Karlık Dağları’nda Işkın Toplamak…

Yeni yerler görecek ve keşfedecektim. Plana göre, sabah namazı vakti kalkacak, saat 04.30 sularında yola koyulacaktık. Sadece 3 kişiydik. Ben (yani Alişan Hayırlı, nam-ı diğer Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük gazetecisi. Şimdilerde gezgincisi) yeğenim Alpay ve Çelikhanlı, yöreyi çok iyi bilen, bülbül gibi Kürtçe şakıyan Kazım Doğan…

Öyle de yaptık. Saat 04.50’yi gösterdiğinde biz Gündüzbey Pınarbaşı Mevkii’ne varmıştık. Yolumuz üzerindeki Sarsı Köyü’ne misafir olacaktık. Ev sahibi Remzi Kılıç’a telefon açtım: “Remzi ağa, çay suyunu koy, 1 saate kadar oradayız inşallah”

Gündüzbey Pınarbaşı (içme suyu tesislerinin bulunduğu yerden) sol tarafa, Çelikhan yoluna saptık. Kozluk Köyü sağ kolumuz üzerinde, dağlarında altında kaldı. Bundan sonrası benim için ilk defa ayak basacağım yerlerdi. Arabanın arkasında seyahat ederken, ben de iç âlemde başka bir yolculuk yapıyordum.

‘Işkın’ toplamaya gitmek. Küçükken, mahalle aralarında satıcının tezgâhında gördüğüm, bizim için muzdan daha değerli, çocukluğumuzun unutulmaz tatlarından birisi olan ışkını toplamaya gitmek…

Yüksek yüksek tepelerin, ulaşılması zor, geçit vermez dağların zirvelerinde yetişen ışkınları toplamaya gitmek…

Işkın yemek bir ayrıcalıktı, herkese nasip olmazdı. Işkın mevsimini adeta iple çekerdik. Tuza batırır yerdik. Şeyh Osman dedem, torunları arasında en çok beni sevdiği için bana 100 kuruş verir, ‘Selim, hadi git istediğin kadar ışkın al’ derdi.

Şimdi tadı hayallerimde kalan ışkını yerinde görecek, yerinde toplayacak, yerinde yiyecektim. Bir ışkın aldı götürdü beni çocukluğuma…

Sabahın erken saatlerinde, beyaz bir arabanın içinde 3 kişi Porga’ya doğru yol alıyordu. Ancak bu arabanın içindeki bir yolcu başka bir âleme doğru yolculuk yapıyordu. Yolculuk içinde yolculuk…

Rahmetli dedemi, bibimgili, mahallemizi, küçük dünyamı düşündüm. Geriye, çooook geriye gidip anıları tekrar yaşadım. Işkıncının “Haydi ışkın geldi” diye bağırışı hala kulaklarımda çınlıyordu. Tam yine gidip ışkın alacaktım ki, Alpay’ın sesi beni daldığım hayalimden uyandırdı: “Dayı bak burası Bürücek Yaylası, burada arıcılar kovanlarını getirirler”. Bürücek Yaylası da çok duyduğum yerlerden biriydi. Gündüzbey Pınarbaşı yolunun 20 kilometre ilerisinde, güneydoğusuna düşen bir yerdi.

Zirve bir yerdi ve Malatya merkez sisler içerisinde görünüyordu. Buz gibi akan bir pınar suyu, etrafta geçen yıldan kalan çadır izleri vardı. Henüz kimsecikler gelmemişti. 15 güne kalmaz, çevre köylerden gelecekler ve yaz boyu burada hayvanlarını otlatacaklar ve arı kovanlarını yerleştirecekler.

Yaklaşık 10 kilometre sonra Sarsı Köyü bizi karşıladı. Arabayı sağa çekip uzaktan seyretmeye başladık. Sabah güneşi henüz doğmuş, güneş ışıkları 12 haneli köyü aydınlatıyordu. Göz alıcı bir vadinin yamacında kurulmuş, kartalları bile kıskandıran gururlu bir bakışı vardı köyün… Sarp bir yamacın üzerinde adeta dağlara meydan okuyordu.

Aydınlığın müjdecisi, horoz sesleri bize kadar ulaşıyordu. Kokusu, havası, güneşi, yeşili, hayvanı, ağaçları, dağları, taşları, çiçekleri, böcekleriyle sanki eşsiz bir tablo gibi karşımızda duruyordu Sarsı Köyü… Şimdi doya doya seyrettiğimiz bu muhteşem köy, sanki ünlü ressam Claude Monet’in fırçasından çıkmış gibiydi.

Bakmaya doyamazsınız bu köyü… Seyretmeye kıyamazsınız… Sanırsınız ki güzelliği eksilecek. Tam bir ziyafet… Kokusu burnunuza, güzelliği gözlerinize, havası ciğerinize, su ve horoz sesleri kulağınıza ziyafet çekiyor. Eğer kaptanımız, ot uzmanı, ışkın delisi şoförümüz Kazım Doğan, “Haydi Alişan abi, geç kaldık” demese inanın, günlerce oracıkta oturup seyrederdim bu muhteşem köyü… Zararı yok, şimdi uzaktan seyrettiğimiz bu güzelliğin içine dalacaktık.

Traktör üzerinde 19 yaşındaki bir genç bizi karşıladı. Muhtemelen bu genç, Remzi (Ramazan) Kılıç’ın oğluydu. Köyün korucusu, ağası ve muhtarı Remzi Kılıç, araç sesini duymuş olacaktı dışarı çıktı ve bizi karşıladı. Sanki 40 yıllık arkadaşım gibi sarıldım. Hâlbuki sadece 1–2 telefon görüşmesi yapmıştık, hepsi o kadar. Bu defa köyün içinden vadiyi ve karşı dağları seyrettik. Sanki Gündezbey’e bağlı Sarsı Köyü’nde değil de, kendinizi cennete bağlı bir irem bağında hissediyorsunuz.

Kur’an da tarif edilen cennet de böyle bir şey miydi acaba?

Hemen evin altındaki hayvan barınaklarında bulunan gıdiklerin (keçi yavruları), kuzuların, danaların sesleri birbirine karışıyordu. Güneşin uyanması (doğması) ile birlikte aslında tabiatta her şey de uyanmış. Hayvanlar, ağaçlar, sular, canlı cansız her şey uyanmış. Uyanmayan tek varlık insan… Tabii ki, sabahın saat 06.00’sında bizi evlerine misafir eden Remzi Kılıç ailesi hariç…

Evin içinde hummalı bir çalışmanın olduğunu tahmin edebiliyordum. Ocaklar yanmış, evin çileli kadınları ve kızları hamuru çoktan yoğurmuştu. Birazdan, villalara bile değişmeyeceğim, o güzelim evin,〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentID

￰tCategoryID 
￰ClassID￶￿㿿Priority
￰Header￶￿㿿Spot￶￿㿿SpotImage ￶￿㿿SpotFlash ￶￿㿿SpotVideo ￶￿㿿SpotMusic ￶￿㿿Content￶￿㿿MemberOnly
￱Labels￶￿㿿PostFile￶￿㿿PostTarget
￶￿㿿CreateDate
]CreateUser

