Akdeniz’in Koynunda Yazmak

Yüreğim gümbürdemeye başlıyor, bu sancıdan kurtulmanın yolu yazmaktan geçiyor. Ama yazdıkça sancı geçmiyor, aksine artıyor, daha çok, daha iyi yazmaya zorluyor. Hatta o denli ileri gidiyor ki, “yazmak ya da yaşamak” diye diretiyor. Dostlarımızı ihmal ediyoruz, dalgın ve unutkan oluyoruz yazarken. Yine de yazmak çok güzel, yoksa bunca sancıyı niye çekelim?

Yazar, ister şiir yazsın, ister öykü, roman Akdeniz bir şekilde o yazının içine oturuveriyor. Yazıya denizin tuz kokusu, çakıl taşlarının şarkısı, balıkların birdirbir oyunu, güneşin denizden doğuşu, yakamoz gelip başköşeye oturuveriyor. Şelalelerin gökkuşağı yazının kenar süsü olup çıkıyor. Bu konuda Akdeniz’in kıyısında yaşayan her yazar Akdeniz’e borçlu kalıyor doğrusu.

Beni yazmaya yönlendiren Fakir Baykurt oldu. Her görüşmemizde yazmamı isterdi, bu konuda önüme ışık tuttu. Ben korkak davranıyor, sürekli ileriki yıllara erteliyordum. Doğrusu insanların zamanını çalmaktan korkuyordum. Araba kullanma konusunda düşündüğüm gibi. Araba kullanırsam insanlara zarar verebilirim diye ehliyet almadığım gibi. Ama yine de karnım davul gibi şişmişti, yazmadan kutulamayacaktım. Ta ki buraya Antalya’ya, yani Akdeniz’in koynunda yaşamaya başlayana dek. Daha önceleri de dergi ve gazetelere yazılar yazdım, ama yazmama hız kazandıran zaman dilimi Akdeniz’in koynuna denk gelir.

Yaşanmışlıklardan yola çıkarak kısa öyküler yazıyorum. Kısa öykü için dünyada ve bizde birçok tanımlar yapılmış. John Updike; “Sigara yakmak için karanlıkta bir kibrit çakılır, bir yüz aydınlanır, sonra kibrit söner, yüz biter, işte öykü budur” diyor. Ben buna katılamıyorum. Bizler okuduğumuz öykülerden o dönemin toplumsal olaylarını öğrendik. Öykü belge değildir, ama olayları belgeden daha iyi anlatarak, zamana tanıklık eder. Bu yaz Hasan Kıyafet’in bir öyküsünü okudum, ‘Düş Bahçesi’. O öykü yüz yıl sonra bile Antalya’nın rant uğruna portakal bahçelerine nasıl kıydığını anlatan en güzel belge olacak. Bu konuda yazılmış kuru bir yazı ise kısa zamanda unutulacaktır. Sabahattin Ali’nin ‘Koyun Masalı’ öyküsü sistemi nasıl da masalsı bir şekilde sorgulayarak zamana tanıklık eder.

Kısa öykü adı gibi kısa zamanda değil, aksine uzun zamanda yazılır. Aynen şiire benzer. Özdür, özü yazmak için uzun zaman gerekir. Birisi demiş ya “Sevgilim zamanım olsaydı, bu mektubu sana daha kısa yazacaktım” diye. Kısa yazılar, üstünde uzun zaman çalışmayı gerektiriyor. Fakir Baykurt “Öykü için yıllar önce bir oturuşta yazılır, bir oturuşta okunur demiştim. Şimdi bir oturuşta yazılmış sanısı verir diye düzeltmek istiyorum” diyor. Ve sürdürüyor sözünü “Tıpkı büyük bir roman gibi küçük bir öykü ile de bir yurt, bir halk, bir dönemi bütün toplumsallığı, siyasallığı ile yansıtabilir. Ummadık taş baş yarar sözü en çok küçük öyküye yakışır. Nasıl ki serçe kartalın küçüğü değilse, küçük öykü de romanın küçüğü değildir. Öykü konuları genişletilip roman olmaz. Öyküde ustalaşıp romana geçilir diye bir kural yoktur. Daha iyi öyküler yazabilmek için, büyük bir sevda ateşinde yanıp pişmeyi göze almak gerekir” diyor.

Genellikle öyküde teklik, romanda çokluk vardır. Öyküde tek olay, neredeyse tek kişi, tek durum ele alınır. Romanda kişiler çoğalır, olaylar birbirine sarılır, öyküde genellikle daralan zaman romanda genişler. Boccaccio’nun yedisi kadın, üçü erkek on kişinin on günde anlattığı yüz öyküden oluşan ‘Decomeron’u da, sadece yazıldığı 14. yüzyılın manastır yaşamını değil, o yılların pek çok gerçeğini değme tarih kitabından daha iyi yansıtır. Aslında görünenin ardındaki görünmeyen değil midir sanatın derdi?