Gümüş Semti ve Gecekuşular Evi

30 Haziran 1947’de Cumhuriyet kenti Karabük’te doğdum. Demir – Çelik Fabrikaları içindeki dünyaya geldiğim tahta evler kümesini ve 1950 yılının ortalarında babaocağı Gümüş Semti’ne taşınma sürecini hayal meyal anımsıyorum.

Misak-i Milli’den Şehir’e doğru inen karayolunun Dolambat Sapağı’ndan görülen Gümüş Semti; adeta küçük bir Safranbolu maketi gibidir. Gümüş Köprüsü’ne kadar bu karayolunun eski ismi Hastanealtı, yeni ismi ise Kaya Erdem Caddesi’dir ve Gümüş Deresi ile Köprübaşı’nda kesişir, açı yaparak Beybağı’na doğru yükselir ve Çelik Gülersoy ismini taşır. Bu caddenin üstü İsmetpaşa Mahallesi’ni, altı Hüseyinçelebi Mahallesi’ni, Gümüş Okulu’nun altından Mescid’e doğru uzanan Gümüş Sokağı’nın Kilci Camisi’nden sonra altı ve üstü Hacıhalil Mahallesi’ni oluşturur.

Gümüş Semti’nde Deretarla, Kiremitlik, Beşgöz, Köprübaşı, Taşminare, Dibanoz kesimleri önemli tanımlama noktalarıdır. Deretarla, Bağlar’dan Şehir’e doğru inişte, eğimli ve kestirme bir geçiş alanıdır. Kiremitlik eskiden tuğla ve kiremit üretilen,  ocak ve harmanlarının bulunduğu yerdi. Bitişiğindeki Beşgöz, 1950’den sonra üst üste evlerle oluşmuş düzensiz bir yerleşimdir. Taşminare, aynı isimli tarihi camisiyle Gümüş Semti’nin simgesidir. Dibonoz, Deretarla yolu, Dik Kaldırım, Kanlıkaya, Poyralık gibi yolların kavşağındadır ve hamamı ile tanınır.

Köprübaşı ise Gümüş’ün küçük ancak çok işlevsel meydanı gibiydi bir zamanlar… İçinden aynı isimli dere akar. Suyun çağıltısı ve debisi her gelen yeni mevsimin muştusunu azalan ve çoğalan ezgileriyle seslendirir. Makaracı’nın, Hutub’un ve Muhtar Ahmet Gürer’in işlettiği üç kahve de çayla birlikte memleket gündemi de demlenirdi.

Bugün fiziken var iseler de o güzel insanlar ve hizmet ettiği semt sakinleri atlara binip gittiler. Bu sevimli semtin duvarları şimdi UNESCO’nun Dünya Mirası simge ve yazısıyla bezelidir.Özellikle Makaracı’nın Kahvesi, Demir Çelik Fabrikası’nda çalışan işçilerin vardiya arabasına inip bindikleri toplanma yeriydi. Karşısında güvercinlerin içinde ‘Hu’ çektikleri viran Haydarağa Tekkesi 1950’li yılların ortasına doğru yıkılmıştı.

3 Nisan 1937’de temellerini ebedi şefimiz ulu önder Atatürk’ün buyruğuyla Milli Şefimiz İsmet İnönü’nün attığı Demir Çelik Fabrikaları’nın efsane müessese müdürü Muhittin Erkan; fabrikadan itibaren Kılavuzlar – Bostanbükü – Tabakhane Deresi üzerinden Dereköy’e oradan da Köprübaşı’na kadar demiryolu hattı döşemek için bu alanı müessese adına satın almış ise de bu proje siyasi nedenlerle gerçekleşememiştir. Böylece talih kuşu bir kez daha Hastarla’dan sonra Safranbolu’nun, dolayısıyla Gümüş’ün başına konamamıştır.

Safranbolu’ya elektriğin geldiği 1949 yılına değin dereden elektrik üreten ve radyo bataryalarının dolumunu yapan Değirmencilerin dükkânını ve Çağlayan Gazinosu’nu da artık görmek olası değildir.

Köprübaşı’ndaki ahşap minareli cami Kaba Softa ismini taşır. Caminin tam karşısında ve yolun altında içeri doğru evrilen sokağın başındaki Mumcuların Evi’nde çakılı bir sokak levhası vardır. Biraz gizemlidir ve merak uyandırıcıdır.

Bu sokak ‘Gecekuşu Geçidi’dir.’ Geçit ve aralık dar, kestirme bir geçiş olanağı veren ilginç bir sokak çeşididir. Sokağa ismini veren Gecekuşu benim büyükbabamdır.

Aile büyüklerimden babaannem (Zehra Kuş) dışında (1892 – 12 / 3 / 1947), babamı (Hüseyin Kuş 1915 – 1968), amcamı (Ömer Kuş 1919 – 1988), halamı (1926 – 2006), büyükbabamı (İsmail Kuş 1888 – 1965); annemi (Emine Kuş), dedemi (Aziz Mat 1890 – 1974), ninemi (Azime Mat 1900 – 1983) iki üst soyumu gördüm. Annem de (1927 – 2011)  yakın bir geçmişte yaşama veda ettiler. İki alt soyumu da görebilmek nasip oldu. Şükürler olsun.

Büyükbabam İsmail Kuş Gayza Köyü eteklerinde kireç ocağı işletirmiş. 1942 yılında Deretarla Taş 0cağı’nı satın aldıktan sonra kireççiliği bırakmış. Bu işi akrabası baba – oğul Hüseyin Özer’lere devretmiş. Kaya kireç, inşaatlarda sandık harcı yapılarak sıva işlerinde bağlayıcı; dericilikte tüy dökücü olarak kullanılan bir kimyasal maddedir. Aile lakabı büyükbabasından dolayı Müezzinoğlu olmasına karşın; geceleri kireç üretmesi ve az uyuması, çok çalışmasından dolayı ‘Gecekuşu’ gibisin denildiği için bu lakapla özdeşleşmiş; soyadı yasası ile de ‘Kuş’ soy ismini almış, nüfus kayıtlarına göre büyükbabası Yeniceli Osman;  Tokatlı Köylü Muezzinoğlu’nun damadı olmuş;  Osman’ın, Ömer, Mehmet ve Emin isimli çocuklarından hayatta kalan Ömer’in oğlu olarak 1884 yılında doğmuş. 15 yaşında babasını yitirmiş.

