Batumi

Kapı komşumuz Gürcistan. Yıllardır gitmek istediğim ancak gitme planlarımı hep sonraya ertelediğim yakın ama uzak ülke. Yakın, çünkü Ayder Yaylası’ndan biri Batum’a diğeri Trabzon’a giden iki kişi aynı anda yola çıksa;  Batum’a giden daha önce varır. Uzak, çünkü biz Türkler doğu ile bağlarımızı koparmış ve bir daha yüz dönmemecesine doğu ülkelerine, doğu halklarına sırt çevirmişiz.

Bu yıl – neredeyse yaz aylarımın tamamını geçirdiğim – Ayder Yaylası’ndaki sezonum Eylül başında biter bitmez kesinlikle Gürcistan’a gideceğim diye plan yaptım. Fazla bir ön hazırlığa gerek yok. Zaten böyle gezilerden önce çok hazırlık yapmayı pek sevmem. Sadece daha önce Batum’a gidip gelmişlerle ayaküstü sohbetlerde gezim için belli başlı ipuçları edinmekle yetindim. Mesela daha yola çıkmadan biliyorum ki ‘pembe devrim’ kahramanı, yeni devlet başkanı M. Saakaşvili’den sonra artık Gürcü polisi rüşvet almıyor ve yabancılara karşı çok duyarlı, yardımsever. Eh başlangıç için bu kadarı yeter! Gerisini yolda öğrenirim deyip yola çıktım.

Artvin – Hopa ile Sarp Sınır Kapısı arası 15 kilometre. Hopa – Sarp arasında taksi dolmuşlar ya da küçük minibüsler var ve sürekli çalışıyorlar. Karşı tarafa geçmeden önce deniz kıyısında ciğerlerimi temiz Gürcü havası ile patlayasıya doldurup Sarp Köyü’ne baktım. İlginç bir köy. Sarp bir Laz köyü. Köyde yaşayanlar Laz. Kendi aralarında Lazca konuşuyorlar. 1933 yılında Sovyetler ile ülkemiz arasındaki sınır paylaşımında bir gecede ikiye bölünmüş. Halen köyün yarısı Türkiye’de yarısı ise Gürcistan’da. Tam ortadan akan ince ve kuru bir dere sınırı oluşturuyor. Ancak insan bakarken Türkiye neresi, Gürcistan neresi anlayamıyor. Çılgıncasına yeşil bir doğa ve birbirinin aynı evler. Gerçi karşı tarafın evleri daha eski ve özellikli ama yinede tam sınırı kestirmek zor. Sarp Köyü’nün Türkiye’de kalan kısmının girişi hemen askeri kontrol altında. Girişteki kontrol noktasında askerler kimlik kontrolü yapıyorlar. Köye yabancıların girmesi yasak (Türk vatandaşı bile olsalar). Sadece köyde oturanların girebildiği – herhalde – ülkemizdeki tek köy. Yakınımdaki yaşlı amca ile köyle ilgili konuşuyoruz. Selim Amca diyor ki; “bir gecede bölmüşler köyü. Aileler ikiye ayrılmış. Kiminin kızı, kiminin amcası öte tarafta kalmış. En ilginci de köyün imamı. Cami bu tarafta kalmış ama imamın evi Sovyet tarafında kalınca devletlerarası özel bir anlaşma ile imam bu tarafa alınmış…”

 Selim Amca ile vedalaşıp pasaport kontrole doğru yürüdüm. İlk kontrolümü yapan görevli sadece gezme amaçlı gittiğimi öğrenince bayağı şaşırdı. Bana daha evvel çok duyduğum Gürcistan’ın gezmek için uygun bir yer olmadığı gibi bir iki hatırlatma yapıp pasaportumu öyle teslim etti ve son anda ekledi; “para üstü bekleme vermezler. Vize için tam 15 Dolar ver.” Ne demek istediğini vize görevlisinden alamadığım 5 Dolar’dan sonra anladım. Demek ki neymiş? Bir daha para tam verilecek ve para üstü beklenmeyecek!

Gürcistan’a giriş çok kolay ve zahmetsiz. Vize sınırda, 10 dakika içinde alınıyor. 15 günlük ve tek girişlik vize.

