Hititçe ve Göktürkçe Düşlerim Çoktur, Osmanlıca Hayallerim Başkadır

Recaizade Mahmud Ekrem, 19. yüzyıl sonlarında ‘Araba Sevdası’ eserini yazdığında, edebiyat dünyasına ilk realist romanı kazandırmakla birlikte, söz konusu eserin baş kahramanıyla toplumun uygarlaşma çabaları yolundaki içsel çelişkilerini ve tutarsızlıklarını da sunmuş oldu.

Söz konusu baş kahramanımız, kendi coğrafyasının kültürel birikiminden bihaber olan, dahası bu kültürel birikimi kendi bakış açısıyla geri kalmışlık olarak yorumlayan, alafrangalığa fazlaca özenerek gelişmişliği ve medenileşmeyi ise batılı değerlere hayranlık olarak algılayan, bu yüzden İstanbul’da Taksim’in köşelerinde yarı Türkçe yarı Fransızca, (yani halk dilinde Tarzanca) olarak nitelendirilebilecek bir konuşma tarzıyla uygarlık taslamaya kalkışan, konuştuğunu karşındakilere anlatamadığı gibi aslında kendi bile ne konuştuğunu anlamayan Bihruz Bey’dir.

Şimdi aradan bir asrı aşkın süre geçti. Bihruz Bey, muhtelif kütüphanelerin tozlu raflarında bir yerlere sıkıştırılmaya layık görülen Araba Sevdası’nın sararmış sayfalarında çoktan unutulup gitti, Recaizade Mahmud Ekrem ise Kandilli Mezarlığı’nda Osmanlıca olarak Hüve’l Baki yazıldı. Ama Araba Sevdası’na konu olan toplumsal eğilimler özünden bir şey kaybetmeden bazı farklı sevdalara bürünerek günümüze değin ulaştı.

Zira, Araba Sevdası bize bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Acaba Bihruz Bey aramızdan biri olabilir mi? Evet öyle, çünkü Recaizade Mahmud Ekrem’in toplumsal analizi rotasını hiç şaşmadı ve tarih hiç usanmadan kendine Yeni Bihruz Beyler yarattı. Yüz yıl öncenin gündelik yaşamında Bonjour ve Revoir gibi sözler kullanmak uygarlaşma sayılırken bugün yeni Bihruz Bey’lerimizce Hello, Bye – Bye gibi sözcükler Türkçenin arasına sıkıştırılarak uygarlaşma sayılmaya başlandı. İstiklal Caddesi’nin ortalarında sayılabilecek bir noktada Çiçek Pasajında Fransızca Cite De Pera yazılı kolonun hemen üstündeki zamanın bekçiliğini üstlenen saat zembereğinin seslerini hemen iki yanında bulunan heykellere fısıldarken, o heykeller zamanındaki Bihruz Bey gibi kim bilir kaç kişinin, biraz o dilden biraz bu dilden karmaşık biçimde konuştuklarını, bir de bunu uygarlaşma saydıklarını sükûnetle gözlemlediler.

Antik Anadolu dilleri ve uygarlığın tohumları

Şimdi rotamızı Bihruz Bey’den çok öncelere çevirelim ve uygarlık tohumlarını, gerek kendi öz değerlerimizin üzerine eğilerek gerekse Anadolu’muzun geçmişinin izini sürerek arayalım. Zira Anadolu toprakları dünyanın bugünkü uygarlık düzeyine erişimine köken oluşturmuş olan pek çok farklı medeniyete ev sahipliği yaptığı gibi bu medeniyetlerin kültürel zenginliklerinin de sahnesi oldu. Hitit, Luvi, Likya, Karya,…vb gibi medeniyetlerin söz konusu kültürel zenginlikleri yazıtların, kitabelerin, üzerlerine işledikleri lisanları aracılığıyla nesiller boyu aktarılarak belirli bir birikim düzeyine ulaştı ve bu birikim günümüze miras kaldı. Bazı yapısal özellikleri günümüzde bile tam olarak çözülememiş olan Hititçe, Luvice, Likya, Frig ve Karya dilleri gibi antik diller bugünkü uygarlık düzeyine erişimde ve söz konusu kültürel mirasın oluşumunda başat konumda oldular. Bu antik dillerin çözümlenmesi ve öğrenilmesi belki ağırlıkla dil bilimcilerin ilgi alanına giriyor olsa da, bu dillerin ve bu dillerle yaratılmış olan eserlerin varlığı, bu topraklardaki zenginliğin ve uygarlık tohumlarının da açık bir kanıtı olarak beliriyor. En basitinden bir kültürel gezide tarih meraklılarını selamlayan tarihi eserler veya örneğin bir doğa yürüyüşünde bir anda insanın karşısına çıkabilen arkeolojik bir yazıt, bu topraklardaki kültürel zenginliğin ve uygarlık tohumlarının timsalini oluşturuyorlar.

Konu elbette Anadolu medeniyetleri ile birlikte, Anadolu’ya ve günümüz Türkçesine katkısı olan eski dilleri de kapsayan geniş bir zeminde değerlendirilmeli. Zira örneğin şu anda Türkçedeki pek çok sözcüğün, Göktürkçeden (Köktürkçe) kazanılmış olduğunu da dikkate almak gerek. Bu durumda kendi dilimizdeki söz zenginliğini Göktürkçe gibi yine kendi değerlerimizde aramak ve de bu zemin üzerinde geliştirmek varken, niçin kendi geçmişinden bihaber bir kuşak yetişiyor?