￰EditDate]EditUser
￰StartDate ]EndDate]tSiteID
￰tLanguageID 
￰Approval￱R1￶￿㿿R2￶￿㿿R3￶￿㿿R4￶￿㿿R5￶￿㿿R6￶￿㿿R7￶￿㿿R8￶￿㿿R9￶￿㿿R10￶￿㿿R11￶￿㿿R12￶￿㿿R13￶￿㿿R14￶￿㿿R15￶￿㿿R16￶￿㿿R17￶￿㿿R18￶￿㿿R19￶￿㿿R20￶￿㿿R21￶￿㿿R22￶￿㿿R23￶￿㿿R24￶￿㿿R25￶￿㿿R26￶￿㿿R27￶￿㿿R28￶￿㿿R29￶￿㿿R30￶￿㿿࿓좌’좌’ă࿐༺穐ˢ秨ˢ禀ˢ礘ˢ碰ˢ付ˢ买ˢ丈ˢ䶠ˢ䴸ˢ䳐ˢ掐ˢ揸ˢ摠ˢ擈ˢ攰ˢ侨ˢ激ˢ瀨ˢ炐ˢ烸ˢ葸ˢ蕈ˢ薰ˢ蘘ˢ蚀ˢ蛨ˢ蝐ˢ螸ˢ蠠ˢ袈ˢ裰ˢ襘ˢ觀ˢ訨ˢ誐ˢ諸ˢ譠ˢ诈ˢ谰ˢ貘ˢ贀ˢ赨ˢ跐ˢ踸ˢ躠ˢ輈ˢ轰ˢ还ˢ遀ˢ邨ˢ鄐ˢ酸ˢ釠ˢ鉈ˢ銰ˢ錘ˢ鎀ˢ鏨ˢ鑐ˢ钸ˢ锠ˢ閈ˢ闰ˢ陘ˢ雀ˢ霨ˢ鞐ˢ韸ˢ鬰ͭ鳐ͭ飈ˢ鸈ͭ鹰ͭ默ͭ齀ͭ龨ͭꀐͭꈘͭꊀͭꋨͭꍐͭꎸͭꐠͭꒈͭꓰͭꕘͭꗀͭ꘨ͭꚐͭ꛸ͭꝠͭꟈͭ꠰ͭꢘͭ꤀ͭ걐͵겸͵괠͵궈͵귰͵깘͵꿸͵끠͵냈͵눀͵댸͵뎠͵됈͵둰͵듘͵땀͵떨͵또͵뙸͵뛠͵띈͵랰͵렘͵뢀͵루͵륐͵릸͵므͵밨͵벐͵본͵뵠͵뷈͵븰͵뺘͵뼀͵뽨͵뿐͵쀸͵삠͵섈͵셰͵쇘͵쉀͵슨͵쌐͵썸͵쏠͵쑈͵쒰͵씘͵얀͵엨͵왐͵울͵유͵있͵쟰͵졘͵죀͵줨͵즐͵째͵쩠͵쫈͵쬰͵찀͵챨͵쳐͵촸͵춠͵츈͵칰͵헀͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵ﬠ͵ﮈ͵ﯰ͵ﱘ͵ﳀ͵ﴨ͵﶐͵ﷸ͵﹠͵ﻈ͵P͵リ͵ͶhͶÐͶĸͶƠͶȈͶɰͶ˘Ͷ̀ͶΨͶְͶؘͶڀͶۨͶݐͶ޸ͶࠠͶ࢈ͶࣰͶक़ͶীͶਨͶઐͶ૸Ͷ‘Ͷ₀Ͷ⃨Ͷ⅐Ͷ∠Ͷ⊈Ͷ⋰Ͷ⍘Ͷ⏀Ͷ␨Ͷ⒐Ͷ⓸Ͷ╠Ͷ◈Ͷ☰Ͷ❨Ͷ⟐Ͷ⠸Ͷ⢠Ͷ⤈Ͷ⥰Ͷ⧘Ͷ⩀Ͷ⚠ˢ㆐ͶㇸͶ㉠Ͷ㋈Ͷ㌰Ͷ㎘Ͷ㘈Ͷ㙰Ͷ㛘Ͷ㝀Ͷ㞨Ͷ㠐Ͷ㡸Ͷ㣠Ͷ㥈Ͷ㦰Ͷ㨘Ͷ㪀Ͷ㫨Ͷ㭐Ͷ㮸Ͷ㰠Ͷ㲈Ͷ㳰Ͷ㵘Ͷ㷀Ͷ㸨Ͷ㺐Ͷ䀰Ͷ䂘Ͷ䄀Ͷ䅨Ͷ䇐Ͷ䈸Ͷ䊠Ͷ䌈Ͷ䍰Ͷ䏘Ͷ䑀Ͷ䒨Ͷ䔐Ͷ䕸Ͷ䗠Ͷ䙈Ͷ䚰Ͷ䜘Ͷ䞀Ͷ䟨Ͷ䡐Ͷ䢸Ͷ䤠Ͷ䦈Ͷ䧰Ͷ䩘Ͷ䫀Ͷ䬨Ͷ䮐Ͷ䯸Ͷ䱠Ͷ䳈Ͷ䴰Ͷ䶘Ͷ一Ͷ乨Ͷ仐Ͷ伸Ͷ侠Ͷ倈Ͷ偰Ͷ僘Ͷ兀Ͷ冨Ͷ刐Ͷ剸Ͷ勠Ͷ午Ͷ厰Ͷ吘Ͷ咀Ͷ哨Ͷ啐Ͷ喸Ͷ嘠Ͷ嚈Ͷ困Ͷ坘Ͷ埀Ͷ堨Ͷ墐Ͷ摘Ͷ擀Ͷޘཟ࣐ཟਈཟୀཟཞཞ쇈ً숰ً좰ً茸ً膘ًً��ًᇐٌᔐٌًᑀٌًً��ًًً��ًƐٌӐٌࠐٌ୐ٌًਘٌٌۘΘٌXٌﴘًً繘ً粸ً훨ًአٌའٌఠٌ쾘ًᶈཟ⭘ཟ矘Ͷ祸Ͷᅘཟᩈཟۈཟཞ쩀ཞǨཟỀཟཞ⫰ཟཞཞʸཟཞཞ��ཞᾐཟཞ⯀ཟ⢀ཟཞ술ཞ져ཞƀཟဠཟ❈ཟཞ⣨ཟĘཟ짘ཞ욘ཞჰཟ쩀ཞ쩀ཞ졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ًཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞ൰ى騘xꟐx઱ّ��བྷ��བྷ鑀˟ੑّ騘xꟐx૱ّꤸཚઑّ騘x鑀˟਱ّꥨཚ૑ّ騘x୑ّ濸x鑀˟鑀˟஑ّ��བྷ��བྷ଱ّ騘xꟐx௑ّꦘཚ鑀˟ୱّ騘x఑ّ꧈ཚ꧘ཚறّ騘xꟐx鑀˟ੱّ꧸ཚ௱ّ騘x൱ّꨨཚ鑀˟ఱّ騘xັّ꩘ཚꩨཚ౱ّ騘xꟐx鑀˟഑ّ��བྷ��བྷಱّ騘xꟐx൑ّꪈཚ鑀˟ೱّ騘x಑ّꪸཚറّ騘x鑀˟නّ濸x鑀˟✀ͪ෱ّབྷབྷඑّ騘xꟐx鑀˟ัّꫨཚෑّ騘xă๱ّ꬘ཚꬨཚ鑀˟ฑّ騘xꟐx೑ّꭈཚ๑ّ騘x鑀˟໑ّꭸཚຑّ騘xꮨཚꮸཚĀ猾部⪀ͪӋ部ༀّꛘْ㐀Ͷༀّ⿰Bཐّༀّ䟀ٕ覰ˣༀّ⿰Bቨّༀّ⿰B婀ˠ„“ༀّ⿰B棰ͷ7ༀّ柠ٔ訰ˣ婠ٔⴰنༀّ⿰B梠ͷༀّ⿰Bྰّༀّ⿰Bဨّༀّ䉆慃据汥tༀّꝨْ崈Ͷ歡楒桧tༀّ⿰BṨّtༀّ⿰Bၰّༀّ堠ٔ覰ˣༀّꞰْ嵰Ͷ歡楒桧tༀّ裼E`ͮༀّ⿰Bႈّༀّ⿰Bშّༀّ婠ٔ覰ˣༀّ䧀I鎜E`ͮ汵tༀّ⿰B帨ّ湯ༀّ⿰B氐ͷ ༀّ⿰Bༀّ協慔汢eༀّ⿰B㛰ͷ eༀّ⿰Bለّༀّ⿰B沰ͷ ༀّ䥆摮捩獥ༀّ則捥牯獤ༀّ斠ٔ廠ٔ慃瑰潩坮ༀّꟸْ㓐Ͷༀّ⿰Bሸّༀّ岠ٔ覰ˣༀّ⿰Bᇰّ敺ༀّ廠ٔ斠ٔ慃瑰潩nༀّ⿰Bወّༀّ턈K��ͮༀّ 䱆潒呷灹eༀّꡀْ㔸Ͷ歡潔pༀّ⿰Bዸّༀّ廠ٔ覰ˣༀّ⿰BᎠّeༀّ⿰Bᖰّༀّ⿰Bፘّༀّ⻀ͩだͩༀّ⿰B᐀ّༀّ䉇獡捩sༀّꢈْༀّ⿰BᏐّༀّ⻀ͩ覰ˣༀّ⿰Bᑸّeༀّ꣐ْ 䱆潒呷灹eༀّ敒潭敶:ༀّ⿰Bᑈّༀّだͩ覰ˣༀّ䌦慨慲瑣牥匠瑥:ༀّ��ͮ捠ٔༀّ⿰Bᒨّༀّ��ͮ捠ٔༀّ䟀ٕ訰ˣ慔佢摲牥ༀّ⿰Bᓀّༀّ⿰Bᔈّༀّ㑨Ͷ쀨ْༀّ⿰Bᔸّༀّ`ͮ訰ˣༀّ⿰Bᕨّༀّ岠ٔ訰ˣༀّ⿰Bᖘّༀّ廠ٔ訰ˣༀّ㖠Ͷ빸ْༀّ⿰Bᗠّༀّ��ͮ訰ˣༀّ⿰B㖰ͷ敺ༀّ⿰Bᙀّༀّ䕆杮湩eༀّꤘْ幀Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᙰّༀّ斠ٔ覰ˣༀّ˛嬀Ͷ뿠ْɰن湯ༀّ䱆慎敭ༀّ۰ن訰ˣ乆浡en7ༀّ䱆湅楧敮ༀّ⿰Bᜀّༀّꥠْༀّ⿰Bᜰّༀّ㈀ͩ覰ˣༀّ⿰Bᚸّༀّ 䱆潃浭湥tༀّ⿰Bថّༀّꦨْༀّ⿰Bៀّༀّّ覰ˣༀّ⿰Bᢘّༀّ⿰Bᤐّ潩nༀّ⿰B庸ّtnༀّ⿰Bᠸّtༀّ꧰ْༀّ⿰Bᡨّༀّّ覰ˣༀّ 䱆潃汬瑡潩nༀّ꨸ْ 䱆潃浭湥tༀّ
硅牰獥楳湯ༀّ⿰Bᣠّༀّّ覰ˣༀّ乆浡enༀّꪀْༀّ⿰B᥀ّༀّ褐ّ覰ˣༀّ⿰B㘀ͷ潩nༀّ⿰B㐨ّ敺ༀّ䌦浯敭瑮:楴湯:ༀّ⿰B㚠ͷༀّ⿰B᭨ّༀّ⿰Bّᨘༀّ턈Kͮༀّ䍆浯敭瑮ༀّ꫈ْ斐Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᩈّༀّ柠ٔ覰ˣༀّ
䍆汯慬楴湯ༀّ턈Kͮༀّ⿰Bّᫀༀّ協慔汢獥ٔༀّ꬐ْ旸Ͷ歡潔pༀّ⿰B᫰ّༀّ樠ٔ覰ˣༀّ턈Kͮༀّ⿰B惸ّༀّ⿰Bᯈّ敺ༀّ⿰B᮰ّ敺ༀّꭘْ㻸Ͷༀّ⿰Bᮘّༀّ池ٔ覰ˣༀّ溠ٔ猠ٔ慃瑰潩坮ༀّ溠ٔ猠ٔ慃瑰潩nༀّ⿰B᱀ّ7ༀّ⿰B≘ّༀّ턈Kͮༀّ
䱆慄慴慢敳ༀّꮠْ弐Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᱰّༀّ溠ٔ覰ˣༀّ牃慥楴湯䐠瑡㩥ༀّ⿰Bᴘّ敳ༀّ⿰B㝀ͷༀّ⿰BṐّༀّ⿰Bᵸّༀّ⿰BỈّༀّꯨْༀّ⿰Bᵈّༀّﰀّ覰ˣༀّ⿰Bّᷰ敳ༀّ갰ْ
䱆慄慴慢敳ༀّ⿰B戰ّ:ༀّ⿰Bّ᷀ༀّﶠّ覰ˣༀّ潃氦慬楴湯:敮ༀّ걸ْༀّ⿰BḠّༀّ`ّ覰ˣༀّ⿰B旀ّ湯:ༀّͮ婢ͮﵠͮ烠ٔༀّ곀ْༀّ⿰Bẘّༀّàْ覰ˣༀّ呆扡敬䍳畯瑮ༀّ괈ْༀّ⿰BỸّༀّʀْ覰ˣༀّ刦睯䘠牯慭㩴愀tༀّ⿰Bὀّༀّ교ْༀّ⿰BὰّༀّРْ覰ˣༀّ⿰Bᾠّༀّͮ婢ͮﵠͮ烠ٔༀّ⿰B⁠ّeༀّ턈K婢ͮༀّ 䑆瑡扡獡eༀّ턈Kﵠͮༀّ⿰B₨ّༀّ⿰Bℸّༀّ턈K@ͯༀّ궘ْ曈Ͷༀّ⿰Bₐّༀّ烠ٔ覰ˣༀّ균ْ㽠Ͷ歡潔p獡eༀّ⿰B挈ّༀّ⿰Bّ⃰ༀّ猠ٔ覰ˣༀّ⿰B≰ّ獤ༀّ⿰Bↀّༀّ׀ْༀّ⿰BⅨّༀّ@ͯ慃瑰潩nༀّ긨ْༀّ⿰B↰ّༀّ׀ْ覰ˣༀّ敒潣摲䌠畯瑮:ༀّ⿰B⇸ّༀّ@ͯༀّ池ٔ訰ˣ慔佢摲牥ༀّ⿰B∐ّༀّ䑇瑡獥敺ༀّ猠ٔ訰ˣༀّ㿈Ͷ뼈ْༀّ⿰B⊠ّༀّ@ͯ訰ˣༀّ⿰B⍸ّༀّ⿰B⋨ّༀّ깰ْ朰Ͷༀّ⿰B⌘ّༀّ畠ٔ覰ˣༀّ慍⁸楓敺:獮ༀّ瞠ٔ秠ٔ0ن敺ༀّ⿰B⍈ّༀّ瞠ٔ秠ٔ0ن啟䙔7ༀّ⿰B⏘ّༀّ䵇浥牯ylༀّ⿰B␠ّ敺ༀّ꺸ْ枘Ͷ歡潔pༀّ⿰B␈ّༀّ瞠ٔ覰ˣༀّݠْऀْઠْీْༀّ 䱆牃慥整dༀّ⿰B┨ّdༀّ 䱆灕慤整dༀّ⿰B⒘ّdༀّ꼀ْༀّ⿰BⓈّༀّݠْ覰ˣༀّ⿰B╰ّༀّ䍆敲瑡摥ༀّ慌瑳唠摰瑡㩥ༀّ꽈ْༀّ⿰B╘ّༀّऀْ覰ˣༀّ꾐ْ歡潔p湥tༀّ商摰瑡摥ༀّ⿰B挸ّༀّ⿰B☀ّༀّ⿰B◨ّༀّઠْ覰ˣༀّ꿘ْ歡潔p湥tༀّ⿰B⚨ّtༀّ㘲⸲㐱″䉇ༀّ⿰B㙐ͷ敺ༀّ⿰B♸ّༀّీْ覰ˣༀّ⿰B⩨ّlༀّ뀠ْ栀Ͷ歡潔p摥ༀّ
⸷㐴‰䉋ༀّ⿰B⛰ّༀّ秠ٔ覰ˣༀّ⿰B⤀ّༀّ 䱆湉敤卸穩eༀّ⿰B⠐ّ敺ༀّ
䱆慄慴楓敺ༀّ⿰B➀ّ穩eༀّ끨ْༀّ⿰B➰ّༀّ෠ْ覰ˣༀّ⿰B⡘ّ敺ༀّ
