Bulutların Kalbine Yolculuk

Semih Kaplanoğlu’nun Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü alan Bal filmi ile beraber daha önce mekân olarak kullanılan ‘Bulutları Beklerken’, ‘Sonbahar’, ‘Yüreğine Sor’ gibi filmler, dünyanın dikkatini filmin çekildiği bölgeye çevirdi. ‘İçeriden’ biri olarak Bal’ı, Çamlıhemşin’i ve insanları anlatmak isterim biraz…

Çamlıhemşin, son on yılın en çok bilinen bölgelerinden biri. Bugüne kadar çeşitli gazete ve dergilerde, televizyon programlarında hep doğasının güzelliğinden dem vurulan, yörede yaşayan kadınların başlarına bağladıkları cinpuli ve ‘şar’la (kimi yerlerde ‘şay’ diye telaffuz edilir) doğayı tamamlayan bir renk cümbüşünün sergilendiği, sakinlerinin yüzyıl başında Rusya, Polonya, İran gibi ülkelere gidip pastacılık, fırıncılık ve lokantacılık gibi mesleklerin icracısı oldukları ilginç bir bölgedir Çamlıhemşin.

1. Meclis’te Lazistan Mebusu olarak Necati Memişoğlu ve Ziya Hurşit’in temsil ettiği, ‘İstanbul’da Darülfünun kurulmadan Çinçiva’da Rüştiye kurmak’la övünen insanların yurdudur. Eski Türkiye Komünist Partisi Genel sekreteri İsmail Hakkı Bilen’in de Murat Karayalçın’ın da memleketidir… Sanatçısı, futbolcusu, oyuncusu… Her meslek dalının bir temsilcisi illa ki vardır. Büyük bir çoğunluğu Türkiye’nin hatta dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Gerçekten Doğu Karadeniz coğrafyasının sıra dışı bir yeridir Çamlıhemşin. Belki de bundan ileri geliyor, bu bölgede yapılanların kıymetli olması.

Çamlıhemşin’in vitrini: Yaylalar

Kaçkar Dağları eteklerinde kurulmuş büyüklü küçüklü onlarca Hemşin yaylasının içinden bir tercih yapmak çok zor. Ancak benim için Palovit Vadisi üzerinden yükselen Sal, Pokut, Hazindağ, Hamlakit ve Samistal yaylalarının ayrı bir yeri var. Kaçkar Dağları ekosistemi içinde yer alan yaylalar gurbetçi Hemşinlilerin büyük bir bölümünün yazlarını geçirdiği, eskiden çokça hayvanlarıyla birlikte göç ettiği bir alanken şimdilerde sayfiye olarak kullanılıyor.

Çamlıhemşin ilçe merkezinin içerisinden geçip sola sapıldığında Hala Deresi boyunca uzanan köylerin yukarısında adını kaplıca turizmiyle duyurmuş Ayder’in yanı sıra Kavrun, Ceymakcur, Paakçur, Huser ve Avusor gibi yaylaları görmek mümkün. Çamlıhemşin’den Fırtına Vadisi’ne doğru devam edildiğinde ise Çat’tan başlayarak Elevit, Haçevanak, Karunç, Trovit, Palovit, Apevanak gibi yaylaları dolaşmak mümkün.

Bir de Verçenik tarafı var ki, o daha da ulaşılmaz görüntüsüyle insanı cezp ediyor. Yaklaşık 50 kilometrelik bir yolla ulaşılan bu masalsı güzergâhta Başhemşin, Başyayla, Kale, Çiçekli gibi yerleşkelere ulaşmak, o yükseltilerde bir yaşam kurulabildiğini görmek insanı büyülüyor.

Bu kısa girizgâhtan sonra benim için önemli olduğunu belirttiğim Palovit Vadisi güzergâhını anlatmak istiyorum. Çocukken yaylaya çıkmak hepimizi için çok erken bir saatte kalkmak ve zorlu bir yolculuğa hazırlık yapmak demekti. Katırlara yüklenen erzaklar, üç ay yayladan dönülmeyeceği düşünülürse iyi seçilmeliydi. Gerçi katırcılık da o zamanlar bir meslekti ve erzakı bitenlere çoklukla gönüllülük esasına dayalı erzak getirilirdi.

