekler vb gibi bitkileri barındıran, bataklık ve sazlıklara uyumlu canlılara yaşam veren alanlar, ağır iş makineleriyle ve kimbilir hangi garip amaç için yerle bir edilmektedir.

Yerel yöneticiler göre, (uzun yıllar sulak alanlara da aynı gözle bakıldığı gibi) boş ve işe yaramaz alan, kayıp maddi değer, konut yapılacak harika bir parsel olarak görülen ve daha önce yeşil alan olarak ayrılan bölgeler, bir an önce betonlaştırılmalıdır.

Gerçekte ise bu kırlık ve doğal dokular, doğal yaşam bölgelerinden, gezegenimizde denge oluşturan, yaşamamız için gerekli olan alanlardan başka bir şey değildir. Çoğumuzun göremediği, görmeden geçtiği, her baharda yeşererek, boy, renk ve yaşama sevinci veren eşsiz bitkilerle, çiçeklerle, çeşit çeşit böceklerle, kelebeklerle, canlılarla doludur.

Alçak boylu, açık mavi renkli minik çiçekleriyle yavşan otları, macenta renkli çiçekler açan arsız ebegümeciler, toprağı yeşil bir halı gibi saran yoncalar, sarı çiçekli ekşi yoncalar, yaprak yaprak yeşeren yedi damarlı otları, böğürtlen dikenleri, nisanda ortalığa çıkan beyaz, turuncu çiğdemler, mor renkli sümbül çiçekleri, sarı açan mercangüller, beyaz şemsiye çiçekli civan perçemleri, labadalar, kazayakları, ısırganlar, ayrık otları, eğreltiler ve daha nice adı bilinmez bitki ve çiçek barınır bu saklı cennetlerde.

Yeşil alan yaratmak denilince ilk akla gelen, var olan doğal kırların, mikro sulak alan ve bataklıkların kazınıp atılması, kendi halindeki yabanıl ağaçların kesilmesi, beton yollar yapılması, plastik veya demir kent mobilyalarının sağa sola yerleştirilmesi, yeşil alana askeri bir düzen ve disiplin verilmesi, boy atan bitkilerin kesilip biçilerek, çeşitli formlara dönüştürülmesi, yürek sıkıcı, ağacı, çiçeği, bitkisi kokmayan, huzur vermeyen, içi açmayan yapay doğal ortamların oluşturulmasıdır.

Hiç kimsenin, hiçbir yerel yöneticin aklına, kent içindeki, mahalle arasındaki doğal bir ortamı, kendi doğallığında korumak, ağacına, çalısına, dikenine, kamışına, sazlığına, çimenine, çiçeğine bulaşıp karışmamak, boy atan çiçekleri kesip atmamak, sadece ortamı daha da yeşertecek müdahaleyi yapmak, doğal patikalar bırakmak, minik tepecikler ve yamaçlar yaratmak, yoksa minik su gözeleri oluşturmak, varsa var olanı korumak, betonu, asfaltı, şekil verilmiş fabrikasyon taşları, çeliği ve plastiği bu doğal ortamlara bulaştırmamak gelmez!

OYSA ŞEHİRLERDE YAŞAYANLARIN,  BU TÜR DOĞAL ORTAMLARA ÇOK AMA ÇOK İHTİYAÇLARI VAR!

LÜTFEN KENT İÇİNDEKİ KIRLARA, MİKRO SULAKALANLARA, SON KALAN KÜÇÜK SAZLIKLARA VE YEŞİL ALAN OLARAK AYRILAN ALANLARA DOKUNMAYALIM!

Çevre Misyonu Platformu / ÇEVREM, fotoğraf: İsmail Şahinbaş