䥆摮硥楓敺ༀّ⿰B扸ّༀّ낰ْༀّ⿰B⡀ّༀّْྀ覰ˣༀّ냸ْ歡潔p湥tༀّ 䑆瑡卡穩eༀّධن訰ˣ否灹㩥湯sༀّ⿰B⣨ّeༀّ⿰B⣐ّༀّᄠْ覰ˣༀّ녀ْ歡潔p湥tༀّ뇐ْ歡潔p湥tༀّ⿰B䯠ͦt.ༀّ⿰B⥸ّༀّ⿰B⥠ّༀّᑠْ覰ˣༀّ놈ْ 䑆瑡卡穩eༀّ⿰B⧀ّeༀّ⿰B䉇ༀّᘀْ覰ˣༀّ敒潭敶sༀّ協楆汥獤ༀّ᫠ْᲀْ敺ༀّ⿰B⨸ّༀّ᥀ْ覰ˣༀّ⿰B⽴ༀّ눘ْ桨Ͷ歡潔pༀّ⿰B⪘ّༀّ0ن覰ˣༀّ敒潭敶ༀّ⿰B⫸ّༀّ⿰B⨈ّༀّ늨ْ歡潔p湥tༀّ⿰B⬨ّༀّ뉠ْༀّ⿰B⭘ّༀّ᫠ْ覰ˣༀّ並睥⸮.慂rༀّ䙆敩摬s敺ༀّ⿰BⰘّༀّ⿰B⯐ّༀّᲀْ覰ˣༀّ⿰B仈ͦༀّ⿰Bༀّ닰ْ壸Ͷༀّ⿰Bⱈّༀّɰن覰ˣༀّŨZ뮀˛敺ༀّ⿰B崐ͷༀّ⿰B7ༀّ⿰B㑀ّ慂rༀّ⿰Bༀّ䧀I搌F뮀˛ༀّ䧀I˛搌F뮀˛ༀّ䧀I搌F뮀˛ༀّ⿰Bⴸّༀّ뮀˛厰ͮༀّ⿰B⵨ّༀّ뮀˛厰ͮༀّ䉔楆汥獤ༀّ⿰B洀ͷ正ༀّ 協湉楤散srༀّ⿰Bᚈّༀّ硅牴獡ༀّ慎敭ༀّ祔数ༀّ啎䱌ༀّ敄慦汵tༀّ潃浭湥tༀّ䧀I˛뽄F厰ͮༀّ䧀I뿨F厰ͮༀّ䧀I삌F厰ͮༀّ⿰B⿘ّssༀّ 扴楆汥䑤睯nༀّ⿰B浐ͷༀّ⿰B⿀ّༀّ 扴敓慰慲潴rༀّ囐ͮ訰ˣ協湉楤散sdༀّ⿰B⽸ّ潴rༀّ 扴楆汥啤pༀّ댸ْༀّ⿰B⾨ّༀّ⌀ْ覰ˣༀّҰن訰ˣ偡灕慲潴rༀّ뎀ْ姈Ͷ協楆汥獤rༀّ扴敓慰慲潴rༀّ⿰B〠ّༀّҰن覰ˣༀّŨZ뾠˛敺ༀّ⿰Bㅘّsༀّ⿰B7ༀّ⿰B⼰ّ慂rༀّ⿰Bༀّ䧀I搌F뾠˛ༀّ䧀I˛搌F뾠˛ༀّ䧀I搌F뾠˛ༀّ⿰Bㄐّༀّ뾠˛囐ͮༀّ⿰Bㅀّༀّ뾠˛囐ͮༀّ窘˔癰˔瘸˔牯sༀّ˛娰Ͷ뾘ْɰن捥tༀّ 䉔湉楤散sༀّ⿰B㊨ّ正ༀّ⿰Brༀّ慎敭ༀّ祔数ༀّ硅牴獡ༀّ䧀I˛뽄F囐ͮༀّ䧀I뿨F囐ͮༀّ䧀I삌F囐ͮༀّ⿰B㋀ّsༀّ⟠ْ⦀ْ⬠ْ楈瑮sༀّ⿰B㉸ّༀّ⟠ْ⦀ْ⬠ْༀّ돈ْ媘Ͷ捁楴湯ༀّ⿰Bㅰّ敤xༀّ⿰B㌈ّༀّ۰ن覰ˣༀّ⿰B娈ّ慂rༀّ⿰B敺ༀّŨZنༀّ⿰B7ༀّ䧀I搌Fنༀّ䧀I˛搌Fنༀّ䧀I搌Fنༀّ⿰B㏠ّༀّن姰ͮༀّ⿰B㐐ّༀّن姰ͮༀّ痈˔疐˔籘˔牯sༀّ厰ͮ訰ˣ協楆汥獤tༀّ⿰B㕠ّ正ༀّ䧀I˛뽄F姰ͮ正ༀّ
協牔杩敧獲ༀّ慎敭ༀّ祔数ༀّ硅牴獡ༀّ䧀I뿨F姰ͮༀّ䧀I삌F姰ͮༀّ⿰B㖨ّ獲ༀّⳀْ⹠ْ ْ楈瑮sༀّ⿰B㔰ّༀّⳀْ⹠ْ ْༀّ 呆楲杧牥sༀّŨZن敺ༀّ됐ْ抸Ͷༀّ⿰B㗘ّༀّरن覰ˣༀّ⿰Bༀّ⿰B㜐ّ獲ༀّ⿰B7ༀّ̠ͯ訰ˣ畠ٔɰنༀّ⿰Bༀّ䧀I搌Fنༀّ䧀I˛搌Fنༀّ䧀I搌Fنༀّ⿰B㛈ّༀّنༀّ⿰B㛸ّༀّنༀّ眘˔磘˔湁档牯sༀّ 剆晥牥湥散dༀّŨZن敺ༀّ⿰B㝰ّ正ༀّ둘ْ授Ͷ祔数敺ༀّ慎敭ༀّ祔数ༀّ⿰B㟐ّༀّ୰ن覰ˣༀّ⿰B㮨ّༀّ⿰Bༀّ⿰B㤈ّༀّ⿰B7ༀّ⿰Bༀّ䧀I搌Fنༀّ䧀I˛搌Fنༀّ䧀I搌Fنༀّ⿰B㣀ّༀّنༀّ⿰B㣰ّༀّنༀّ甠˔瓨˔環˔牯sༀّ⿰B㥨ّekༀّ 假牡楴楴湯sༀّ࿰ن敺ༀّ뒠ْ寐Ͷ硅牴獡ༀّ慎敭ༀّ祔数ༀّ硅牴獡ༀّ⿰B㧠ّༀّධن覰ˣༀّ⿰B㘸ّༀّ⿰B㩀ّༀّ⿰B㥐ّༀّ࿰ن 楈瑮啟䙔7ༀّ⿰B㪈ّ湯sༀّ턈K̠ͯༀّ듨ْ尸Ͷ歡楒桧tༀّㆠْ㍀ْ㓠ْ㚀ْ敺ༀّ⿰B㫐ّༀّ࿰ن覰ˣༀّɰن訰ˣ偆牡楴楴湯sༀّ岠Ͷༀّ⿰B㪠ّༀّ⿰B櫐ͷ7ༀّ⿰B㭠ّༀّ따ْༀّ⿰B㮐ّༀّㆠْ覰ˣༀّ࿰ن訰ˣ慐瑲瑩潩獮ༀّ⿰B㯘ّༀّ땸ْༀّ⿰B㰈ّༀّ㍀ْ覰ˣༀّ⿰B㰸ّༀّ뗀ْༀّ⿰B㱨ّༀّ㓠ْ覰ˣༀّ湕獵摥䴠浥牯㩹ༀّ協硅牴獡ༀّ⿰B㳈ّༀّ똈ْༀّ⿰B㳸ّༀّ㚀ْ覰ˣༀّ倦牡楴楴湯㩳渀sༀّ⿰B檀ͷༀّ 偐牡楴楴湯sༀّ⿰B㶸ّༀّ䱆湩慥rtༀّ⿰B㺐ّༀّ뛠ْ浈Ͷ湏桃湡敧ༀّ뙐ْ氐Ͷༀّ⿰B㷨ّༀّሰن覰ˣༀّ⿰B㸘ّༀّ뚘ْ泠Ͷ歡潔pༀّ⿰B㹈ّༀّᑰن覰ˣༀّ⿰B枈ّ牰ༀّ⿰B㶠ّༀّᚰن覰ˣༀّŨZن獳ༀّ 佇瑰浩穩eༀّ 偆牡楴楴湯sༀّ⿰B槠ͷ牥ༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ䧀I搌Fنༀّ䧀I搌Fنༀّ䧀I搌Fنༀّ⿰B㾰ّༀّنༀّ⿰B㿠ّༀّنༀّ⿰B䄰ّༀّ⿰B㫨ّkༀّ⿰B䂸ّༀّ潃浭湥tༀّ慎敭ༀّ㬐B��၇• ༀّ⿰B昸ّༀّ⿰B曈ّdༀّ뜨ْ棐Ͷༀّ⿰B䃨ّༀّᬰن覰ˣༀّᵰن⇰ن♰ن敺ༀّ⿰B䄀ّༀّᵰن⇰ن♰ن啟䙔7ༀّ並睥⸮.敤xༀّ⿰B䆨ّeༀّ䍇敨正湯ༀّ㠠ْ㧀ْ敺ༀّ띰ْ椸Ͷ歡潔pༀّ⿰B䇘ّༀّᵰن覰ˣༀّ⿰B䋈ّ穩eༀّ⿰B暀ّ正:ༀّ⿰B䆐ّༀّ 商畮敳卤穩eༀّ⿰B䉨ّༀّ랸ْༀّ⿰B䊘ّༀّ㠠ْ覰ˣༀّ並睥⸮.摯eༀّ렀ْ歡潔p湥tༀّ
䉆灏楴業敺ༀّ롈ْ榠Ͷ歡潔pༀّ⿰B䌨ّༀّ㧀ْ覰ˣༀّ⿰B䍘ّ穩eༀّᾰن 商畮敳卤穩eༀّ商畮敳卤穩eༀّ⿰B䎠ّༀّᾰنༀّ⿰B䋸ّ敺ༀّ⿰B䑠ّༀّ⿰B䒨ّ敺ༀّ⿰B䐘ّༀّᾰن覰ˣༀّ䙇畬桳湯ༀّ刦浥癯e:ༀّ뢐ْ樈Ͷ歡潔pༀّ⿰B䒐ّༀّ⇰ن覰ˣༀّ㭠ْዀْ慃瑰潩坮ༀّ 䱆桃捥敫dༀّ⿰B䕨ّༀّ䍆敨正摥ༀّ⿰B䔠ّdༀّ룘ْༀّ⿰B䕐ّༀّ㭠ْ覰ˣༀّ뤠ْ歡潔p湥tༀّ䉆桃捥ktༀّ並睥⸮.摯eༀّ륨ْ橰Ͷ歡潔pༀّ⿰B䗠ّༀّዀْ覰ˣༀّ⿰B䘐ّༀّ␰ن䍆敨正摥ༀّ
䍆敨正摥ༀّ⿰B䙘ّༀّ␰نༀّ⿰B䖰ّༀّ⿰B䜀ّༀّ⿰B䝈ّ敺ༀّ⿰B䛐ّༀّ␰ن覰ˣༀّ協潓牵散ༀّ린ْ櫘Ͷ歡潔pༀّ⿰B䜰ّༀّ♰ن覰ˣༀّ⢰ن慃瑰潩坮ༀّ䉆汆獵hༀّ⿰B䞐ّ7ༀّ⢰نༀّ⿰B䟘ّༀّ卍畯捲e湯ༀّ맸ْ歀Ͷ歡潔pༀّ⿰B䡐ّༀّ⿰B䠠ّༀّ⢰ن覰ˣༀّ⿰Bༀّ멀ْ殨Ͷༀّ⿰B䢀ّༀّ⫰ن覰ˣༀّ⿰B敺ༀّ卆畯捲eༀّ⿰B7ༀّ刦浥癯eༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰Bༀّ⿰BហْR_ༀّ⿰B䦸ّༀّ몈ْༀّ⿰B䧨ّༀّ梀ͫༀّ⿰B䨘ّༀّ梀ͫༀّ˛奠Ͷ뽐ْ捲eༀّ뫐ْ巘Ͷ歡敌瑦湲sༀّ䉆效灬sༀّ⿰B䩈ّsༀّ⿰B䫰ّༀّ⿰B䭨ّༀّ⿰B䫘ّༀّⴰن覰ˣༀّ��˝ 䉆效灬汃捩kༀّ䧀IꧬI��˝ༀّ䧀I뱨Iᄰ˟ༀّ獭潃祰ༀّ䧀IꧬI῰وༀّ῰و⃀و←وༀّ䧀IꧬI⃀وༀّ 獭敓敬瑣汁lༀّ䧀IꧬI←وༀّ꿐˝ 䕡敓敬瑣汁lༀّ⿰B䱀ّ汁lༀّ䱍獩tnༀّ⿰B榐ͷༀّ艰˝ 䕡敓敬瑣汁lༀّ��˝ༀّ䧀IꧬI��˝ༀّ䧀I뱨IႰ˟ༀّ 汭䍄敲瑡eༀّ䧀IꧬI≠وༀّ偡潄湷1ༀّ 汭䑄汥瑥eༀّ䧀IꧬIⓐوༀّ䧀IꧬI⌰وༀّ刦浥癯eༀّ䧀IꧬI␀وༀّ偡灕1nༀّ並睥.ༀّ䧀IꧬI■وༀّ⿰B䨰ّༀّ˛揰Ͷ`ͮⴰنༀّ䧀IꧬI♰وༀّ
捁楴湯楌瑳ༀّ⿰B嗨ّༀّ⿰B丠ّༀّ塚˚ༀّ⿰B숐˜ༀّ䧀I㴰I塚˚ༀّͩ묰ّ䱍獩t楴湯ༀّ偡灕ༀّ⿰B困ّeༀّ⿰B侈ّeༀّ⿰B仠ّༀّͱༀّ⿰B幰ّༀّ偡潄湷瑵eༀّ䐦睯nༀّ⿰B噸ّༀّ⿰B乨ّeༀّ⿰B倀ّeༀّͱༀّ䌦慨慲瑣牥匠瑥:ༀّ⿰B哠ّeༀّ⿰B廐ّnༀّ⿰B偈ّeༀّͱༀّ 偡摅瑩楆汥dༀّ⿰B储ّ汥dༀّͱༀّ⿰B啰ّ硥ༀّ⿰B垀ّeༀّ⿰B儈ّeༀّͱༀّ刦浥癯e汥dༀّ⿰B児ّeༀّ並睥⸮.汥dༀّͱༀّ 偡摅瑩湉敤xༀّ⿰B冰ّ敤xༀّͱༀّ⿰B堐ّ硥ༀّ⿰B墈ّeༀّ⿰B刨ّeༀّͱༀّ刦浥癯e敤xༀّ⿰B夘ّeༀّ並睥⸮.敤xༀّ⿰B剰ّeༀّͱༀّ⿰B妐ّeༀّ⿰B劸ّeༀّͱༀّ⿰Beༀّ⿰B匀ّeༀّͱༀّ⿰B硥ༀّ⿰B硥ༀّͱༀّ⿰B午ّ硥ༀّ⿰B硥ༀّͱༀّ⿰B厐ّ硥ༀّ⿰Beༀّͱༀّ⿰B变ّ硥ༀّ⿰Beༀّͱༀّ⿰B吠ّeༀّ⿰B呐ّeༀّͱༀّ⿰B周ّeༀّ묘ْ慃瑰潩nༀّ��ͱༀّ⿰B䶨ّeༀّ⿰B咰ّ sade ve otantik odasında midemize hitap edecek doğal kahvaltının mönüsü hazırlanıyordu.