Artık Gürcistan’dayım. Çevremdekiler için küçük ama benim için büyük bir adım! Sınırın öte tarafı bizim taraftan hayli farklı. Bizim o tarafta oturup çay içecek tek bir yer yokken, bu taraf tam bir cennet. Yan yana pek çok kafe var. Büyük bir plaj ve plajda da bizim Antalya’daki gibi barlar, mayolu bikinili güzel kızlar… Kısacası bizim tarafa hiç benzemeyen bir Sarp Köyü. Ama onlar Sarpi diyor. Köyün bu tarafı da Lazlardan oluşuyor. Tepelere doğru tırmanan evler aynen bizim taraftaki gibi ama bir şey eksik. Ne olduğunu hemen buluyorum. Çay yok! Evet, çay yok. Sürmene’den başlayan çay tarlaları, sınırla beraber bitiyor. Sonradan öğreniyorum ki Sovyetlerin dağılmasından sonra çay sektörü bitmiş. Artık kimse çay ekmez olmuş ve kısa bir sürede çay tarlaları viran olmuş. Artık Gürcistan’da neredeyse hiç çay ekimi yapılmıyor. Komünizm Dönemi’nin ihtişamını yansıtan dev çay fabrikaları kaderine terk edilmiş, çürüyorlar.

Benim çevreyi meraklı gözlerle süzdüğümü gören sempatik bir amca yanıma yaklaştı. Şirin bir Türkçe ile halimi hatırımı sorup kendini tanıttı. Cafer Amca taksi şoförü. Sarpi Köyü’nden, Laz. Lazca, Rusça, Gürcüce ve Türkçe konuşuyor. Cafer Amca’nın taksisine binip Batum’a doğru yola çıktık. Güzel bir taksi ve söylediğine göre Sarpi’nin en iyisi. Anlaşmamız şu; beni bütün gün boyunca Batum’da dolaştıracak, gidilebilecek her yere götürecek, bir yandan da bana rehberlik yapacak. Bütün bu hizmetlerin karşılığı olarak 20 Dolar alacak. Gayet karlı bir anlaşma.

Sarp ile Batum arası 10 kilometre. Yol boyu manzara çok güzel. Tipik bir deniz kıyısı tatil beldesi. Peş peşe sıralanmış yazlıklar, aralarda diskolar, restoranlar ve göz alıcı pırıl pırıl bir deniz ve uzun plajlar. Ancak evlerin büyük bir kısmı bakımsız. Yollar ise inekler ile dolu. Çok ilginç ama inekler arabalardan kaçmıyorlar. Cafer Amca her hafta 3 – 5 ineğin yollarda telef olduğunu söyledi. Hatta geçen yıl yoldaki ineklerden dolayı büyük bir kaza olmuş Sarp çıkışında.  Kısa bir yolculuktan sonra Batumi’ye girdik. Gürcistan’da çoğunlukla yer isimlerinin sonunda – i harfi var. Sarp – Sarpi gibi Batum’da Batumi. Ayrıca, Kazbegi, Kutaisi, Poti…

Bu arada ben hep Gürcistan diyorum ama Cafer Amca her seferinde düzeltiyor. Gürcistan değil Acaristan. Evet, aslında Batum bir Gürcü değil Acara kenti. Gürcistan 4 farklı özerk bölgeden oluşan bir devlet. Ülkenin kuzeybatısı, Karadeniz kıyısı Abazha, başkent Tiflis ve çevresi Gürcistan, kuzeydoğusu Güney Osetya ve Türkiye sınırına bitişik olan Acaristan. Burada insanlar kendilerine Gürcü demiyorlar. Zaten merkezi hükümetle de araları çok iyi değil. Yakın zamanda kısa süreli gerginlikler yaşanmış, hatta küçük bir iç savaş boyutuna kadar çıkmış. Ancak şu anda sular durulmuş gözüküyor.