Biz sabah erkenden hayvanlarımızla birlikte yollara düştükten sonra artık düşündüğümüz başka bir şey yoktu. Ne ilginçtir ki bütün bir kışı ahırında geçiren de inekler de bir müddet sonra yayla kokusunu alıp yolları ezbere gider olmuştur. Pokut yaylası Makrevis, Ortan ve Pogina köylülerinin ortaklaşa kullandığı, 2.100 metre yükseklikte bir yayla. Biz de yaylada bulunan evimize ulaşmak için sabah erkenden yola çıkardık. Çünkü yaylada elektrik olmadığından gündüz gözüyle her şey ayarlanmak durumundaydı. Sabahın mahmurluğunda ilk etapta zor olsa da belli bir mesafe kat ettikten sonra şölene dönüşen yolculuğun en güzel taraflarından biri buz gibi pınarların yanı başında mola verip, evde hazırlanan kumanyayı tüketmek olurdu.

Genellikle sabah pişirildiği için sonradan buz gibi olan yumurta, domates, salatalık, ekmek bazı yolcularda da karalâhana sarması bu kombinasyonu tamamlardı. Bu tadını başka hiçbir şeyde bulamadığımız yemek ritüelinden sonra, yollara koyulurduk. Asırlık çam ve gürgen ağaçlarının arasından yukarılara doğru tırmanmak zor olsa da yer yer düzleşen orman patikaları bir nebze olsun yorgunluğumuzu atardı. Bu yolculuğun bittiğinin işareti Pokut’a artık yarım saat mesafedeki Pilunçut Hanı’na ulaşmamızdı. Pilunçut Hanı, çok eskilerden kalma ve bir zamanlar neredeyse Palovit Vadisi’ndeki yaylalara giden 20’ye yakın köyün uğradığı bir yolgeçen hanıydı. Orada içilen çayları bugün hala sevgiyle ananlar var.

Pilunçut’a vardığımızda artık dizlerimizin bağı çözülmüş olur ancak bir sonraki tepenin ardından yaylamıza kavuşacağımızı bilerek adımlarımızı hızlandırırdık. Pilunçut düzlüğünü geçtikten sonra sağ tarafta kalan Sal Yaylası’nı doyasıya izler, kendi yaylamız olan Pokut’a doğru yol alırdık. Sal Yaylası ile Pokut’un arası 15 dakika mesafede olduğu için komşu yaylayı da en az kendimizinki kadar severdik. Yıllar sonra dedemin yakın arkadaşı İshak Yücel’in şu dizelerini okuduğumda bu sevginin yersiz olmadığını anlamış oldum:

Pokut ile Sal yaylası yan yana

Sal, geline benziyor;

Pokut, ona kaynana…

Sal Yaylası da sadece Çinçiva köylülerinin kullandığı, ortasında geniz bir düzlüğün yer aldığı, o geniş düzlüğün etrafında da geleneksel ahşap evlerin kurulduğu ismiyle müsemma bir yaylaydı. Çocukken Sal’daki arkadaşlarımızla futbol oynamaya gider ama nedense hep kaybederdik. Eskiden iki yayla arasında hayvanlar yüzünden anlaşmazlıklar çıkıp, büyükler tarafından sınırlar çizilmiş olsa da şimdiler de hayvancılık da kalmadığı için böylesi bir anlaşmazlık da ortadan kalktı. Artık günbatımlarını birlikte izler olduk. El ele tulum eşliğinde horonlar oynayıp, birbirimize türkü atmak da en güzel adetlerimizden biri. Sal, geniş panoramasıyla diğer Hemşin yaylalarında olmayan bir özelliğe sahip. Hem Karadeniz’i hem köyleri hem de Kaçkarlardaki birçok yaylayı görebilme olanağı var Sal’da.