Misafir odasına buyur edildik. Sürpriz bir konuğumuz daha vardı. Hatunsuyu’ndan akrabaları Mehmet Ağa da evde, bizim gibi misafirdi. Burada her şey doğaldı. Tabiat, üzerinde yaşadığı insanı kendine benzetmişti. Şehirde, beton duvarlar içinde yaşayan insanlar nasıl ki betonlaşmışsa, burada da insanlar toprağa ve ağaca benziyorlardı. İnsanları da, yiyecekleri de, her şeyleri doğaldı. Terbiyesiz teknolojinin en küçük bir kirliliğine rastlamak mümkün değildi. Hava sahası ZehirCELL’in kapsama alanı dışındaydı. Çok şükür ki hiçbir cep telefonu çekmiyordu. Köylerin etrafını saran yüce dağlar, mekanik akımların alçak saldırılarına göğüs geriyordu.

Kahvaltı gelene kadar koyu bir sohbetin içinde bulduk kendimizi…

Kaynaştık…

Dertleştik…

Suyun kurak toprağa karışması,

Sevgililerin buluşması,

Hastanın doktora kavuşması gibiydi. Sohbet derinleştikçe bazı gerçekler de ortaya çıkıyordu. Bu güzel ve muhteşem tabiatın içinde hayat süren insanlarımızın, içinde sakladıkları gizli yaraları da vardı. Hayat şartları burada hiç de göründüğü gibi değildi. Bu güzel tabiat perdesin arkasında gizli sorunlar yaşanıyordu. İhmal edilmiş bölgenin, yıllardır biriken sorunları adeta bir kongrene dönüşmüştü. Hayat şartları ve zorlukları göçü zorluyordu. Genç insanları köyde tutmak bir hayli zordu. Nüfus giderek azalıyordu.

Remzi Kılıç’ın 19 yaşındaki oğlu Yunus, “Askerden sonra buralarda durmam. Çok sıkıcı. İş yok. Galiba şehre gider, orada bir fabrikada çalışırım” diyordu. Tam iş ciddiye bindi, gerçekler ortaya çıkıyordu ve doğal acılar nüksediyordu ki, Yunus sofra bezini önümüze serdi.

Sabah kahvaltımızı erken bir saatte, bir köy evinde, Sarsı Köyü’nün samimi insanlarının misafirperverliği eşliğinde, mis gibi ahır kokusu ve hayvan sesleri arasında, çiçek kokularının sardığı oksijen deryasında yaptık. Tereyağından yapılmış çağşür mantar kızartması, sacda yapılmış ekşili ekmek, peynirli tereyağlı ekmek, koyun yoğurdu, tereyağlı çökelek ve taze peynir…

Remzi Ağa’ya ve oğlu Yunus’a teşekkür ettik. “Allah ziyade etsin” bize sabahın erken saatinde sıcak sıcak ekmek pişiren ev halkının görünmeyen kahramanlarına teşekkür etmeyi de bir borç biliyoruz. Evin fedakâr annesinden ve kızından da Allah razı olsun.

Işkınların yetiştiği dağların eteğine arabayla gidecektik. Sağ olsun, Remzi Ağa bize mihmandarlık yapması için Yunus’u yanımıza verdi. Dağda öğlen yemeği için yanımıza erzak aldık. Peynir, zeytin, domates vs. Tabii ki çay malzemesi…

Ev halkı ile vedalaşarak Sarsı Köyü’nden hareket ettik. Yolculuğumuzun ikinci aşaması başladı. Bu defa arabada dört kişiyiz. Sırasıyla Aşağıköy, Gölkömü, Ortaköy ve Salkonak’ı geçtik. Çat Barajı’nın kilometrelerce uzunluktaki baraj gölünün en uç kısmından Karlık Mevkii’ne doğru döndük. Çat Barajı’nın gölünü kenarından görmek bile beni heyecanlandırdı. Söz verdik kendi kendimize, bir dahaki sefere Çat Barajı’na gelecektik.

