Dağcılık Sadece Bir Spor Değil, Bir Yaşam Tarzıdır

Dağcılığın benim için ilk öğretilerinden biri şuydu: ‘Sığınabileceğiniz sıcak bir barınağınız varsa ve karnınız toksa, bu dünyada sizden şanlısı yoktur.’ Bu öğreti ilk kavrayışta, kadercilik, şükretme ve başına geleni sorgusuz kabullenme gibi algılanabilir; ancak işin özü bambaşka ve bu öğreti tamamen dağcılığın insanın ruhsal olgunluğa erişimini sağlayan bir yol olmasıyla, yükseklere çıktıkça ruhun mütevazıleşip alçalmasıyla ilgili bir olguyu ifade ediyor.

İnsan dışarıdan baktığında veya ilk aşamada dağcılığı sadece zorlu ve mücadele gerektiren, adrenalin sevenlerin tercihi bir spor gibi algılıyor. Halbuki zamanla dağlara gittikçe anlaşılıyor ki; olay bunun çok daha ötesinde, dağcılık spor olmaktan öte bir hayat felsefesi ve bu çerçevede şekillenen bir yaşam tarzı…

Beton bloklara gömülü kentsel hayatınızın içinde, sürekli bir koşuşturmaca, sürekli bir hengâme ve sürekli anlamsız bir mental yorgunluk var. Bu koşuşturmaca rutine oturduğunda, bazen neden, ne amaçla yaşadığınızı dahi unutur oluyorsunuz. Hayatınız işiniz, eviniz ve gündelik meşgaleleriniz arasında geçip gidiyor.

Kentin insanları ise her şeyi eleştirir ve birbirlerini çekiştirir durumdalar… Bireysel egolar tavan yapmış, bencillik, rekabet ve paylaşamazlık had safhada… İnsanlar birbirlerini erdemli ve ahlaklı olmalarına göre değil; fiziksel özelliklerine, milliyetlerine, dillerine, dinlerine, eğitimlerine, işlerine ve gelir seviyelerine göre değerlendirip yargılıyorlar ve etiketleyip ötekileştiriyorlar.

Tüketim çılgınlığı alıp başını gitmiş. Sadece ürünler ve hizmetler değil aşklar, dostluklar, aileler ve sevilenler çarçabuk tüketilir olmuş modern kent hayatında… Zira ilişkilerin çoğunun temeli anlık çıkarları karşılamaya ve yeni çıkarlar peşinde koşmaya dayanıyor.

Oysa dağlar, kentler gibi değil. Çünkü dağlar, doğanın sınırsız özgürlüğünü, güzelliklerini ve muazzamlığını sunuyorlar insana… Evet, dağda olmak zorlu bir uğraşı ve başlı başına da mücadele gerektiriyor. Ama bu mücadele başkalarıyla değil, kendinizle… Zira dağda verdiğiniz barınma, beslenme, ısınma ve hayatta kalma mücadelesi sizi ruhsal bir olgunluğa eriştiriyor. Kent hayatındaki gündelik koşuşturmaların, beğenmezliklerin, eleştirilerin ve sınırsız tüketimin ne kadar boş ve anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşiliyor. Ve doğanın muazzam görsel şöleni karşısında şöyle sorgulanıyor: İnsanoğlu doğanın ve evrenin karşısında bir toz zerresi bile değilken bu kibir, bu hırs, bu ayrımcılık ve rekabet neden? O zaman insan dağcılığın kazandırabileceği yaşam felsefesinin özünü kavrıyor ve yaşamını bu felsefe üzerinde şekillendiriyor: ‘Önemli olan rekabet ederek ve çok şeye sahip olarak değil, az şeye ihtiyaç duyarak ve paylaşarak yaşamayı başarabilmektir.’

İşte bu yüzden dağların sevdasına bir kere kapıldıysanız yaşadığınız şehir istediği kadar güzel, eviniz istediği kadar büyük, yemeğiniz istediği kadar lezzetli, yatağınız ister kadar sıcak olsa da sizin için hepsi boş; çünkü hiçbiri dağlar kadar görkemli, çadırınız kadar rahat, uyku tulumunuz kadar konforlu,  erittiğiniz kar suyuna çorba kadar lezzetli olmuyor…