Batum’a girer girmez her köşe başında ‘pembe devrimin mimarı’ yeni devlet başkanı M. Saakaşvili’nin posterleri ya da panolardaki fotoğrafları dikkatimi çekti. Güler yüzlü genç bir adam. İnsanlar en başta temkinli yaklaşmışlar. Fakat daha sonra desteklemişler. Özellikle Rusya karşıtı görüşleri; komünizm dönemini bilmeyen gençlerden büyük destek buluyor. O dönemi yaşamışlarsa – son dönemi yaşayanlar hariç – genelde temkinliler. Ancak son zamanlarda değişen fazla bir şeyin olmaması yavaş yavaş bir hayal kırıklığı yaşatmıyor değil.

Cafer Amca rotayı Sputnik’e çevirdi. Sputnik Batum’un şaşaalı günlerinin en meşhur oteli. Bulunduğu konum inanılmaz. Yüksekçe bir tepenin üzerinde ve bütün Batum ayaklarınızın altında. Manzara çok güzel. Hemen fotoğraf makinemi çıkarıyor ve peş peşe fotoğraflar çekiyorum.

Batum Şehri, Çoruh Nehri’nin denize döküldüğü yerde kurulmuş. Sputnik Tepesi’nden bakınca Karadeniz’de görmeye alışmadığımız kadar geniş bir düzlük görüyorsunuz, denize uzanmış bir dil gibi. Şehir oldukça büyük. Geniş caddeleri çok uzaklardan göze çarpıyor. Yer yer oldukça yüksek binaların oluşturduğu parseller, Manhattan Adası’nı anımsatıyor.

Cafer Amca’nın uyarısı ile aşağıya doğru yürümeye başladım. Meğer Sputnik Otel hala faalmiş. Ancak oldukça bakımsız. Sanki yıllardır hiç insan eli değmemiş gibi bir havası var, çay bahçeleri gibi. Yinede Batum’un en pahalı otellerinden birisi. Gecelik 30 Dolar kişi başı kahvaltı dahil. Ancak fiyatlarda her zaman pazarlık payı var.

Tekrar arabaya binip çıktığımız tepeyi indik. Sırada Cafer Amca’nın deyimiyle ‘Botanbahçe’ var. Yani ‘Ulusal Botanik Parkı.’ Şehrin 15 kilometre dışında, yılan gibi kıvrıla kıvrıla çıkan bir yoldan, gösterişli büyük bir kapısı olan Botanik Parkı’na geldik. Otomobil girişi 5 Lari, tek yaya ise 2 Lari. Lari; Gürcistan’ın para birimi. Yaklaşık olarak 1 Dolar 2 Lari yapıyor. Batum Botanik Parkı, bütün Sovyetlerin en büyük, en geniş, en çeşitli, en bakımlı botanik parklarından birisi imiş zamanında. Sanırım söylemeye gerek yok, burası da oldukça bakımsız. Eskinin ihtişamını hissediyorsun ama yol gösterici tabelaların pası, çitlerdeki sarmaşıklar, güzelim nadide çiçeklerin arasındaki yabani otlar, çatıları uçmuş bekçi kulübelerini görünce bugünde olduğunu anlıyorsun. ‘Botanbahçe’ o kadar büyük ki araba ile gezdiğim halde kırk dakika sürdü. Hafta sonu olduğu için oldukça kalabalıktı. Çoğunluk yalnız kalabilecek ıssız bir köşe arayan genç çiftler olmasına rağmen, çok fazla sayıda ailede belki de onlarca kez gezdikleri parkı tekrar geziyorlardı.

Park yukardan aşağıya farklı bölgelere ayrılmış. Himalaya Bölümü, Kafkas Bölümü, Japon Bölümü, Moğolistan Bölümü, Avustralya Bölümü gibi. Her iklim kuşağına uygun bitkilerden yüzlercesi var. Özellikle bambu ve sekoya ağaçlarına bayıldım. Binalarda ya da şehrin herhangi bir kısmında çirkin duran bakımsızlık burada vahşi bir orman yaratmış. Kesinlikle görülmeli. Parkın çıkışına doğru aşağılarda derenin üzerine kaybolmuş iri bir ağaç gövdesi tekrardan yaşamaya karar vermiş ve ortaya canlı, büyüyen bir köprü çıkmış, yaprakları olan bir köprü. Belki de parkın en ilginç yeri bu köprü.