Bu bölgeye genel olarak Porğa (Porga) adı veriliyordu. Malatya’nın Adıyaman’a, Çelikhan’a sınır bölgesiydi. Porga bölgesinin en son mevkisi meşhur Karlık Köyü ve dağıydı… Bizim de asıl işimiz buradaydı. Karlık bölgesinde arabamızı park ettik. Yiyeceklerimizi yanımıza alıp yola koyulduk. Zorlu ve bir o kadar da zevkli bir tırmanış bizi bekliyordu. Karlık, arı yetiştiricilerinin mekânı idi. Karlık balı meşhurdu. Fakat bir iki tane arı kovanına rastladık.

Geçen kış Gündüzbey Dağları’nda yaptığımız geziyi hatırlıyorsunuz. Susuzluk, kuraklık en büyük derdimizdi. Ben bu gezimizi yazarken, sizler de bu gezinin notlarını okurken ağlamıştık hep birlikte… Hüngür hüngür… Ancak 25 – 30 kilometre daha güney doğuda, Gündüzbey sınır köylerinde durum çok farklıydı.

Gündüzbey’in aksine Karlık Dağları’ndan başlayarak Çat Barajı’na kadar her taraf su kaynıyordu. Geçit vermez dağların yamaçlarından, sarp kayaların dibinden sular kaynıyor, iki dağın birleştiği derelerden akan gürül gürül sular ana derede birleşiyor, en sonunda Çat Barajı’nın gölüne dökülüyordu.

Karşı tarafa geçmek için derenin üzerine kurulmuş asma köprü, İstanbul’da Avrupa’yı Asya’ya bağlayan Boğaziçi Köprüsü’nden daha fazla heyecan verdi bana… Dere kenarlarında başıboş bırakılmış, eğeri üzerinden atılmış beyaz atlar, tabloyu tamamlayan bir unsur gibi duruyordu. Resim yapsaydınız ancak bu kadar olurdu.

Yemyeşil tarlasını sulamaya çalışan Ebuzer Dayı ile karşılaştık. Ayaküstü bir iki kelam ettik. 6’sı Kürt, 1 Türk (o da benim) 7 kişinin çalıştığı bir mekânda Kürtçe öğrenmeye adeta mecbur kalmıştım. ‘Hazdıkım’, ‘çirdike’, ‘hara’, ‘vara’… Adam bende bir anormallik olduğunu anladı. Bir de üstümüze başımıza baktı. Ekibin içinde kolları açık, başında şapkası olmayan tek kişi bendim. G〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentID

￰tCategoryID 
￰ClassID￶￿㿿Priority
￰Header￶￿㿿Spot￶￿㿿SpotImage ￶￿㿿SpotFlash ￶￿㿿SpotVideo ￶￿㿿SpotMusic ￶￿㿿Content￶￿㿿MemberOnly
￱Labels￶￿㿿PostFile￶￿㿿PostTarget
￶￿㿿CreateDate
]CreateUser