Büyükbabamın Deretarla’da taş ocağı, kahve ve kulübesi vardı. Orta boylu idi ve çok az konuşurdu. Taş ocağında lağım dediği dinamit kullanırdı ve sesi az çıkan lağım için çok iş görür; sesi çok çıkan lağım ise az iş görür derdi. Az konuşmasının nedeni de buydu. Çünkü konuşmakla yitirecek zamanı yoktu.

Bu geçitteki ikinci ev Bankacılar Evi diye bilinir. Sahibi Taşatar oğlunun kızı Hatice Hanım,  eşi Ziraat Bankası Müdürü Ali Rıza Tansu (1927’de Cide’de vefat etmiştir)  ve çocukları öğretmen Seniha Tansu, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kurucusu Albay İsmail Lütfü Tansu ve İKA Haber Ajansı sahibi Gazeteci Ziya Tansu’dur.

Büyükbabam bu evin bitişiğindeki evi,  Karaelmaslar’dan 1925 yılında satın almış,  lakabımız Gecekuşu’dan dolayı ev ve sokak bu isimle tanınır ve anılır olmuş. Geçit o kadar dardır ki ‘Eşekgeçmez’ deyimi cuk oturur.

Evimiz 160 metrekarelik arsanın üzerinde 9 x 9 metre kare planlıdır. Alt kat taş duvarlı, üst kat ise ahşap çatkılı ve yeydanalar arasındaki dolgu sıvanmadığı için geleneksel Safranbolu ev dokusunu yansıtır. Arsanın gerisi de bahçe ve samanlık biçiminde tasarlanmıştır. Samanlık 10 yıl önce çöktüğünden günümüze ulaşamadı. Gecekuşu Geçidi’nden bakıldığında iki katlı gibi algılanmakta ise de hayatın bir bölümü ile ahır kot farkından dolayı yarım kat kadar daha aşağıdadır. Çift kanatlı kapıdan girilen hayat bölümü kademelidir. İlk kademe, girişte kesme taşlarla kaplı; sağında üst kata çıkmak için taş basamaklar, kare biçiminde ayakkabılık ve 90 derece açılı ahşap merdivenlerin bulunduğu düz zemindir. Buranın sol tarafı 50 cm aşağıda toprak zeminli ve bahçe kapısı genişliğinde dikine yerleştirilmiş kesme taşlarla ikinci kademeyi oluşturur.

Bahçe kapısının yanında bahna ve üzerindeki balta yontusu glisteler buranın ışık almasını ve ahıra sürekli hava akımını sağlar. Bahnanın ön tarafındaki, dikey 10 x 10 cm ahşap direkler odun korlarını oluşturur. Büyükbabam ayıkulaklı odunlarla bu korları dolu tutardı. Bu katta biri büyük, diğeri küçük ikişer pencereli oda tavanı basık olduğu için kışın kullanıma uygundu. Büyük olan oda sedirli, ocaklı, yüklük ve gusülhaneli, sergen ve çiçekliği ile çok işlevseldi. Manzara olarak karşımıza gelen görkemli devlet hastanesini, hastane altındaki bayırda bayılan tomruk kamyonlarını, burunlu otobüsleri; Playmut, Dodge, Desoto taksiler ile Demir Çelik’in vardiya arabalarını izlemek çok keyifli idi. Komşu çocukları ile çıkan, inen vasıtaların sesi ve markası için bahse girerdik; en çok belediyenin Magurus’u bilinirdi. Bu arada en çok bozulanda Gökmen’in kullandığı Alfa Romeo idi. Bitişikteki küçük oda ise genellikle ahır ve bahçe ile ilintili malzemelerin deposu olarak kullanılırdı.

Üst katta üç pencereli çardağın etrafında üç oda, aynı bölümde bir abdestlik ve tuvalet bulunmakla birlikte geniş çardağın pencerelerin önündeki ahşap ambar ise yükseltilmiş sedire benzerdi. Merdiven başındaki su güğümleri için dar uzun alan temel duvarlarının bittiği yerdi ve trabzan görevi de görürdü. Kalaylı güğümlere ve abdestlikteki ibriğe su doldurmak mahalle çeşmesine çok yakın olduğumuz için bir şanstı. Elli metre uzağımızdaki çeşmeyi, zamanın tahrirat kâtibi Eyüp Bey’in katkısı; komşumuz Mehmet Barba’nın 1945 yılında yaptığını bu yayın nedeniyle Fikriye Barba Hanım’dan öğrendim. Eski insanların gösterişsiz ve karşılıksız hizmetleri her türlü övgüye değerdir. Ancak bu çeşmenin bugün suyu akmamaktadır. ‘Sahibi hayrül hayratı, afiyetle iç bu hayatı’ sözcüğündeki değer ve hikmeti anlamaktan yoksunuz. Özdeyişler boşuna söylenmemiştir. ‘Sakla samanı gelir zamanı’ diye… Günün birinde çeşmelerin suya özlemi diner herhalde…

Her ne halse, evin üst katındaki odaların kapı ve dolap doğramaları, tavan tahtaları bugün dahi pırıl pırıldır. Ortadaki oda diğerlerine göre daha büyüktür ve üç pencerelidir. Diğerleri ise ikişer pencerelidir. Orta odada ceviz bir konsol ve tavanında yıldız bezemesi vardır. Bu yıldız bahçeye bakan diğer odada daha küçük boyutluydu. Evdeki ahşap üzerine metal işlemeli kapı kolları ve porselen abdestlik kapısı tutamağı döneminin güzel bir tanığı idi. Başımızın gözümüzün sadakası ve eve göz kulak olsun diye oturtturduğumuz gariban kiracımızın bu parçalar aşırı ilgisini çekmiş olmalı ki bugün yerinde yeller esmektedir. Sağlık olsun.