Cafer Amca’yı otoparkta yaşlı bir kadınla sohbet ederken buldum. Şehre geri dönme vakti. Sahil Yolu’nu takip ederek, demiryoluna paralel gayet bakımlı bir yoldan Batum Limanı’na vardık. Orada sahil yolunu takip ederek Batum şehir merkezi. Öğle saati ve yemek vakti. Cafer Amca ufak bir işi olduğunu söyleyip benden ayrıldı. 3 saat sonra buluşmak üzere ayrıldık. Kahvaltıdan beri hiçbir şey yememiş olduğum için hemen limandaki ilk restoran – cafeye oturdum. Oldukça güzel bir yer. Tam sahilde. Güneşli bir gün, çevremde neredeyse tamamı genç insanlar, cıvıl cıvıl bir kalabalık. Garson gördüm ve keyfim daha da yerine geldi. Çok güzel hoş bir bayan. Ancak garsonun sipariş almaya çalışmasıyla beraber benim için kâbus başladı. Çünkü sadece Gürcüce ve Rusça bilen, İngilizce bilmeyen bir garsona nasıl sipariş verebilirsin ki? Ne olduğunu anlayamadığım bir menüye bakıyorum. Fakat çevremde kimse İngilizce bilmiyor. İçerden genç bir çocuk geldi. Tarzanca’nın Tarzancası çok az bir İngilizce ile sadece selamlaşabildik. Ama o da siparişimi alamadı. Hâlbuki sadece tavuk istiyorum ve ‘chicken’ diyorum. Garsonlar yüzüme boş boş bakınca hala hatırlayıp kahkahalarla güldüğüm şeyi yaptım. Kollarımı tavuk kanadı gibi yapıp, tavuk sesi çıkarmaya başladım ve sonunda ne istediğimi anladılar. Sevgili okuyucular siz siz olun Gürcistan’da tavuk yemeyin. Öncelikle sipariş etmesi çok komik oluyor. Ayrıca pahalı ve bizim damak tadımıza uygun değil. Pahalı dedim çünkü balık ızgara – hem de büyük porsiyon – 3 Lari iken yarısı kemik olan tavuk 7 Lari. Birde daha sonra Cafer Amca’dan öğrendim ki, tavuk buraya Türkiye’den geliyormuş. Neyse siparişin kalan kısımlarını yan masalardan göstererek tamamladım. Bu arada belirtmeliyim ki servis gayet hızlıydı.

 Yemekten sonra sokaklarda gezmeye başladım. Şehir merkezinde büyük bir fuar alanı ve alanın çevresinde büyük bir park var. Parkın ucu sahilde plaj ve deniz şehir merkezinden girilebilecek kadar temiz. Zaten en ufak bir güneşte insanlar plajları dolduruyorlarmış ki bugünde öyle. Gerek parkın içinde gerekse sokaklarda her köşe başında bir heykel görmek sıradan bir şey. Özellikle Gürcü ve Acara tarihi açısından önemli şahsiyetlerin heykelleri daha bir özenli ve büyük yapılmış. Büyük halk kahramanı ve şair, Acara’nın taçsız kralı diye bilinen İlya Çavçavadze’nin heykeli ise gerçekten görülmeye değer. İlya büyükçe bir tahtta oturmuş ve hak ettiği ama asla takamadığı tacını bir melek başına yerleştiriyor. İlya’nın heykeli tam Büyük Tiyatro’nun önünde. Tiyatro binası uzaklardan da fark edilebilen büyük bir Yunan tapınağı gibi meydanda yükseliyor. Tiyatro binasının yakınında ise Acaristan Parlamento Binası var. Buda büyük ve uzaktan dikkat çeken bir yapı. Türk konsolosluğu da tam burada.