￰EditDate]EditUser
￰StartDate ]EndDate]tSiteID
￰tLanguageID 
￰Approval￱R1￶￿㿿R2￶￿㿿R3￶￿㿿R4￶￿㿿R5￶￿㿿R6￶￿㿿R7￶￿㿿R8￶￿㿿R9￶￿㿿R10￶￿㿿R11￶￿㿿R12￶￿㿿R13￶￿㿿R14￶￿㿿R15￶￿㿿R16￶￿㿿R17￶￿㿿R18￶￿㿿R19￶￿㿿R20￶￿㿿R21￶￿㿿R22￶￿㿿R23￶￿㿿R24￶￿㿿R25￶￿㿿R26￶￿㿿R27￶￿㿿R28￶￿㿿R29￶￿㿿R30￶￿㿿࿓좌’좌’ă࿐༺穐ˢ秨ˢ禀ˢ礘ˢ碰ˢ付ˢ买ˢ丈ˢ䶠ˢ䴸ˢ䳐ˢ掐ˢ揸ˢ摠ˢ擈ˢ攰ˢ侨ˢ激ˢ瀨ˢ炐ˢ烸ˢ葸ˢ蕈ˢ薰ˢ蘘ˢ蚀ˢ蛨ˢ蝐ˢ螸ˢ蠠ˢ袈ˢ裰ˢ襘ˢ觀ˢ訨ˢ誐ˢ諸ˢ譠ˢ诈ˢ谰ˢ貘ˢ贀ˢ赨ˢ跐ˢ踸ˢ躠ˢ輈ˢ轰ˢ还ˢ遀ˢ邨ˢ鄐ˢ酸ˢ釠ˢ鉈ˢ銰ˢ錘ˢ鎀ˢ鏨ˢ鑐ˢ钸ˢ锠ˢ閈ˢ闰ˢ陘ˢ雀ˢ霨ˢ鞐ˢ韸ˢ鬰ͭ鳐ͭ飈ˢ鸈ͭ鹰ͭ默ͭ齀ͭ龨ͭꀐͭꈘͭꊀͭꋨͭꍐͭꎸͭꐠͭꒈͭꓰͭꕘͭꗀͭ꘨ͭꚐͭ꛸ͭꝠͭꟈͭ꠰ͭꢘͭ꤀ͭ걐͵겸͵괠͵궈͵귰͵깘͵꿸͵끠͵냈͵눀͵댸͵뎠͵됈͵둰͵듘͵땀͵떨͵또͵뙸͵뛠͵띈͵랰͵렘͵뢀͵루͵륐͵릸͵므͵밨͵벐͵본͵뵠͵뷈͵븰͵뺘͵뼀͵뽨͵뿐͵쀸͵삠͵섈͵셰͵쇘͵쉀͵슨͵쌐͵썸͵쏠͵쑈͵쒰͵씘͵얀͵엨͵왐͵울͵유͵있͵쟰͵졘͵죀͵줨͵즐͵째͵쩠͵쫈͵쬰͵찀͵챨͵쳐͵촸͵춠͵츈͵칰͵헀͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵ﬠ͵ﮈ͵ﯰ͵ﱘ͵ﳀ͵ﴨ͵﶐͵ﷸ͵﹠͵ﻈ͵P͵リ͵ͶhͶÐͶĸͶƠͶȈͶɰͶ˘Ͷ̀ͶΨͶְͶؘͶڀͶۨͶݐͶ޸ͶࠠͶ࢈ͶࣰͶक़ͶীͶਨͶઐͶ૸Ͷ‘Ͷ₀Ͷ⃨Ͷ⅐Ͷ∠Ͷ⊈Ͷ⋰Ͷ⍘Ͷ⏀Ͷ␨Ͷ⒐Ͷ⓸Ͷ╠Ͷ◈Ͷ☰Ͷ❨Ͷ⟐Ͷ⠸Ͷ⢠Ͷ⤈Ͷ⥰Ͷ⧘Ͷ⩀Ͷ⚠ˢ㆐ͶㇸͶ㉠Ͷ㋈Ͷ㌰Ͷ㎘Ͷ㘈Ͷ㙰Ͷ㛘Ͷ㝀Ͷ㞨Ͷ㠐Ͷ㡸Ͷ㣠Ͷ㥈Ͷ㦰Ͷ㨘Ͷ㪀Ͷ㫨Ͷ㭐Ͷ㮸Ͷ㰠Ͷ㲈Ͷ㳰Ͷ㵘Ͷ㷀Ͷ㸨Ͷ㺐Ͷ䀰Ͷ䂘Ͷ䄀Ͷ䅨Ͷ䇐Ͷ䈸Ͷ䊠Ͷ䌈Ͷ䍰Ͷ䏘Ͷ䑀Ͷ䒨Ͷ䔐Ͷ䕸Ͷ䗠Ͷ䙈Ͷ䚰Ͷ䜘Ͷ䞀Ͷ䟨Ͷ䡐Ͷ䢸Ͷ䤠Ͷ䦈Ͷ䧰Ͷ䩘Ͷ䫀Ͷ䬨Ͷ䮐Ͷ䯸Ͷ䱠Ͷ䳈Ͷ䴰Ͷ䶘Ͷ一Ͷ乨Ͷ仐Ͷ伸Ͷ侠Ͷ倈Ͷ偰Ͷ僘Ͷ兀Ͷ冨Ͷ刐Ͷ剸Ͷ勠Ͷ午Ͷ厰Ͷ吘Ͷ咀Ͷ哨Ͷ啐Ͷ喸Ͷ嘠Ͷ嚈Ͷ困Ͷ坘Ͷ埀Ͷ堨Ͷ墐Ͷ摘Ͷ擀Ͷޘཟ࣐ཟਈཟୀཟཞཞ쇈ً숰ً좰ً茸ً膘ًً��ًᇐٌᔐٌًᑀٌًً��ًًً��ًƐٌӐٌࠐٌ୐ٌًਘٌٌۘΘٌXٌﴘًً繘ً粸ً훨ًአٌའٌఠٌ쾘ًᶈཟ⭘ཟ矘Ͷ祸Ͷᅘཟᩈཟۈཟཞ쩀ཞǨཟỀཟཞ⫰ཟཞཞʸཟཞཞ��ཞᾐཟཞ⯀ཟ⢀ཟཞ술ཞ져ཞƀཟဠཟ❈ཟཞ⣨ཟĘཟ짘ཞ욘ཞჰཟ쩀ཞ쩀ཞ졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ً졈ًཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞཞ൰ى騘xꟐx઱ّ��བྷ��བྷ鑀˟ੑّ騘xꟐx૱ّꤸཚઑّ騘x鑀˟਱ّꥨཚ૑ّ騘x୑ّ濸x鑀˟鑀˟஑ّ��བྷ��བྷ଱ّ騘xꟐx௑ّꦘཚ鑀˟ୱّ騘x఑ّ꧈ཚ꧘ཚறّ騘xꟐx鑀˟ੱّ꧸ཚ௱ّ騘x൱ّꨨཚ鑀˟ఱّ騘xັّ꩘ཚꩨཚ౱ّ騘xꟐx鑀˟഑ّ��བྷ��བྷಱّ騘xꟐx൑ّꪈཚ鑀˟ೱّ騘x಑ّꪸཚറّ騘x鑀˟නّ濸x鑀˟✀ͪ෱ّབྷབྷඑّ騘xꟐx鑀˟ัّꫨཚෑّ騘xă๱ّ꬘ཚꬨཚ鑀˟ฑّ騘xꟐx೑ّꭈཚ๑ّ騘x鑀˟໑ّꭸཚຑّ騘xꮨཚꮸཚĀ猾部⪀ͪӋ部ༀّꛘْ㐀Ͷༀّ⿰Bཐّༀّ䟀ٕ覰ˣༀّ⿰Bቨّༀّ⿰B婀ˠ„“ༀّ⿰B棰ͷ7ༀّ柠ٔ訰ˣ婠ٔⴰنༀّ⿰B梠ͷༀّ⿰Bྰّༀّ⿰Bဨّༀّ䉆慃据汥tༀّꝨْ崈Ͷ歡楒桧tༀّ⿰BṨّtༀّ⿰Bၰّༀّ堠ٔ覰ˣༀّꞰْ嵰Ͷ歡楒桧tༀّ裼E`ͮༀّ⿰Bႈّༀّ⿰Bშّༀّ婠ٔ覰ˣༀّ䧀I鎜E`ͮ汵tༀّ⿰B帨ّ湯ༀّ⿰B氐ͷ ༀّ⿰Bༀّ協慔汢eༀّ⿰B㛰ͷ eༀّ⿰Bለّༀّ⿰B沰ͷ ༀّ䥆摮捩獥ༀّ則捥牯獤ༀّ斠ٔ廠ٔ慃瑰潩坮ༀّꟸْ㓐Ͷༀّ⿰Bሸّༀّ岠ٔ覰ˣༀّ⿰Bᇰّ敺ༀّ廠ٔ斠ٔ慃瑰潩nༀّ⿰Bወّༀّ턈K��ͮༀّ 䱆潒呷灹eༀّꡀْ㔸Ͷ歡潔pༀّ⿰Bዸّༀّ廠ٔ覰ˣༀّ⿰BᎠّeༀّ⿰Bᖰّༀّ⿰Bፘّༀّ⻀ͩだͩༀّ⿰B᐀ّༀّ䉇獡捩sༀّꢈْༀّ⿰BᏐّༀّ⻀ͩ覰ˣༀّ⿰Bᑸّeༀّ꣐ْ 䱆潒呷灹eༀّ敒潭敶:ༀّ⿰Bᑈّༀّだͩ覰ˣༀّ䌦慨慲瑣牥匠瑥:ༀّ��ͮ捠ٔༀّ⿰Bᒨّༀّ��ͮ捠ٔༀّ䟀ٕ訰ˣ慔佢摲牥ༀّ⿰Bᓀّༀّ⿰Bᔈّༀّ㑨Ͷ쀨ْༀّ⿰Bᔸّༀّ`ͮ訰ˣༀّ⿰Bᕨّༀّ岠ٔ訰ˣༀّ⿰Bᖘّༀّ廠ٔ訰ˣༀّ㖠Ͷ빸ْༀّ⿰Bᗠّༀّ��ͮ訰ˣༀّ⿰B㖰ͷ敺ༀّ⿰Bᙀّༀّ䕆杮湩eༀّꤘْ幀Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᙰّༀّ斠ٔ覰ˣༀّ˛嬀Ͷ뿠ْɰن湯ༀّ䱆慎敭ༀّ۰ن訰ˣ乆浡en7ༀّ䱆湅楧敮ༀّ⿰Bᜀّༀّꥠْༀّ⿰Bᜰّༀّ㈀ͩ覰ˣༀّ⿰Bᚸّༀّ 䱆潃浭湥tༀّ⿰Bថّༀّꦨْༀّ⿰Bៀّༀّّ覰ˣༀّ⿰Bᢘّༀّ⿰Bᤐّ潩nༀّ⿰B庸ّtnༀّ⿰Bᠸّtༀّ꧰ْༀّ⿰Bᡨّༀّّ覰ˣༀّ 䱆潃汬瑡潩nༀّ꨸ْ 䱆潃浭湥tༀّ
硅牰獥楳湯ༀّ⿰Bᣠّༀّّ覰ˣༀّ乆浡enༀّꪀْༀّ⿰B᥀ّༀّ褐ّ覰ˣༀّ⿰B㘀ͷ潩nༀّ⿰B㐨ّ敺ༀّ䌦浯敭瑮:楴湯:ༀّ⿰B㚠ͷༀّ⿰B᭨ّༀّ⿰Bّᨘༀّ턈Kͮༀّ䍆浯敭瑮ༀّ꫈ْ斐Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᩈّༀّ柠ٔ覰ˣༀّ
䍆汯慬楴湯ༀّ턈Kͮༀّ⿰Bّᫀༀّ協慔汢獥ٔༀّ꬐ْ旸Ͷ歡潔pༀّ⿰B᫰ّༀّ樠ٔ覰ˣༀّ턈Kͮༀّ⿰B惸ّༀّ⿰Bᯈّ敺ༀّ⿰B᮰ّ敺ༀّꭘْ㻸Ͷༀّ⿰Bᮘّༀّ池ٔ覰ˣༀّ溠ٔ猠ٔ慃瑰潩坮ༀّ溠ٔ猠ٔ慃瑰潩nༀّ⿰B᱀ّ7ༀّ⿰B≘ّༀّ턈Kͮༀّ
䱆慄慴慢敳ༀّꮠْ弐Ͷ歡潔pༀّ⿰Bᱰّༀّ溠ٔ覰ˣༀّ牃慥楴湯䐠瑡㩥ༀّ⿰Bᴘّ敳ༀّ⿰B㝀ͷༀّ⿰BṐّༀّ⿰Bᵸّༀّ⿰BỈّༀّꯨْༀّ⿰Bᵈّༀّﰀّ覰ˣༀّ⿰Bّᷰ敳ༀّ갰ْ
䱆慄慴慢敳ༀّ⿰B戰ّ:ༀّ⿰Bّ᷀ༀّﶠّ覰ˣༀّ潃氦慬楴湯:敮ༀّ걸ْༀّ⿰BḠّༀّ`ّ覰ˣༀّ⿰B旀ّ湯:ༀّͮ婢ͮﵠͮ烠ٔༀّ곀ْༀّ⿰Bẘّༀّàْ覰ˣༀّ呆扡敬䍳畯瑮ༀّ괈ْༀّ⿰BỸّༀّʀْ覰ˣༀّ刦睯䘠牯慭㩴愀tༀّ⿰Bὀّༀّ교ْༀّ⿰BὰّༀّРْ覰ˣༀّ⿰Bᾠّༀّͮ婢ͮﵠͮ烠ٔༀّ⿰B⁠ّeༀّ턈K婢ͮༀّ 䑆瑡扡獡eༀّ턈Kﵠͮༀّ⿰B₨ّༀّ⿰Bℸّༀّ턈K@ͯༀّ궘ْ曈Ͷༀّ⿰Bₐّༀّ烠ٔ覰ˣༀّ균ْ㽠Ͷ歡潔p獡eༀّ⿰B挈ّༀّ⿰Bّ⃰ༀّ猠ٔ覰ˣༀّ⿰B≰ّ獤ༀّ⿰Bↀّༀّ׀ْༀّ⿰BⅨّༀّ@ͯ慃瑰潩nༀّ긨ْༀّ⿰B↰ّༀّ׀ْ覰ˣༀّ敒潣摲䌠畯瑮:ༀّ⿰B⇸ّༀّ@ͯༀّ池ٔ訰ˣ慔佢摲牥ༀّ⿰B∐ّༀّ䑇瑡獥敺ༀّ猠ٔ訰ˣༀّ㿈Ͷ뼈ْༀّ⿰B⊠ّༀّ@ͯ訰ˣༀّ⿰B⍸ّༀّ⿰B⋨ّༀّ깰ْ朰Ͷༀّ⿰B⌘ّༀّ畠ٔ覰ˣༀّ慍⁸楓敺:獮ༀّ瞠ٔ秠ٔ0ن敺ༀّ⿰B⍈ّༀّ瞠ٔ秠ٔ0ن啟䙔7ༀّ⿰B⏘ّༀّ䵇浥牯ylༀّ⿰B␠ّ敺ༀّ꺸ْ枘Ͷ歡潔pༀّ⿰B␈ّༀّ瞠ٔ覰ˣༀّݠْऀْઠْీْༀّ 䱆牃慥整dༀّ⿰B┨ّdༀّ 䱆灕慤整dༀّ⿰B⒘ّdༀّ꼀ْༀّ⿰BⓈّༀّݠْ覰ˣༀّ⿰B╰ّༀّ䍆敲瑡摥ༀّ慌瑳唠摰瑡㩥ༀّ꽈ْༀّ⿰B╘ّༀّऀْ覰ˣༀّ꾐ْ歡潔p湥tༀّ商摰瑡摥ༀّ⿰B挸ّༀّ⿰B☀ّༀّ⿰B◨ّༀّઠْ覰ˣༀّ꿘ْ歡潔p湥tༀّ⿰B⚨ّtༀّ㘲⸲㐱″䉇ༀّ⿰B㙐ͷ敺ༀّ⿰B♸ّༀّీْ覰ˣༀّ⿰B⩨ّlༀّ뀠ْ栀Ͷ歡潔p摥ༀّ
⸷㐴‰䉋ༀّ⿰B⛰ّༀّ秠ٔ覰ˣༀّ⿰B⤀ّༀّ 䱆湉敤卸穩eༀّ⿰B⠐ّ敺ༀّ
䱆慄慴楓敺ༀّ⿰B➀ّ穩eༀّ끨ْༀّ⿰B➰ّༀّ෠ْ覰ˣༀّ⿰B⡘ّ敺ༀّ
䥆摮硥楓敺ༀّ⿰B扸ّༀّ낰ْༀّ⿰B⡀ّༀّْྀ覰ˣༀّ냸ْ歡潔p湥tༀّ 䑆瑡卡穩eༀّධن訰ˣ否灹㩥湯sༀّ⿰B⣨ّeༀّ⿰B⣐ّༀّᄠْ覰ˣༀّ녀ْ歡潔p湥tༀّ뇐ْ歡潔p湥tༀّ⿰B䯠ͦt.ༀّ⿰B⥸ّༀّ⿰B⥠ّༀّᑠْ覰ˣༀّ놈ْ 䑆瑡卡穩eༀّ⿰B⧀ّeༀّ⿰B䉇ༀّᘀْ覰ˣༀّ敒潭敶sༀّ協楆汥獤ༀّ᫠ْᲀْ敺ༀّ⿰B⨸ّༀّ᥀ْ覰ˣༀّ⿰B⽴ༀّ눘ْ桨Ͷ歡潔pༀّ⿰B⪘ّༀّ0ن覰ˣༀّ敒潭敶ༀّ⿰B⫸ّༀّ⿰B⨈ّༀّ늨ْ歡潔p湥tༀّ⿰B⬨ّༀّ뉠ْༀّ⿰B⭘ّༀّ᫠ْ覰ˣༀّ並睥⸮.慂rༀّ䙆敩摬s敺ༀّ⿰BⰘّༀّ⿰B⯐ّༀّᲀْ覰ˣༀّ⿰B仈ͦༀّ⿰Bༀّ닰ْ壸Ͷༀّ⿰Bⱈّༀّɰن覰ˣༀّŨZ뮀˛敺ༀّ⿰B崐ͷༀّ⿰B7ༀّ⿰aliba, içinden dedi, bundan dağcı olmaz. Kürtçe bir şeyler söyledi, ekip kahkaha ile güldü. Acilen tercümesini istedim: “Bu adam dağa çıkamaz, donar. Siz en iyisi mi bunu aşağıda bırakıp gidin!” Abuzer Dayı hakkımda yanılmıştı. Aslanlar gibi çıktım, aslanlar gibi indim.