Aynı durum Pokut için de geçerli. Palovit Vadisi’nin hemen üzerindeki tepelerde yükselen bu iki komşu yayla görsellik açısından gelenleri doyurmaya yetiyor. Sal ve Pokut’tan Kaçkar zirvesi ile beraber Kito, Hazindağ, Hamlakit, Marsis, Altıparmak, Meğo Meşesi, Huser, Kemerli Kaçkar, Ayder gibi birçok yerleşkeyi izlemek, akşam Pazar ilçesinin ışıklarını ve eski limanı görmek mümkün.

Doğal olarak plato

İşte böyle bir coğrafyada, Semih Kaplanoğlu’nun Bal filminden evvel Yeşim Ustaoğlu, Marselevat Yaylası’nda ‘Bulutları Beklerken’i çekmişti; Özcan Alper’in yardımcı yönetmen olduğu filmden bir de zorlu yaşam koşullarının ortaya döküldüğü ‘Sırtlarındaki Hayat’ belgeseli çıkmıştı. Sonra Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ı geldi. Yüreğimize işledi…

Ardından geçen yaz, yine Karadenizli bir yönetmen Yusuf Kurçenli ‘Yüreğine Sor’u tamamladı… Bir yasak aşk hikâyesinin anlatıldığı, Karadeniz’i tüm canlılığıyla yansıtan filmler oldu hepsi de. ‘Bal’da küçük Yusuf rolünde Bora’yı izlerken hep çocukluk günlerinde yaşadıklarım beynime hücum etti. Yüksek dağların sahibi Hemşinliler için yaylaların vazgeçilmez bir alışkanlık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çocukken dedemle Palovit’teki meşemize (bal ambarlarının bulunduğu bölge) giderdik. Palovit balı, bölgede eşine az rastlanır bir floraya sahip bölgeden üretilen, bembeyaz ve yenildiğinde insanın boğazından su gibi kayan, enfes bir baldı. Şimdi az da olsa fenni kovanlarda üretiliyor, eskiden karakovanlarda üretiliyordu.

Yaylalara gelişigüzel açılan yol çalışmalarından ötürü yabanıl yaşamın büyük bölümünün toplandığı Palovit Vadisi, Hemşinlilerin balla uğraşan üretimcilerinin de bir zamanlar toplandığı özel bir bölgeydi. Palovit’teki Meğo Meşesi’nde bulunan bal ambarları hala yerinde duruyor ama karakovan balcılığı artık ortadan kalkmış durumda. Filmde Bora’nın özellikle büyük gürgen ağacının altından yukarıya bakıp gülümseme sahnesini izleyince içim burkuldu biraz. O zamanlar bir daha geri gelmeyecek ama bu film bu anıları her zaman taze tutacak… Ve filmin diğer sahnelerindeki olağanüstü manzaralar, şelaleler, dereler… Başından dumanı eksik olmayan Kaçkar Dağları ve onlarca yayla… Film, doğaya dönüşün doğayla barışık bir anlatımı, sade ama bir o kadar etkileyici. Filmi izledikten sonra eminim benim gibi orada yetişmiş birçok insanın mazi taşları yerine oturacak.

Koruma bilinci gelişmeli

Kaplanoğlu’na ve diğer yönetmenlere Çamlıhemşin’in kıymetinin anlaşılmasına vesile oldukları için ne kadar teşekkür etsek az. Tabii, her şey bununla bitmiyor. Alınan ödül, Çamlıhemşinlilere de büyük bir görev veriyor: Bölgeyi koşulsuz bir biçimde korumak. Kaplanoğlu’nun verdiği HES mesajı çok anlamlıydı. HES’ler bölgenin gelişen turizm olanaklarını baltalayan projeler olarak hala can sıkıcılığını koruyor. Bölge insanı için kalkınmanın yolu, bacasız sanayi denilen turizmden geçiyor. Daha evvel santral tehlikesini bertaraf etmiş Çamlıhemşin için tehlike henüz geçmiş değil. Her geçen gün ilginin arttığı bölge için HES ya da başka projelerle gitmek isteyenler çok. Üstelik vadide araba yolundan yürüyüş yolu, eski patika kalmadı…

Belki sinema, böylesi bir koruma bilinci sağlayarak, tabiatı koşulsuz korumayı sağlayabilir.

Fotoğraf: İsmail Şahinbaş