Barba’nın Çeşmesi’nin filkesi ve akmayan suyu; bizim kapı aksesuarları yeni hemşerilerimizin ‘Şehirde Yaşamak Kolay, Şehirli Olmak Zor’ söyleminin doğruluğuna omuz verdiklerini kanıtlıyor… Görünen köy kılavuz istemez. Bu evde 1950 – 1952 yılları arasında oturduk. 1968 -1979 yılları arasında bir iki kez oturmak nasip oldu.

Büyükbabam 1955 yılında evlendi. Bu evin ve işletmekte olduğu taş ocağının ½’sini yeni eşine verdi. Bizde kiraya çıkmak zorunda kaldık. Yeni mahallemiz İsmetpaşa oldu; oturduğumuz evde Köprübaşı’nda Köleoğlu’nun tek katlı eviydi. Haydarağa Tekkesi, Makaracı’nın Kahvesi yanı başımızda idi. Bütün taşıtlar önümüzdeki o zamanki tek köprüden geçiyordu. Ama ‘attan inip merkebe binmiştik.’ Kısa bir süre sonra babam Hüseyinçelebi Mahallesi’nin Gümüş Sokağı’nda dört bin liraya eski bir ev satın aldı.

Taşındığımız yeni evimiz Gümüş Okulu’na çok yakındı. Karaosmanlar, Hacıömerler, Boyacılar ve Ganiler en yakın komşularımızdı. Büyük bahçe içinde ve önünden Şehir’e inen taşıtlar geçiyordu. Sokağa sıfır konumdaki evimizin cinli perili diye bir söylentisi vardı. Cin – peri işini Araç ve Kastamonu’da ‘Molla Altıkulaç’ diye tanınan dedeme duyurduk. Dedem Safranbolu’ya geldi. Mürekkep yalamış yol yordam bilen nur yüzlü bir insandı. Evde mahalle halkına mevlit okuyarak komşularımızın ve bizim tedirginliğimize son verdi. Üstüne üstlük sağlıklı beslenebilmemiz için bize bir de inek getirmişti. Sürekli süt ve yoğurt ihtiyacımızın karşılanmasına vesile oldu. Hergeleci İbrahim Ağa’nın güttüğü sürüde artık bizimde ‘Şafak’ isimli bir ineğimiz vardı.

Aslında bu evin tasarımın da bir çarpıklık vardı. 1930’lu yıllarda Belediye Başkanlığı’na vekâlet eden Dedeoğlu Rıfat Bey, yolu genişletmek amacıyla birçok evin yola taşan payandalarını ve çıkmalarını kestirmiş; bizim evde bundan nasibini almış. Karşımızdaki Karaosmanlar Evi’nin heykeltıraş elinden çıkmış şekli yola taşan evlere göre yapıldığından bugün baktığımızda bu boşluk kolayca görülebilir. Kesilen çıkma yüzünden zaten 3 odası bulunan evin kullanıma uygun iki odası da ne kare ne dikdörtgen biçimindeydi. Serdiğimiz halı ve kilim çok komik görüntüler oluşturuyordu. Hiçbir odasında tavan, sedir, sergen, çiçeklik, oyma, yüklük, gusülhane bulunmuyordu. Yeni evimiz kullanışsız ama çok yoğun bir mahalle yaşamı içindeydi.

Başımızda büyükbaba ve büyükanne yoktu ama çok iyi bir sosyal çevremiz vardı. Komşularımızdan her şeyin doğrusunu görerek ve işiterek gözlemledik. Hacı Ömer’in eşi Hıfsiye Anne, Karaosmanlar’ın Saide Hanım, Ganilerin Zehra Anne, Boyacıların Ayşe ve Raziye Teyzeler, Hancıların Fatma Teyze, Osmanefendilerin Hayriye Teyze, Dilsizlerin Mutiye ve Hatice Hanım bizi akrabaları gibi benimsediler. Uyum sorunu yaşamadık. Annemin çocukluğu İstanbul ve İzmir’de geçmişti. Bununda etkisi vardı.

Gümüş sokağındaki bu eksantrik evi aldığımız yıllarda mahallede bir hayli popüler olmuştuk. Bize bitişik iki evdeki komşularımızın lakabı Pireler ve Sinekler idi. Bir alt komşumuz da Hancılar’dı. Biz ‘Kuşlar’ gelince adeta kare tamamlandı. Sinekler, Pireler, Kuşlar, Hancılar diye… Şehir’de de polis, noter, posta kutusu, Katipoğlu gibi dört sözcüğün tavla oynarken söylendiğini değerli büyüğüm Hâkim Ayhan Özen’den son yıllarda duydum. Güzel bir rastlantı…

Biz 6 kişilik bir aile olduğumuzdan babam hayat bölümüne iki oda daha yaptırdı, biraz ferahladık ise de her yıl bahçe duvarı, bahçe aktarması, tura düzenlemesi yapıyorduk. Bu nedenle harç karmasını, kerpiç kesmesini öğrenmek zorundaydım. Çünkü evin tek erkek çocuğuydum ve diğer üç kardeşim kızdı.

1956 yılında büyükbabam sünnetimin Gecekuşu Sokağı’ndaki evde yapılmasını üstlendi ve bana Nacar marka cep saatini hediye etti. Tüttürdüğüm ilk ve son sigara da tembihini tuttum. Bu nedenle yaşamımda bir daha sigara içmedim.