Veee… 15 yaşındaki Yasin’in başında çobanlık yaptığı dünya güzeli kuzular ve gıdiklerden (keçi yavruları) oluşan sürü ile karşılaştık. Onlara dokunmak, sevmek hatta onlarla konuşmak için sürünün içine daldım. Onlara kendi ellerimle ot yedirme şerefine nail olacaktım. Adeta kendim de sürüden bir parça olmak istedim! Ne de olsa sürülerin de iştahla yedikleri bu otları toplamaya gelmemiş miydik? Eee o zaman ne mahsuru var onlarla birlikte otlamaktan!

Fakat her biri bir yana kaçtı. Gıdikler ve kuzular bile beni istemedi. Bu arada ekibin de sabrı taşıyor. Ayıp olmasın diye bana nezaketli davranmaya çalışıyorlar ama arada bir ikaz etmeyi de ihmal etmiyorlar: “Alişan abi böyle giderse akşam karanlığına kalırız. Elimizi çabuk tutmak zorundayız. Biraz acele edelim. Böyle her gördüğün davar sürüsüyle muhabbet edersen, korkarım ki ışkın toplamadan döneceğiz.” Adamlar haklı. Ne için gelmiştik? Işkın toplamak için. Hadi o zaman tabana kuvvet…

Dört kişilik ekip doğal akışı içinde ikiye bölündü. Önde ışkın ve şifalı otlar sevdalısı Kazım ve Alpay, arkada ise onlara ayak uydurmaya çalışan ben ve Yunus… Aslında Yunus, en arkada kalmayayım diye bana ayak uyduruyordu, ben duruyordum o da duruyordu. Sırtımdaki çantayı almak için birkaç hamle yaptı. Dedim ki, “Olmaz, fotoğraf çektirirken sırtımda çanta olmalı. Millet benim sahiden dağcı olduğumu sanmalı.” Eeee ne de olsa devir imaj devri…

Kazım ve Alpay ellerinde poşetler (ki Karlık Dağları’nda tabiat dengesine aykırı tek varlık sanki bu plastik poşetlerdi) ot toplamaya erken başladılar. Dere boyunca, ta en yüksek tepeye kadar ha bire yaban sarımsağı, kenger, kekik, narpuz, dağ soğanı vs. topluyorlardı. Göbelek ve ışkın en büyük hedefleriydi, bu iki ot adeta onların rüyalarını süslüyordu. Ah bir gebelek (mantar) ve ışkın bulabilselerdi.

Daha çok yolumuz vardı. Aslında çıkacağımız dağları görüyorduk. Elimizi uzatsak değecekti. Bize o kadar yakın görünüyordu. Aha şuracıkta, diyorduk. Ama öyle değildi işte. El işareti ile göstermek kadar kolay değildi. Göğü delercesine bütün haşmetiyle yükselen dağlara doğru yürüdükçe sanki yol uzuyordu.

Aynı amaç için yola koyulmuş ekibin yol macerasını bir cümleyle izah edecek olursak, bir gurup ha bire ot topluyor, öteki gurup ha bire fotoğraf çekiyor. Fotoğraf makinesi Yunus ile Selim arasında sürekli el değiştiriyordu. Her bir 10 metrede bir sanki görüş açımıza takılan her şey başka bir hal alıyor, sanki manzara yeni bir boyut kazanıyordu. Ne kadar yükseğe çıksak, köyün ve Porğa’nın silueti de değişiyordu. Dolayısıyla hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyor, fotoğraflarla belgelemek istiyordum. Ne yana dönsem mutlaka deklanşöre basma ihtiyacı duyuyordum.

Sade manzarayı çektiğim zaman sanki bir eksiklik hissediyordum! Sanki içinde Selim’in olmadığı karelerde bir noksanlık varmış gibi geliyordu! Manzara, sanki benimle bütünleşiyordu! En azından içime öyle doğuyordu! Selim’in olmadığı bir enstantane düşünülemezdi! Zavallı Yunus, hem çetin yürüyüş parkurunda yıpranıyor, hem de Selim’in fotoğraflarını çekmekten yoruluyordu.

Eminim ki sizler de, şu adam kenara çekilse de manzarayı seyretsek, diyorsunuz. Eeee ne yapalım, gülünü seven dikenine katlanır.

Beydağlarının devamı olan Karlık Dağları eteklerinde tırmanışımız ara vermeden devam ediyor. Artık zirveye doğru yaklaşıyoruz. İlk kar yığınlarıyla karşılaştık. Ama hala ışkından eser yok. Göbelekden (mantardan) de haber yok. Ekibin içinde yavaş yavaş korku türeme başladı. Ya bulamasalardı? Bu kadar yolu boşuna mı gelmiş olacaklardı?

Ancak ta karşı tarafta, küçük bir karartı gördüm. Hareket ediyordu. Bu bir insandı ve bir şeyler topluyordu. Dikkatimi bütün bakışlarımı bu karartı üzerinde odakladım. Ve dedim ki; “Çocuklar karşıda birisini görüyorum. Bu bir çocuk olmalı. 15–16 yaşlarında görünüyor. Muhtemelen ışkın ya da göbelek topluyor.” Kürtçe seslenmeye başladım: “Vara vara vara!”

Biraz daha ilerlediğimizde buz gibi suyu akan pınar keşfettik. Artık mola vereceğimiz, oturup dinleneceğimiz, çay demleyip yemek yiyeceğimiz yeri bulmuştuk.

Çantalarımızdaki malzemeleri çıkardık. Etraftan çalı çırpı topladık ve ocak yaktık. Buz gibi tertemiz suyun çayı da güzel olurdu. Kazım domatesleri ve bilerleri yık〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentID

￰tCategoryID 
￰ClassID￶￿㿿Priority
￰Header￶￿㿿Spot￶￿㿿SpotImage ￶￿㿿SpotFlash ￶￿㿿SpotVideo ￶￿㿿SpotMusic ￶￿㿿Content￶￿㿿MemberOnly
￱Labels￶￿㿿PostFile￶￿㿿PostTarget
￶￿㿿CreateDate
]CreateUser

￰EditDate]EditUser
￰StartDate ]EndDate]tSiteID
￰tLanguageID 
￰Approval￱R1￶￿㿿R2￶￿㿿R3￶￿㿿R4￶￿㿿R5￶￿㿿R6￶￿㿿R7￶￿㿿R8￶￿㿿R9￶￿㿿R10￶￿㿿R11￶￿㿿R12￶￿㿿R13￶￿㿿R14￶￿㿿R15￶￿㿿R16￶￿㿿R17￶￿㿿R18￶￿㿿R19￶￿㿿R20￶￿㿿R21￶￿㿿R22￶￿㿿R23￶￿㿿R24￶￿㿿R25￶￿㿿R26￶￿㿿R27￶￿㿿R28￶￿㿿R29￶￿㿿R30￶￿㿿࿓좌’좌’ă࿐༺穐ˢ秨ˢ禀ˢ礘ˢ碰ˢ付ˢ买ˢ丈ˢ䶠ˢ䴸ˢ䳐ˢ掐ˢ揸ˢ摠ˢ擈ˢ攰ˢ侨ˢ激ˢ瀨ˢ炐ˢ烸ˢ葸ˢ蕈ˢ薰ˢ蘘ˢ蚀ˢ蛨ˢ蝐ˢ螸ˢ蠠ˢ袈ˢ裰ˢ襘ˢ觀ˢ訨ˢ誐ˢ諸ˢ譠ˢ诈ˢ谰ˢ貘ˢ贀ˢ赨ˢ跐ˢ踸ˢ躠ˢ輈ˢ轰ˢ还ˢ遀ˢ邨ˢ鄐ˢ酸ˢ釠ˢ鉈ˢ銰ˢ錘ˢ鎀ˢ鏨ˢ鑐ˢ钸ˢ锠ˢ閈ˢ闰ˢ陘ˢ雀ˢ霨ˢ鞐ˢ韸ˢ鬰ͭ鳐ͭ飈ˢ鸈ͭ鹰ͭ默ͭ齀ͭ龨ͭꀐͭꈘͭꊀͭꋨͭꍐͭꎸͭꐠͭꒈͭꓰͭꕘͭꗀͭ꘨ͭꚐͭ꛸ͭꝠͭꟈͭ꠰ͭꢘͭ꤀ͭ걐͵겸͵괠͵궈͵귰͵깘͵꿸͵끠͵냈͵눀͵댸͵뎠͵됈͵둰͵듘͵땀͵떨͵또͵뙸͵뛠͵띈͵랰͵렘͵뢀͵루͵륐͵릸͵므͵밨͵벐͵본͵뵠͵뷈͵븰͵뺘͵뼀͵뽨͵뿐͵쀸͵삠͵섈͵셰͵쇘͵쉀͵슨͵쌐͵썸͵쏠͵쑈͵쒰͵씘͵얀͵엨͵왐͵울͵유͵있͵쟰͵졘͵죀͵줨͵즐͵째͵쩠͵쫈͵쬰͵찀͵챨͵쳐͵촸͵춠͵츈͵칰͵헀͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵��͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵͵ﬠ͵ﮈ͵ﯰ͵ﱘ͵ﳀ͵ﴨ͵﶐͵ﷸ͵﹠͵ﻈ͵P͵リ͵ͶhͶÐͶĸͶƠͶȈͶɰͶ˘Ͷ̀ͶΨͶְͶؘͶڀͶۨͶݐͶ޸ͶࠠͶ࢈ͶࣰͶक़ͶীͶਨͶઐͶ૸Ͷ‘Ͷ₀Ͷ⃨Ͷ⅐Ͷ∠Ͷ⊈Ͷ⋰Ͷ⍘Ͷ⏀Ͷ␨Ͷ⒐Ͷ⓸Ͷ╠Ͷ◈Ͷ☰Ͷ❨Ͷ⟐Ͷ⠸Ͷ⢠Ͷ⤈Ͷ⥰Ͷ⧘Ͷ⩀Ͷ⚠ˢ㆐ͶㇸͶ㉠Ͷ㋈Ͷ㌰Ͷ㎘Ͷ㘈Ͷ㙰Ͷ㛘Ͷ㝀Ͷ㞨Ͷ㠐Ͷ㡸Ͷ㣠Ͷ㥈Ͷ㦰Ͷ㨘Ͷ㪀Ͷ㫨Ͷ㭐Ͷ㮸Ͷ㰠Ͷ㲈Ͷ㳰Ͷ㵘Ͷ㷀Ͷ㸨Ͷ㺐Ͷ䀰Ͷ䂘Ͷ䄀Ͷ䅨Ͷ䇐Ͷ䈸Ͷ䊠Ͷ䌈Ͷ䍰Ͷ䏘Ͷ䑀Ͷ䒨Ͷ䔐Ͷ䕸Ͷ䗠Ͷ䙈Ͷ䚰Ͷ䜘Ͷ䞀Ͷ䟨Ͷ䡐Ͷ䢸Ͷ䤠Ͷ䦈Ͷ䧰Ͷ䩘Ͷ䫀Ͷ䬨Ͷ䮐Ͷ䯸Ͷ䱠Ͷ䳈Ͷ䴰Ͷ䶘Ͷ一Ͷ乨Ͷ仐Ͷ伸Ͷ侠Ͷ倈Ͷ偰Ͷ僘Ͷ兀Ͷ冨Ͷ刐Ͷ剸Ͷ勠Ͷ午Ͷ厰Ͷ吘Ͷ咀Ͷ哨Ͷ啐Ͷ喸Ͷ嘠Ͷ嚈Ͷ困Ͷ坘Ͷ埀Ͷ堨Ͷ墐Ͷ摘Ͷ擀Ͷޘཟ࣐ཟਈཟୀཟཞཞayıp doğramaya başladı. Yunus da çay suyunu kaynatmaya…

Hadi bilin bakalım ben ne iş gördüm. Yattım. Evet yattım. Yarım saat kadar Karlık Dağı’nın tepesinde, toprak üzerinde bir ömre bedel uyku uyudum. Yorulmuştum ve gece de az yatmıştım. O bana ilaç gibi geldi. Kazım’ın sesiyle uyandım: “Alişan abi kalk, çay hazır!”