Çevrede çok sayıda apartman var ve balkonlarda yaşlı kadınlar sohbet ediyor. Sokaklar ise gençlere kalmış. Bizim ülkemizde görmeye alışık olmadığımız kadar çok güzel genç kız yan yana ya da kol kola caddelerde geziyor. Genç erkekler ise neredeyse her köşe başında bir tane bulunan masalarda pinpon oynuyorlar. Ayrıca yine pinpon masaları gibi ara ara cadde üzerinde ya da kaldırımlarda bizdeki eski atari salonlarındaki makinelere benzer slot makineleri var ve çevreleri hayli kalabalık. Ben böyle amaçsızca geze dolaşa, sokaklarda kaybola kaybola büyük bir binanın önüne çıktım. Dev gibi bir bina. Sputnik Tepesi’nden görmüş ve merak etmiştim ne olduğunu. Taksimdeki Hilton Oteli’ne benzeyen bir bina ama her bir odası başka bir ev olan bir Hilton düşünün. Daha sonra beni bulan Cafer Amca’dan öğrendim ki bu bina eskinin önemli otellerinden. Batum’un en büyük oteliymiş. Fakat kötü geçen yıllardan sonra burası da uzun zaman terk edilmiş. Daha sonra evsizler yerleşmeye başlamış. Şimdi ise sayamadığım kadar çok balkonlarının her birinden sayısız kova, kap kaçak, çamaşır sarkan bir lojmana dönmüş.

Tam karşısında ise Büyük Akvaryum var. Bu yapıda dışarıdan hayli heybetli. Duvarlarında hala kalmış belli belirsiz resimlerden ve kabartmalardan ortadaki büyük havuzda yunus şovlarının yapıldığını anladım. Şimdi havuzda kurumuş, boyalarda dökülmüş, resimlerde sökülmüş. Yinede balıkların sergilendiği kapalı akvaryum kısmı gezilmeye değer. Giriş 1 Lari. İçerisi çok büyük olmamakla beraber yan yana pek çok akvaryum içinde türlü çeşitli balıklar var. Tabii söylemeye gerek yok. Bütün akvaryumların camları pislikten kararmış, sular ise neredeyse yosundan yemyeşil olmak üzere. Ancak balıklar hallerinden şikâyetçi değillermiş gibi geldi bana. Özellikle köpekbalıkları bütün o olumsuz şartlarda o kadar büyümüşler ki, Eminönü’ndeki hayvan dükkânlarında gördüklerimden kat kat büyükler. ‘Botanbahçe’yi gezerken hissettiğim duyguyu burada da hissettim. Bazen düşünürüm; İstanbul’u birdenbire terk etmek zorunda kalsak ve yıllar sonra aniden çıkıp gelsek nasıl bir İstanbul bulurduk? İşte Batum’u gezerken; ‘botanbahçe’de, akvaryumda, Sputnik Otel’de… Sanırım bu sorunun cevabını biraz buldum.

Ben tam içeriye girmişken kalabalık bir öğrenci grubu gelip, dünyanın her yerinde olduğu gibi büyük bir gürültüyle akvaryumu istila ettiler. Batum’da Avrupai görünüşlü birisini görmek ilgilerini çekti. Öğretmenleri vasıtasıyla sohbet ettik biraz. Türkiye’den geldiğimi, Türk olduğumu duyunca çok şaşırdılar. Alman ya da Fransız sanmışlar beni. Birkaçı Türkiye’ye gelmiş daha evvel.

Akvaryum çıkışı Cafer Amca’ya bir Gürcü Kilisesi görmek istediğimi söyledim. Çünkü beklentilerimin aksine şehirde gözle görünür bir kilise yok. Yemek yediğim restoranın karşı sokağında küçük bir tane vardı ama arka sokaktaki caminin minaresi neredeyse kiliseyi fark edilmez kılıyordu. Cafer Amca bu isteğime bir anlam veremedi. İstersem camiye götürebileceğini söyledi. Fotoğraf çekmek istediğimi başka bir amacım olmadığını söyleyince: “o zaman Virgin Mary’e gideceğiz” dedi.