Yıllarca bu yeni aldığımız cinli – perili, geometrisi şaşmış evi yaşanır hale kılmak için babam çok çaba harcadı. Kısa zamanda oturulur hale dönüştürdü. 1963 yılında Gecekuşu Sokağı’ndaki evin ½’sini üvey annesinden geri satın aldı. Babam Tabakhane’de debbağ Zühtü Zeren’in yanında kalfa çıkmış, daha sonra da Demir Çelik Fabrikaları’na girmiş posta başı olmuş. Evcimen ve munis bir insandı. İsmet Paşa hayranlığı ona fabrikadaki iş yaşamında sıkıntılar verirdi. Birkaç kez iş akdinin kesilmesi söz konusu oldu. 03 / 02 / 1968 tarihinde emekliliğine altı ay kala ve 53 yaşında bir daha geri dönmemek üzere aramızdan ayrıldı.

Bu sıralarda 2 kız kardeşim evlenmiş, bende yüksek öğrenim için İstanbul’da bulunuyordum ve son sınıftaydım. Annem ise öğretmen olan kız kardeşimin görev yaptığı köyde idi. 1968’den sonra bu evde hiç oturmadık. Gecekuşu’ndan (İsmail Kuş) sonra Babakuş’ta (Hüseyin Kuş) sonsuzluğa uçmuştu. Yeniden Gecekuşu Sokağı’ndaki eve taşındık.

Komşularımız çok iyi insanlardı. Giderek azalmışlardı ve 1979 yılında evin temelinde bir çökme oldu. Onarım için komşumuzun bahçesinden yararlanmak gerekiyordu. Önüme çıkarılan bütün zorluklara rağmen yapımını gerçekleştirdim. Bu nedenle taş yerine zorunlu olarak kısmen beton kullanıldı. Artık komşuluk ilişkimizi sürdürecek kimse kalmamıştı. Önce kiracı, daha sonraları konut sahibi olarak yaşamımı kışın Yeni Mahalle’de yazın Köyiçi’nde sürdürüyorum.

Sık sık eski evlerimizin önünden geçmek bana anılarımı anımsatıyor. Üç sene önce de (2007) kendi olanaklarımla çatısını ve bahçe duvarını sağlıklaştırdım. Şu anda oturulmuyor. Kara kapakları çekilmiş, kapısına asma kilit vurulmuş durumda.

1999 yılında kurduğum Safranbolu Araştırma Merkezi’nde bulunan kitap, dergi, diapozitif, afiş, siyah – beyaz fotoğraf ve diğer eşyalarımı bu ev içerisinde sergilemek üzere müze eve dönüştürebilmek ya da bu amacı gerçekleştirmek koşuluyla bir kuruma (Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi) bağışlamak gibi bir beklentim var. Ya nasip…

Babamın ölümüyle kapısına kilit vurduğumuz Gümüş Semti’ndeki 40 yıldır boş diğer evimizi ise restorasyon yapması karşılığı mülkiyetini babamın ismini taşıyan yeğenimize bedelsiz olarak devrettik. Ancak 10 yıldır bu dileğimiz gerçekleşmediği gibi; sahipsizdir. Yasal olarak elimden bir şey gelmiyor. Bu evin önünden geçerken yüreğim yanıyor. Gözüm kararıyor.

Safranbolu’da dört mevsim kendine özgü yaşanırdı. İlkbaharda Bağlar’a; sonbaharda Şehir’e göç tek devinim biçimiydi.  Bugün yaşantımızı çok yaygınlaşan iletişim araçları şekillendiriyor. Eskiden ise değerlerimizin izinde yaşantımızı düzenliyorduk. Ortak iletişim organı Ankara ve İstanbul istasyonlarını alan lambalı radyolardı. Birde nadiren varsıl ailelerde bulunan telefon.

Şimdi ise cep telefonları yaşantıyı değiştirdi. Eskiden yüz yüze kurulan ilişkiler ya da mektupla sağlanan iletişim unutuldu. Bu nedenle eskiden insanın yaşayarak oluşturduğu folklorik (halk bilimi) ürünleri anlatılmakla bitmez tükenmez bir hazinedir.

Örneğin uzun kış gecelerinde ikram ve eğlence somut ve soyut kültürel mirasın ürünleriyle sürdürülürdü. Misafire sunulan ya da tüketilen elma, kiren, dut kurusu, elma, armut, ayva, pestil, ceviz içi, kiren ve erik suyu; kavurgalık mısır hemen herkesin evinde bulunurdu.

Kışın bükme çektirilmesi ve göbü, yayım, tarhana çorbası için olmazsa olmaz sahınlara basılmış kuru kıyma ya da kavurma yaşamımızın enerji kaynağı idi. ‘Soğuk İğne Deliğinden Bile Geçer, Ancak Kapıdan Çıkmaz’ öğüdüne göre kışın sıkı giyinmek şarttı. Süm süm mes, mest-lastik, ellik (eldiven), atkı, palto, pazen don, örme başlık, yün çorap yediden yetmişe ortak giysilerdi. Bu öğüde kulak vermeyenlerin ve hasta olanların sırtına şişe çekilir, kare (pencere pencere) tentürdiyot sürülürdü. Kurşun dökmek nazara, kafa yarılmış ‘bekmez akmışsa (kanamışsa)’ çiğnenmiş ekmek ve tütün basmak yaygın tedavi şekliydi.

Uzun kış gecelerinde yüzük oyunu, sessiz sinema, matal satma (bilmece – bulmaca), telsiz telefon, el üstünde kimin eli var, eşekçi – sopacı en fazla oynanan oyunlardı. Sıralar ise daha özenli bir eğlence ve ağırlama biçimiydi. Dondurma ve karlı pekmez yapmak için kristalize olmuş kar gerekirdi. Kışın, gece ve gündüz kayığa (kızak) binilecek yerler farklıydı. Biz Gümüş’te gündüz: Gümüş Tepesi eteğini, Cimbek Aralığı’nı, Gebedek Aralığı’nı, Ateşağa Tarlası’nı; Geceleri ise Hastanealtı’nı yeğlerdik. Kızağın iyi kayması için altına ceviz sürülürdü. Kayma sırasında öndekini yakalayıp kucağa almak önemliydi. Merdivene ise yetişkin, genç, çoluk çocuk birlikte binilirdi. Kayığa binilen yerde yapılan tümsekler müthiş keyif verirdi. Kartopu oyunu kuralına uygun oynandığında zevkli, içine taş konulduğunda tehlikeli idi. Kardan adam fazla kar yağdığında yapılırdı.

