Gelincik Tarlası

Geçenlerde bir arkadaşım “Gel şöyle dışarıda bir çay içelim” dedi. Her zaman böyle şeyler söylemeyen birisi olduğundan, biraz şaşırdım, ama çok da sevindim. Yazıların arasına bazen öyle bir dalıyorum ki, ne göğün mavisini, ne de ormanın yeşilini görüyorum. İşte öyle sıkıldığım bir gündü.

Atladık arabaya, arkadaş inadına gideceğimiz yer hakkında bilgi vermiyor. Yalnızca gülümseyerek arabayı sürüyor. “Bir çay için bu denli uzağa ne gerek var?“ Dediysem de aldırmıyor. 45 kilometre gittikten sonra, zınk diye durdu. “Sağ tarafına bak” dedi.

Bir de döndüm ki, yaşamım boyunca görebileceğim en güzel tarla. Kıpkırmızı gelincik tarlası. Aralarında bize gülümseyen papatyalar, hepsi de baştan aşağı ışığa kesmiş. Birkaç dakika kendime gelemedim. Sonra başladım fotoğraf çekmeye. Ta ki yağmur boşanıncaya dek.

İçim yıkandı, gözlerim parladı, yüzüm güldü, ne sıkıntı kaldı, ne de yorgunluk. Kırmızı fistanlı, yeşil ceketli, kara gözlü, siyah kirpikli gelincikler, beni ta çocukluğuma götürdü. Patladı patlayacak tomurcukları açıp gelin yaptığımız masum yıllara. O zamanlar yaşam o gelincik tarlası gibiydi bizim için. Pembe, kırmızı, yeşil, sarı, ille de beyaz.

Sonra çay içecek bir yer aradık. Bulduk da. Arkadaş, çay ikram edene adını sordu. “Bahtiyar” dedi. Karayağız, parlak, kara gözlü, yakışıklı bir genç adam. Henüz yirmili yaşlarda. Gözleri umut dolu, geleceğe güvenle bakıyor. Arkadaşın ikinci sorusu, bizim saatlerce söyleşmemizi sağladı. “Gerçek Bahtiyar mı, hani suçu saz çalmak olan?” Deyince, üçümüz de hazine bulmuş define arayıcısı, ya da çölde su bulan yolcu gibi sevindik. “Evet, o Bahtiyar” cümlesi, doyumsuz söyleşiye sürükledi bizi.

Söyleşi derinleştikçe, güzelleşti. Güvenin yaşamın merkezi olduğunu bir kez daha anladık. Söyleştikçe içimiz açıldı, serinledi, umut tüm ışıltısıyla içimize doldu.

Genç arkadaş çok uzaklardan gelmişti, ekmeğinin peşinden. Aynı dili konuşacağın insanı bulmak hem onun, hem de bizim için epeyce zordu şimdilerde. Çok yüksek bir dağın dibiydi doğduğu yer, kar eksilmezdi tepesinden, parlardı bütün yıl, yüzünün gülücüğü denli. Tatlı söyleşimiz, acılaşıverdi, söz babasına gelince, gülüşü soluverdi, yağmur vurgunu gelincik misali, ışıksız kaldı yüzü, daldı uzaklara.

“Ufacıktım, babamı bıyıklarından ötürü karakola götürüp dövdüklerinde. Bıyıkları solcuymuş. O zaman anlamadım, ama sonra öğrendim, solcu bıyığını da, Kürtçe ıslığı da. Sonra annem hastalandı, onu doktora götürdüm, annem Türkçe bilmediğinden, derdini anlatamıyor, doktora, onun yerine ben söylüyorum. Doktor anacığıma öyle bir bağırdı ki, ben irkildim. ‘Madem konuşamıyorsun, ne diye geliyorsun doktora?’ Diye. Olmaz demeyin, oluyor işte.”

Ben, bir ıslık tutturdum en acılısından, suçlu muydu ıslığım? Bilmiyorum, ama yüreğe sızıyordu inceden. Siz de söylemeyin sakın kimseye, çünkü ıslığımın hangi ırktan olduğunu ben de bilmiyorum. Islık bu kim tutabilir, nereye isterse oraya uçar. Belki Afrikalıdır, ya da buralı.  

Söz acılara gelse de, içimizdeki umut, cıvıldayıp duruyordu. Yüreğimizi terk etmiyor, bizi ışıklara boğuyordu. Antalya’dan uzaklaşmak, gürültü kirliliğiyle kenti bezdiren, arabalardan kurtulmak bize iyi gelmişti.

Hem Bahtiyar’a, hem de gelincik tarlasına veda ederek, Antalya’ya döndük, epeyce dinlenmiştik, artık gürültüleri, karşılamaya hazırdık.