Batum’da Gürcüler, Ruslar, Acaralar, Lazlar ve azda olsa Türkler iç içe yaşıyorlar. Yani hatırı sayılır bir Müslüman kısım var. Dolayısıyla Artvin dağ köylerindeki birbirinden güzel özgün Gürcü kiliselerini burada bulmayı ummayın. Ben bütün gün Batum’da sadece 4 kilise gördüm. 3 tanesi küçük, şehrin katedrali sayılan Virgin Mary ise en büyük ve gösterişli olanı. 19. yüzyılda yapılmış çok güzel bir yapı. Ben içeri girdiğimde içerde ayin vardı. Bir köşeye çekilip anlamadığım Gürcüce melodik duaları dinlemeye başladım. Daha sonra Tiflis’teki bir kilisede hissedeceğim huzuru burada da hissettim. Sanırım Gürcüce ibadet beni rahatlatıyor. Kilisenin büyük renkli vitray camlarında pek çok dini sahne canlandırılmış. Gürcü kiliselerinin içi ikonografik anlatım yönünden hayli zengin. Hz. İsa’nın yaşamı, çileleri ve ölümüyle ilgili pek çok resim kiliseleri süslüyor. Üstelik bu resimler oldukça canlı boyalı.

Zaman hızla geçmiş ve akşamın alaca karanlığının bastırdığını kiliseden çıkınca fark ettim. Zaten Cafer Amca’da artık dönmemiz gerektiğini söyleyince tekrar gelmem gerektiğini hissettim (bu duygudan mı yoksa restorandaki garson kızın güzelliğinden mi bilmem, 2 hafta içinde Batum’a 3 ziyaret yaptım). Dönüş yoluna geçtik. Cafer Amca anlatmaya devam ediyor. Önceden buralarda çok sayıda Hemşin köyü varmış. Ancak Stalin zamanında Hemşinlileri Kırım ya da Orta Asya’ya sürmüşler. Bölgedeki Hemşin nüfusunu azaltmışlar.

Sarpi’ye döndüğümüzde artık ‘baba’ demeye başladığım Cafer Amca’nın Hemşinli bir arkadaşıyla karşılaştık. İkisi de dönmeden bana bir kahve ısmarlamakta ısrarcı olunca sabah görüp çok beğendiğim bir kafeye oturduk. Garson kız gelip ne istediğimizi sordu sanırım. Çünkü artık Lazca konuşulan topraklardayız ve ben Lazca bilmiyorum. Bu arada günün sonu olmasına rağmen bir şeyi yeni fark ettim ki; garsonluk ya da tezgâhtarlık gibi meslekleri hep kadınlar ya da genç kızlar yapıyor. Erkeklerse çoğunlukla ortada dolanıyorlar. Çilek resimli fincanlardan kahvelerimizi içip, kahvenin yanında istenmeden getirilen hafif sulandırılmış meyve sularımızı içtikten sonra ben dönüş için izin istedim. Baba bana köyünü gezdirmekte kararlı. “Yarım saat geç git, zararı olmaz” dedi. Bu güzel teklifi kabul ettim. Yola çıktık. Ancak Sarpi’nin sokakları hayli dar ve bizim taraftaki kısmının aksine oldukça dik olduğu için araç değiştirip, Babanın Lada cipine bindik. Köy çok şirin. Hızla tepeye doğru çıktık. En üst noktada köy mezarlığı var. Baba beni heyecanla bir mezarın yanına götürdü. Bu Helimişi Khasani’nin mezarı. Ünlü Laz şair, düşünce insanı ve aydını. Komünist fikirlerinden dolayı Türk vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra Sovyetlerde yaşamaya başlamış. Ölünce Sarpi Köyü’nde Türkiye’yi en iyi gören noktaya gömülmüş. Sanırım geceden ziyaretçileri varmış. Biz geldiğimizde mezar taşının dibinde boş şarap şişeleri vardı. Hayranları gece Helimişi’yi anmışlar. Helimişi Türkiye’deki Lazlar arasında da çok popüler. Özellikle geçen yıllarda peş peşe çıkan Birol Topaloğlu, Kazım Koyuncu albümlerinde pek çok şiiri seslendirildi.

Hava iyice karardı. Türk Sarpi’sinin ışıkları önce yandı. Artık dönme zamanı geldi. Sınır kapısına geldiğimizde yakındaki bir kafeden gelen müzikte Helimişi’den: “Sarpi moleni, Sarpi moleni.“

Metin ve fotoğraflar: Sinan Ercan

Sırtçantam 3. sayı, Mart 2005