İlkbahar, yaz ve sonbahar genelde çok çeşitli eğlencelerle geçirilirdi. Derede yüzmek, futbol oynamak, met – çelik oynamak, bisiklete binmek, sinemaya gitmek, gelin alma taşıtına urgan germek, sünnet olmak (cigara tüttürmek), Ergüllü Baba’ya ve Göveren Türbesi’ne gitmek, Samanyimez – Muşuksıddık’tan olmazsa mahalle hocasından dini ders almak, buz gibi Bağlar Gazozu içmek, Tabakhane’den, Kaçak’dan, Fesleğen’den soğuk su doldurmak, uçurtma uçurmak, bilya ile kafa karış, tombi, çakanak, esir alma, çizgi, hane, kuyu, beştaş, istop, hırsız – polis, komen eller yukarı, uzuneşek, bildirbil oynamak, yağmur duasına çıkmak, topaç ve çember çevirmek, dut silkelemek, bostan sulamak gibi eylemlerle çokta hareketli geçerdi. Gene bu mevsimlerde bireysel beceriler de eyleme dönüşürdü. Cevizlere su yürüyünce, düdük – zipçik kaval yapmak, tel araba, ok – yay, bilyalı kaykay, kâğıt şapka, suda yüzdürülen kayık, tahta bıçak, uçurtma, kibritten terazi, atacak (sapan) yapımı gibi.

Kızlar ise evcilik, seksek, al satarım bal satarım, çizgi, yakartop, ip atlama, fala bakmak gibi oyunları oynarlardı. Oyunlara başlamak için avuç içine bir nesne konur, tek mi çift mi diye sorulur;  bu soruya doğru yanıt veren oyuna başlardı. Açık alanda ise küçük bir taşa tükürülür ve havaya atılırken ‘Yaş mı kuru mu’ sorulurdu. Dediği seçenek tutan oyuna başlamaya hak kazanırdı.

‘Her Horoz Kendi Çöplüğünde Öter’ misali Gümüş’te oyun alanları okulun bahçesi, Kayıkçı’nın Tarlası, Gebedek Bahçesi, Taşminare önü, Dibanoz Meydanı, Köprübaşı ve Gümüş tepesiydi. Fesleğen, Çağlayan, Yıldırım, Değirmenönü; Gümüş Deresi boyunca önce ‘köpek yüzgücünün’ ardından ‘kulaç’ stilinin öğrenildiği yüzme yerleriydi.

Gümüş’te hındap (hünnap), iğde, hurma ve nar ağaçları olan bahçelerden sahibine söylemek koşuluyla bu meyveler yenebilirdi. Ancak yolmadan ve dal kırmadan… Karşılığında bizde komşumuzun bir işini, ricasını yerine getirirdik. Hiçbir şey yapamazsak elini öperdik. ‘Mütcülük’, ‘Elden gel’, ‘Ananın memesi tek mi?’ ise çocukların kendi aralarında süregelen eylem ve söylem biçimiydi.

En güzel gün ve ay milli – dini bayrama rastlayan zamandı. Bayram demek yeni ayakkabı, elbise, çorap ve mendil sahibi olmak, bahşiş toplamak, burgulu yalamalı şeker yemek, kader çekmek, şilley biriktirmek, alt – üst oynamak, kova içindeki suya ve eğik eleğe para atmak, Topal Hamdi’den yaprak şeker almak, mantar tabancasında mantar patlatmak, şeritli çatapat tabancası almak, salıncağa binmek, Karagöz – Hacivat ve cambaz seyretmek, Karabük’e sinemaya gitmek, izci kıyafeti giymek, milli bayramlarda Kale’de şiir okumak, albayrak irmazan manisi eşliğinde bahşiş toplamak, fener alayına çıkmak, davul – zurna dinlemek, mevlitte gül suyu serpilmek ve mevlitte ekmek – simit alınca koltuk altına koymanın mutluluğunu yaşamak, mezarlığa ziyarete ve bayram namazına gitmek, kurban kesmek, hamama gitmek, saç traşı olmak sonuçta para harcamak gibi uçsuz bucaksız; gamsız gasavetsiz bir hayal âleminde yaşamaktı. Bayramlar kışa rastladığı vakit Şehir’de, Aşağı Çarşı’da; yaza rastladığında da Köyiçi Ciğertarlası’nda ya da Arslanlar’da yapılırdı.

Topal Küpçü, Altıparmak ve Tevfik her türlü bayramlık oyuncak ile diğerlerini satarlardı. Çerliston’un kurduğu dönme dolabı ben görmedim. Bir ara Kıranköy’de, Arslanlar’da cambaz çadırı kuran Boncuk Ömer söylediği tekerlemeler ve gösterisi ile herkesi cambazlığa öykündürürdü. Boncuk Ömer tipini Sadri Alışık yıllar sonra  ‘Turist Ömer’ şekline dönüştürdü.

Çok renkli, başarılı ve güzel anılarla dolu ilk ve ortaöğrenim dönemi yaşadım. Gümüş İlkokulu’na 1953 yılında başladım. Annem okula bizi o kadar özenli giydirerek gönderiyordu ki ‘temiz ikizler’ diye bellenmiştik. Çünkü bir kız ikizim vardı. Mendil, tırnak, bit, pire, sirke muayenesinde bir sorun yaşamıyorduk. Öğretmenimiz Übeyde Özkan ve sonra Nezihe Aycan Kadıoğlu bizleri çalışkan, dürüst bir Cumhuriyet bireyi olarak yetiştirdiler. Özellikle and içme ve İstiklal Marşı törenlerinde, ulusal bayramlarda ve yerli malı, tutum haftalarında özdeğerlerimize göre bizleri bilinçlendirdiler. Bunun ilerde çok yararını gördüm.