Yakın geçmişin aynası: Osmanlı Türkçesi

Acaba Türkçeyi beğenmeyen Bihruz Bey Fransızcasıyla caka satmaya çalışırken, kendi dilinin zengin bir uygarlık birikimi olduğunu, döneminde konuşulmakta olan Osmanlı Türkçesi’nin ise yine başka dillerin etkisi altında kalmasıyla ortaya çıkmış olan kozmopolit bir dil olduğunun farkında mıydı? Zira aslında zamanında Türkçenin Arapça ve Farsça gibi yine başka dillerin etkisi altında kalmasıyla ortaya çıkmış olan Osmanlıca, günümüzde ölü diller sınıfında yer alıyor. Ancak Osmanlıca, her ne kadar Türkçenin başka dillerin ve kültürlerin etkisi altında kalmasıyla ortaya çıkmış olsa da, Osmanlı dönemindeki gündelik yaşamın ve olayların sırlarını taşıyor. Örneğin, detaylı bir toplumsal dönem sunumu yapan Araba Sevdası’nın orijinal metninin de Osmanlıca olması gibi. Bu açıdan Osmanlı Türkçesi biliyor olmak Osmanlı döneminin ve yaşamının tarzını kavrayabilmek ve sorgulayabilmek kadar geçmişten Osmanlı’ya ve Osmanlı’dan da günümüze Türkçenin evrim dinamiklerini yakalayabilmek açısından önem teşkil eden bir konu.

Ancak Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi eğitimi almak tarihin ve dilin diğer dillerle olan etkileşimsel yapısı gereği, politik ve bilimsel tartışmalara açık bir konu olarak gündeme geliyor. Ama şu anda burada Osmanlı Türkçesini ve Osmanlı Türkçesi eğitimi almayı, politik söylemlerden ve bilimsel tartışmalardan sıyrılarak, entelektüel söylemlerle ve tamamen kültürel kapsamda ele alalım. Bu açıdan hangi bakış açısına sahip olunursa olunsun, Osmanlı Türkçesi uzunca bir dönem boyunca bu coğrafyada kullanıldığı için o dönemdeki yaşamın sırlarını bünyesinde barındırıyor. Küçük kubbeli kütüphanelerin raflarında dizelenmiş ve bin bir emekle hazırlanmış el yazması eserler, dar ve Arnavut kaldırımlı sokakların köşelerindeki soluk benizli çeşmeler, artık mahalle aralarında kalmış olan ve uzun kesme sütunlarla gözlere ilişen eski mezar taşları, kim bilir hangi aşıkların hüznünü ve duygu yüklü satırlarını taşıyan sevda mektupları, şiirlerin melankolik mısraları, kan ve barut kokusunun sindiği cephe günlükleri, çeşitli Anadolu diyarlarının güzellikleriyle büyülenmiş seyyahların notları ve daha niceleri evvel zaman yaşamlarının gizemini taşıyor ve Osmanlı Türkçesi bu gizemli dünyanın kapılarını açan bir anahtar olarak ön plana çıkıyor.

Değerlerimizin zenginliğini fark etmek

Sonunda yine tilkinin kürkçü dükkanına dönmesi misali biz de dönüp dolaşıp artık çok klasikleşmiş olan ancak bir türlü özümsenemeyen bir söyleme ‘değerlerimize sahip çıkmak’ ifadesine erişiyoruz. Yabancı bir dil öğrenmek keyifli olduğu kadar dünya gündeminin takip edilmesi açısından da önemli bir konu. Ancak günümüzde pek çokları maalesef Bihruz Bey’e özenir durumdalar ve yabancı bir dili sırf yabancı dil olduğu için öğrenmekten ziyade, o yabancı dili kendi dilinin yerine yarım yamalak bir biçimde ikame etmek amaçlı ve işin en vahim tarafı da bunu da uygarlaşmaktan sayarak öğrenir hale gelinmiş.

Evet, belki Hitit ya da Luvi dili öğrenemeyiz. Göktürkçe kelimeler bilmeyi gereksiz bulabiliriz. Veya Osmanlı Türkçesi öğrenmeyi tarih kalıplarına sıkıştırılmış sıkıcı bir eylem olarak algılayabiliriz. Benzer nitelendirmeleri bu topraklar üzerinde konuşulmuş veya etkileri görülmüş pek çok ölü dil için de yapabiliriz. Ancak coğrafyamızın (artık ölü de olsalar) pek çok antik ve ölü dilin zenginliğini taşıdığını, günümüz Türkçesi’nin söz konusu geçmiş dönem dillerinin izlerinden evrilerek bugünkü düzeyine ulaştığını ve tüm bu zenginliklerin korunması gerekli olan bir kültür mirası olduğunun bilincinde olmak, uygarlaşmak ve değerlerimize sahip çıkmak konusunda önemli bir adım atılmasını sağlar. Zira o ölü ve antik diller düşler ve hayaller âleminde değil, kendi topraklarımızdalar. Ve bu açıdan evvel zamanların sevdalarının, dostluklarının, çatışmalarının, inançlarının, yaşayış tarzlarının ve daha nicelerinin izlerini yüklenmiş durumdular ve çağlar boyu nesilden nesile aktarılarak hayatımızın içine bir yerlerden sızarak, bir şekilde yeniden hayat buluyorlar. Anadolu’nun unutulmamayı dileyen diğer tüm zenginlikleri gibi bu zenginliği de unutulmaktan sıyrılabilirse ve yeni nesillerce kavranabilirse, toplumsal bilinçlilik düzeyi daha sağlam zeminlere oturabilir.

Bu açıdan durumu daha kapsamlı değerlendirebilmek adına Araba Sevdası eserini bulup okuyarak Bihruz Bey’i daha yakından tanımak başlangıç için faydalı bir adım olsa gerek.

Yazı: Türker Adakale