 
Fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi domates, peynir, zeytin, biber… Ve dünyada içtiğim en güzel çay… Böyle bir mekânda böyle bir ziyafete 1 yılınızı vermez misiniz?

Bu arada karşı dağlarda gördüğümüz karartı da harekete geçmiş, bulunduğumuz yere doğru geliyordu. Yaklaştı, biraz daha yaklaştı. Sırtında bir çuval dolusu ışkın vardı. Ancak yanımıza geldiğinde torbayı göremedik. Aşağıda bırakmış, galiba bize güvenmemişti. Ya ışkınımı alırlarsa, diye düşünmüştü galiba. Yöre köyünden bir çocuktu. Adı da Osman… Tam 15 yaşındaydı (Tahminimde yanılmamıştım. Hatta ekipten beni tebrik edenler bile oldu!). Işkın toplamaya gelmişti. Bizim gibi… Onu da soframıza buyur ettik. Bizimle beraber yedi, çay içti. Dağlarda bir arkadaşımız daha olmuştu. Birbirimizi çok sevdik. Bizim toprağın insanı ne kadar da sıcak geliyordu bize. Hemen de samimi olduk, ahbap olduk.

Mola verdiğimiz yerin hemen 500 metre kadar yukarısında iki şelale vardı. Kayalıkların üzerinden dökülüyor, dere boyunca gidip aşağıdaki başka sularla birleşip Çat Barajı’na karışıyordu. Bu şelaleye yaklaşmak o kadar kolay değildi. Buz tutmuş karların üstünden geçmek gerekiyordu.

Ayağımız kayıp aşağı doğru yuvarlanabilirdik. Böyle bir tehlikeyi yaşama ihtimali en yüksek olanların başında ben geliyordum. Alpay bunu biliyordu. Onun için fotoğraf makinesi elinde, tetikte bekliyordu. Nitekim ayağım kaydı, buz kaplı karlar üzerinde 50 metre kadar sürüklendim. Onun belgesi de fotoğraflar içinde bulunuyor.

Ellerim dondu, her tarafım yaş oldu. Üstüm başım kirlendi. Eve gittiğimde annem bana kızabilirdi! Tam ağlamak üzereydim ki (!) Yunus beni teselli etti. “Alişan abi” dedi, “Korkma üstün birazdan kurur, üzerini de temizleriz”

 
Şelale bizi tam anlamıyla mest etti. Karlık Şelalesi, benim gözümde Niagara Şelalesi’nden daha güzeldi, daha büyüktü.

Kazasız belasız şelale turumuz da tamamlandı. Tekrar aşağı inişte, mola verdiğimiz yere doğru gelirken ışkın tarlası ile karşılaştık. Sanki hazine bulmuş gibi sevindik.

Aç kurtlar gibi saldırdık doğunun muzu ışkın tarlasına… Torbalarımız doldu taştı. Çocuklar gibi neşelendik. Moralimiz yerine geldi. Ancak göbelekten hala eser yoktu. Göbelek hariç muradımıza ermiştik. Artık Malatya’ya zafer kazanmış bir kahraman edasıyla dönebilirdik.

 
Bugüne bugün, şu koca Malatya’da ışkın toplamış kaç tane adam vardı!

Geriye dönüş hazırlıkları başladı. Yükümüz daha da ağırdı. Yukarı tırmanış kadar aslında iniş de zordu. Bacaklarımızdaki adaleler iniş sırasında bir kat daha zorlanıyordu. Dönüş de yine aynı oldu. Önde Kazım ve Alpay, arkada Selim ve Yunus… “Bu adam dağa çıkamaz, yarıda kalır” diyen Abuzer Ağa’yı görmeyi çok isterdim. Ancak dua etsin ki, evine gitmişti.

Dönüş sırasında yine bir gezi klasiği yaşamak istemiyordum. Yalçın kayalarda bir tavşan gibi zıplayacak, yüce dağların zirvesinde bir aslan gibi kükreyecek, dönüşte küçük bir rampada yere yuvarlanacaktım. İşte benim klasiğim buydu.

Onun için biraz daha dikkatli olmam lazımdı. H〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentID

￰tCategoryID 
￰ClassID￶￿㿿Priority
￰Header￶￿㿿Spot￶￿㿿SpotImage ￶￿㿿SpotFlash ￶￿㿿SpotVideo ￶￿㿿SpotMusic ￶￿㿿Content￶￿㿿MemberOnly
￱Labels￶￿㿿PostFile￶￿㿿PostTarget
￶￿㿿CreateDate
]CreateUser

￰EditDate]EditUser
￰StartDate ]EndDate]tSiteID
￰tLanguageID 
￰Approval￱R1￶￿㿿R2￶￿㿿R3￶￿㿿R4￶￿㿿R5￶￿㿿R6￶￿㿿R7￶￿㿿R8￶￿㿿R9￶￿㿿R10￶￿㿿R11￶￿㿿R12￶￿㿿R13￶￿㿿R14atta yolda Yunus’a da söyledim. Dedim ki, “Yunus, biliyor musun, ben hep gezilerin sonunda düşerim.” Bunu der demez;

Yine sürpriz olmadı. Vallahi billahi küçük bir rampada dengemi kaybettim, ayaklarım kaydı, düşmemek için ellerimi kullandım. Dere kenarında buldum kendimi. Yorgunluktan olacak ki, bütün dikkatime rağmen bu küçük kazayı yaşadım. Ekibin yüreği ağzına geldi. Sonuç: sol elimin içinde küçük bir sıyrık, sağ bileğimde birkaç çizik. Işkın sevincimiz az daha kâbusa dönüşecekti. Allah’tan ucuz atlattım. Belki de mail gurubumun içindeki iyi kalpli bir dostumuzun duası bizi korudu. Siz de Allah’a şükredin. Şükredin yoksa az daha bu resimleri göremeyecek, bu gezi notlarını okuyamayacaktınız!

Bu minicik kazadan bahsetmişken, hemen şunu da ilave edelim. Bembeyaz bir yüzle çıktığımız Karlık Dağları’ndan kıpkırmızı bir yüzle indik Sarsı Köyü’ne… Güneş öyle bir yaktı ki yüzümü ve kollarımı, Sarsı Köyü’ndekiler beni tanıyamadı. Şimdi eve gidince bunları anneme nasıl izah edecektim: Yorgunluk, güneş yanığı, yaralı bereli eller… Üstüne üstlük bir de annemden dayak yeme riski vardı! Biraz sabır. Annemin beni nasıl karşıladığını dürüst bir şekilde yazacağım. Yolda gelirken her gördüğümüz köylüye, çobana, çocuğa el sallıyor, selam veriyorduk. Doyamamıştım Porga’ya, Karlık Dağları’na…

Arabada, Sarsı Köyü’ne doğru gelirken, Yunus’a dedim ki, “Yunus bu iş böyle olmaz. Doğrusu ben Porga’ya bir daha geleceğim. Bu defa, sürüsü olan bir eve misafir olacağız ve sabah erdenden çoban ile birlikte sürü otlatmaya gideceğiz. Bir tam gün muvakkat Çobanlık yapmak istiyorum.” Yunus’u Sarsı Köyü’ne bıraktıktan sonra Bürücek Yaylası üzerinden tekrar Malatya’ya dönecektik.

 
Köye vardığımızda ev sahibi Remzi Kılıç henüz çit sürmeden dönmemişti. Son bir kez Sarsı Köyü’nde, Remzi Ağa’nın evinin damından karşı tepeleri seyrettim. Bu bir veda seyri idi. Önce dağlara, derelere, ağaçlara, kuşlara, kuzulara veda ettim… Tabiat ile benim aramda sanki gizli bir lisan kurulmuştu. Ve bu toprak beni gerçekten kendine çekiyordu. Rahatına, ev düzenine çok düşkün olmama rağmen bu doğa sevgisi bende aşırı bir yükleme yapıyordu.


 
Ve Sarsı’nın çocukları. Songüller, Rabialar, Mustafalar, Hasanlar… Altın renginde çocuklar. Sevimli utangaçlıkları ile bize yaklaşıyor, bazıları ise uzaktan seyrediyor.

Birazdan saf, temiz, bozulmamış bir dünyayı geride bırakacak, alabildiğine tahrip olmuş, kirli ve kaos dolu bir dünyaya (şehir hayatına) dönecektik. Ne yaman bir çelişki ki, köyde yaşayanlar şehri, şehirde yaşayanlar köyü özlüyordu.

Hey medeni dünya(!), gelişmiş dünya(!) yedin bitirdin bizi…

Toprağımızı kirlettin, suyumuzu kirlettin, havamızı kirlettin!

Teknolojin yere batsın. Boynun yere batsın. Yanın yere gele!

Töremeyesin (Gelişemeyesin)!

Beyninden vurulasın (Cep telefonunun mekanik salyası ağzında kuruya)

Nükleer santrallerin bata!

Lime lime eriyesin!

Ocağına incir ağacı dikile (Baz istasyonu kurula)

Al medeniyetini başına çarp!

Bana köyümü, toprağımı, suyumu, ışkınımı, şifalı ollarımı, toprak evimi geri ver!

Eve vardığımda, beklediğim gibi annem bana çok kızdı. “Keşke” dedi, “Ayağın kırılaydı da, gelemeyeydin!”.

“Eşgın toplamak senin neyine”

“O dağlarda senin ne işin var”

“Ben sana gitme, demedim mi?”

Ekibin işi bitmişti. Şimdi evlerinde eşgınlarını yiyorlar, doya doya… Ben ise ertesi günü; yorgun, bitkin, yüzleri ve elleri yanmış, yara bere içinde; Karlık Dağları’nda yenilenen hücrelerimi öldürmek üzere, ciğerlerimde depolanan temiz havayı kirletmek üzere, gözlerimin içinde sakladığım yeşil rengi karaya çevirmek üzere,

narpuz ve eşgınların midemde sağladığı vitaminleri katreye dönü〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentIDştürmek üzere,

kahrolası bilgisayarın, radyasyon saçan ekranının karşısına geçmek ve o mekanik tuşlara basmak zorundaydım.