Okul yaşamımız ise bir alemdi. Çünkü ‘Çarşı her şeye karşı’ söylemiyle özdeşleşmiş Kalealtı Okulu öğrencileri bu okulun sık sık onarıma girmesi yüzünden bizim Gümüş’e ve okulumuza gelirlerdi. Okula başladığım 1953 yılında ilk kez bir uygulama yapılmış. Gümüş ve Kalealtı Okulu başöğretmenleri kayıt sırasında Çarşı’da oturan çocuklara ve velilerine Gümüş – Kalealtı arasında okul seçme hakkını tanımışlar. Bu nedenle Aşçı Ali’nin oğlu Mehmet Savun, Kaymakamlar Evi’nde toptan gıda işi yapan Ömer Semiz’in oğlu Ahmet Semiz, Emin Yalman ve eşim Zehra Gümüş İlkokulu’nu seçmişler. Böylece yıllarca süren dostluklara ve hayat arkadaşlığına vesile oldu bu uygulama, Kalealtı Okulu’nun sık sık onarıma girmesi yüzünden. Kalealtı‘ndan geçici olarak gelen öğrenciler genellikle 4. ve 5. sınıf öğrencileriydi ve her şeye ‘maydanoz’ olurlardı. Omuz atarlar, çelme takarlardı ve ‘Gümüç – kömüş’ yakıştırması yaparlardı. Abilerimiz ‘Kalealtı – Çürükkalem’ sözüyle yanıt verirlerdi. Daha sonra dörtlük şeklinde atışmalar her gün karşılıklı yinelenirdi.

‘İki sekiz onaltı

Meskenimiz Kalealtı

Lastik gibi uzarız

Gümüc’ün fiyakasını bozarız.’

 ………………………………………

‘Kale kaleye bakar

Kale’den seller akar.

Kalealtı dururken

Gümüc’e kim bakar.’

  ………………………………………

‘Kalealtı’nı görünce

Gümüc’ün aklı çıkar.’

………………………………….

‘Elli elli yüz, biz Gümüclüyüz

Tahtadan tüfeng

Davar b.kundan saçma,

Sıkıysa gümüşten kaçma

Elli elli yüz, biz Gümüclüyüz.’

Ortaöğretim çağında ise belediye otobüsünde yer kapmak, kafadan şapka düşürmek, lastik kravatı aşağıya çekmek, Çınar Sineması’nda kışın sobanın arkasında yer kapmak ve mahalle maçlarına yoğunlaşmak gibi hareketler gözlenirdi.

Doğanspor – Gençlik arasındaki ayrışmaya, Çarşı’da çalışan çırak, kalfa ya da iş sahibi olan gençler ile Karabük’ten devşirilen oyuncularda katılırdı. Zonguldak Amatör Küme’de bu nedenle her iki takımda yıllarca bir üst kümeye yükselemediler.

Sevinçleri ve hüzünleri birlikte yaşadığımız, paylaştığımız evlerimizin bulunduğu Hüseyinçelebi Mahallesi ile Gümüş Semti’nin bitişik İsmetpaşa Mahallesi’ndeki komşularımızı lakaplarıyla ve bildiğim kadarıyla anımsatmak istiyorum.

İsmetpaşa Mahallesi Deretarla Sokağı’ndaki komşularımız:

Motorcular – Sayarlar – Paşacıklar – Gadartalılar – Köleoğlu – Makaracılar –   Pastırmacılar – Muhiddin Onbaşılar – Değirmenciler – Balıklar – Hutuplar – Finovlar – Gülmemetler – Değirmenci Onbaşılar – Bakırlar – Ataefendiler.

Beşgöz Sokağı’ndaki komşularımız:

Sınduklulular – Armalılar – Kasapoğlu – Sucusüleymanlar – Hakkıefendiler – Delibiladerler – Kalenderler – Ayımahmutlar – Araplar – Çakıroğlu – Dökmeciler – Kenanlar – Çakaloğlu – Kapsüller – Biberler – Üzümcüoğlu – Deliceliler – Mehmet Lüfer.

Gümüş Sokağı’ndaki komşularımız:

Uzunhatıplar / Hacıniyaziler –Kavsalar – Aynacılar – Küpeliler – Mollaveliler – Takabisler – Yapıcı Bekirustalar.

Hüseyinçelebi Mahallesi Taş Minare Sokağı’ndaki komşularımız:

Osmanpaşalar – Dedeler – Sivişler – Kuzgunlar – Sandıkçılar – Haytalar – Delinazifler – Köseler – Bölükaslar – Ercepler – Kapancılar – Kalburlar – Terziler – Keşliler – Tanakoğlu / Barbalar – Kalaycılar – Karaelmaslar – Şemsiler – Ganiler – Nalbant Mustafa – Hancılar – Osmanefendiler – Gökmemetler – Çolaklar – Kahveciahmetler – Tütüncüömerler – Kocagözbekirler – Deli Cemalettin – Gebedekler – Menovlar – Halimeler – Müdürağalar – Akıllılar – Şemsiler – Köçekler – Mismisler – Küllüfadimler.

Dibonoz Sokağı’ndaki komşularımız:

Kavuşturucular – Sancaktarlar – Abalılar – Bekirustalar – Akçaoğlu – Yalamalar – Semerciler – Sarıahmetoğlu – Pilavcılar.

İzzetpaşa Mahallesi Dış Kalealtı Sokağı’nın Dibanoz’a yakın komşularımız:  Değirmencioğlu – G.tübüyükler – Hamamcılar – Dimiciler.

Cilbir Sokağı’ndaki komşularımız:

Cilbirler – Güdükler – Şahnalar – Orhaylılar – Çulcualiler – Cimbekler – Dedeler – Direndefiller – KelMuharrem.

Gümüş Sokağı’ndaki komşularımız:

Ganiler – Pireler – (Kuşlar) – Sinekler – Şemsiyeci Niyazi – Tahsin Çavuş – Hamzalar – Dilsizler – Kuyumcu Sabriler – Kel Müderisler – Aslanbekirler – Türüdiler – Mıhçılar – Karaosmanlar – Boyacılar – Karnıkabalar – Kilciler – Nazalılar.

Hacı Halil Mahallesi’nin Gümüş Sokak’a yakın komşularımız:

Müezzinler – Gökçüler – Hasanimamlar – Tarakçılar – Bostanlar / Raşitler – Konaklar – Katilosmanlar – Eminbeyler – Hacınesimiler – Binbaşılar – Kesimler – Ateşağalar – Hacizler – Tombuşlar – Çelebiler / Hacırasıhlar.

Hacı Halil Mahallesi’nin Çuhadar Sokağı’ndaki komşularımız:

Hacıömerler – Küpçüler – Küpeliler – Kirtdenler – Araplar

Yüz yaşına merdiven dayamış iki komşumuz

Kaymakamlığımızca bu kitapta evlerini ve yaşam biçimini yazmalarını dilediğimiz hemşerilerimiz içinde iki değerli büyüğüm Sayın İsmail Lütfü Tansu ile Sayın Ali Rıza Değirmencioğlu’da bulunuyordu. Sayın Tansu 1917, Sayın Değermencioğlu ise 1919 doğumludur. Anımsandıkları için mutlu olduklarını bildirdiler. Her iki hemşerimiz kahraman ordumuzda albay olarak görev yapmışlardı.

Kısa öz geçmişini bildiren Sayın Değirmencioğlu görevi gereği çocuk yaşta Safranbolu’dan ayrıldığı için; babam ve amcamla kurduğu arkadaşlık bağının, komşuluk ilişkisinin verdiği içtenlikle benden kendisini yazmamı istedi. Bu nedenle Müzekent Safranbolu Gazetesi’nin Haziran – Temmuz 2002 tarih ve 77 – 78 sayısında ‘Eski Dostlardan Yansımalar’ başlıklı yazımı sunuyorum.

Ali Rıza Değirmencioğlu / Değirmenciler Evi

Babam Değirmencioğlu Mehmet Efendi, annem Hacer’den 4 Aralık 1919 (1335) tarihinde Safranbolu’nun Hüseyin Çelebi Mahallesi Hüseyin Kethuda Sokağı, 91 numaralı hanede doğmuşum.

Babamı çok küçük yaşta yitirdim. Kalealtı ve Gümüş ilkokullarında okudum. O yıllarda Safranbolu’da ortaokul yoktu, 1934 – 1935 ders yılında Gümüş İlkokulu’nu bitirince bin bir zorlukla Konya Askeri Ortaokulu’na girdim. Konya’ya gitmek için paramız yoktu, o zamanın Belediye Başkanı Sayın Osman Akın Bey’e param olmadığını Askeri Ortaokul imtihanını kazandım gidemiyorum dedim, o muhterem zat bana belediyeden yol paramı ve harçlığımı verdi ve Konya’da Askeri Orta Okulu’nu, İstanbul’da Maltepe Askeri Lisesi’ni bitirerek 1941 yılında Kara Harp Okulu’na gönderildim. 1943’te subay çıktım. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli kademelerinde Komutanlık ve Piyade Atış Okulu’nda öğretmenlik yaptım.

1956 yılı NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda 7 sene çeşitli kademelerinde çalıştım. Bu sürede Yunanistan – Fransa – İtalya’da tatbikat ve kurslara katıldım. 1962 yılında NATO Komutanlığı’nca ‘üstün başarı’ belgesi ile taltif edildim. Ayrıca çalışmalarıma ve NATO Müttefik Kuvvetleri hanımlarına Türk ananelerini tanıtma ve bana yardımlarından dolayı eşim Hatice Değirmencioğlu da ayrı bir takdirname ile taltif edildi.

1966 yılında eşimin rahatsızlığı nedeniyle emekliliğimi isteyerek Silahlı Kuvvetler’den ayrıldım. 1969 – 1985 yılları arasında Demir – Çelik Fabrikaları’nda Genel Müdürlük Savunma Sekreterliği görevinde bulundum. Safranbolu’daki evimiz akrabalarımızın mülkiyetine geçti. Yıkılarak yeniden yapıldı. Bu eve ve Safranbolu’ya ilişkin anılarımı iyi ki şiirlere dökmüşüm…

Sıla Arzusu

Yeter oldu bana derin duygular

Soğuk mu yine fesleğendeki sular?

Komşu kızlar nasıl, açtı mı güller?

Ötüyor mu bizim eski bülbüller?

………………………………………………..

Ah Ziya! Dertlerim büyüdü şu an

Ayça’ya selam et, git eski yoldan,

Bir görsen benzim sarardı, soldu

Şu öksüz bağrıma hicranlar doldu…

………………………………………………………….

Ağlarım her akşam, içim yana yana

Hasretim fesleğenin soğuk suyuna,

Doldur ayırıver, bir testi de bana

Gelince içerim Ziya! Kana kana…

1939 Maltepe Askeri Lisesi

Not: Şiirde ismi geçen Ziya, Bankacılar ailesinden İsmail Lütfü Tansu’nun kardeşi Ziya Tansu’dur.

Safranbolu

Çamlar kaplı her yerin, dağların cevher dolu

Gördükçe o çiçekli, yemyeşil zümrüt yolu,

Ağlarım gurbetlerde içim sevginle dolu

Bin kat daha severim seni ben Safranbolu.

……………………………………………………………..

Ötüşen bülbüllerle dolu o bağlarına

Kaval sesi dinleyen dumanlı dağlarına,

İçim nasıl yanmasın o üzüm bağlarına

Bu senede hasretim, sana ben Safranbolu…

 ………………………………………………………………..

Tarih kokar sokaklar, Safranbolu bir destan

İnim inim inler minarelerde ezan,

Duymak değil dostlarım, yeterli onu görmek

Bağında, bahçesinde, her yapıda bin emek…

 ….

Çağlayan ses verir, Tokatlı Deresi’nden

Tutuştu yine kalbim, taştı gurbet yerinden

Sevgi duydum bu gece, anamın sesinden

Bu senede hasrettim sana ben Safranbolu…

1943 Ankara

Kaçıver

Taş harmanın taşları

Çıkamam yokuşları

Vurdu kahpeler vurdu

Bahçemdeki kuşları

……………………………..

Kadifeden yelekler

Kirkille’de yar bekler

Atalımda atalım

Dolu dolu fişekler

……………………………….

Pencerini açıver

Saçlarını saşıver

Anan bana vermezse

Gel de bize kaçıver…

1970 Safranbolu

Safranbolu Kızları

Safranbolu kızları, yemyeşil gördüm sizi

Bahçelere yayılmış güller fidanı gibi,

Sarı, beyaz, al yeşil, her biriniz ayrı renk

Gözlerimde hepiniz, uçuşan bir kelebek…

………………………………………….

Kiminiz Kirkille’de, kiminiz Kıranköy’de

Oyalı yazmalılar, tarlada bizim köyde,

Ellerinde çapa, bel; bahçelerde harmanda

Bir gün bakarsın Sarıçiçek Yayla’da…

…………………………………………..

Tertemiz o kalbiniz, ahu bakışlarınız

Sevgiyle uçuşuyor ipekten saçlarınız,

Yüce tanrım yaratmış, yanağınız pembe gül

İçime inde birden, sevginiz gürül gürül.

1976 Safranbolu

Umudum Safranbolu

Dağın taşın bahçelerin

Sevgiler dolu her yerin,

Konarı’dan, Yörük’ten

Geliyor sebzelerin

………………………

Gayızam üzüm benim

Yazıköy gözüm benim,

Safranbolu canımsın

Çiftliğim özüm benim

………………………

Köyler saymakla bitmez

Methine gücüm yetmez,

Güzelim köylerine

Ne yazık yolun gitmez.

………………….

Gelecekte umudum

Koştum koştum yoruldum,

Sevgiyi şimdi buldum

Ey benim! Safranbolu’m…

1976 Safranbolu

İsmail Lütfü Tansu – Bankacılar – Sayarlar Evi

Daha önce değindiğim gibi Sayın İsmail Lütfü Tansu Gecekuşu Geçidi’nde bitişik komşumuzdu. Kendisini 2001 yılına kadar ismen tanımakla birlikte bir görüşmem olmamıştı. Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurucusu sıfatıyla adına Safranbolu’da bir park düzenlenmesi söz konusuydu. ‘Aslında Kimse Uyumuyordu’ isimli kitabının tanıtımını Müze Kent Safranbolu Gazetesi’nde yapmıştım. Bu nedenle de kendisiyle bir kaç kez telefonla görüşmüştüm. Daha sonra Ankara’da yüz yüze geldik ve görüştük. Bana kısada olsa ailesinden ve Safranbolu’ya ilişkin anılarından söz etmişti. Bu bilgileri özetle sunuyorum.

1917’de Safranbolu’da doğduğunu Gümüş İlkokulu’ndan mezun olduğunu, babası Ali Rıza Bey’in Safranbolu’da Ziraat Bankası Müdürlüğü yaptığını, çok düzgün konuşması ve güzel nutuk söylemesi nedeniyle, babasının ‘Ali Rıza Nutki’ olarak adlandırıldığını, babasının yazdığı  ‘Doğru Yolda Yürü, Dönme Onun Ufkundan’ isimli menkuşeyi de anımsatmış; yaşıtları kadınlara, okuma yazma öğrettiğinden dolayı, annesi Hatice Hanım’ında ‘Hocahanım’ adıyla ünlendiğini, ninesi Habibe Hanım’ın ‘Paşacık’ Ailesi’nden olduğunu ve ‘Paşacık kızı’ olarak bilindiğini, Gümüş Camii’nin altında (Gecekuşu Geçidi’nde) ve Gümüş Deresi’nin Kıranköy tarafında, aynı aileye ait bir saray enkazının bulunduğunu, saray sözcüğünün, halk dilinde ‘sayar’a dönüşmesi nedeniyle, aile lakabı olarak, kendilerine ‘Sayarlar’da denildiğini, Safranbolu’nun tanınmış ailelerinden Kalburoğlu, Karaosmanoğlu ve Taşatarlar aileleri ile akraba olduklarını, Türker Ayyıldız’la da annesi yönünden akraba bulunduklarını açıkladıktan sonra, evlerinin yanında su bendi, değirmen, türbe, tekke ve Fesleğen Köprüsü olduğunu, Gümüş İlkokulu’nu bitirdikten sonra ortaokulu Zonguldak’ta 1933’te bitirdiğini, bir ara üç sınıflı Kıranköy İlkokulu’nda derslere girdiğini dile getirmiştir.

Türk Ordusu’ndan Eylül / 1960’da, albay rütbesiyle emekli olduktan sonra İsmail Tansu, kardeşi Ziya Tansu ile birlikte İKA Haber Ajansı’nın kuruluşunda görev almış ve 1990 yılına kadar bu ajansın Genel Müdürlüğü’nü yürütmüştür.

Halen yaşamını Ankara’da sürdürmektedir. Her iki değerli büyüğüme sağlık ve afiyet içinde (Dalya) demelerini ulu tanrıdan diliyorum.

Fotoğraf: İsmail Şahinbaş