Dünya kültür, din, gelenek farklılıklarını tatma sevdalıları ve dağcı gezginlerin, hep gitmek istedikleri bir ülke vardır ki bu ülke coğrafik olarak dünyanın iklim ve bitki çeşitliliğinden en mahrum olanlarından biri. Kışları kurak ve sert rüzgârlarıyla, yazları fazla düşmeyen yağmurlarıyla bu ülke insanları, dünyanın en yüksek dağ ve platolarında kendilerine yurt edinmiş özgün mü özgün ve etnik çeşitlilikleriyle Tibetliler ve ülkeleri Tibet’tir.
Yüzyıllar boyunca dış dünyaya kendini kapatmayı becermiş bu gizemli, ancak bir o kadar da basit ve zor hayat şartlarıyla, ekolojik yaşamlarıyla, bu yanık güler yüzlü, çekik gözlü, örgülü saçlı halk yaşadıkları ortamda gıpta edilecek adaptasyonlarıyla, yüksek dağların göllerin eteğinde izole yaşamlarıyla hep ilgimi çekmiştir.
Ocak (2007) ayında, hep parlayan güneşinin altında, bu topraklarda çok kısa olan bu ilk gezimde (bir hafta), karayolu ile Katmandu – Lhasa arasındaki Haç Yolu’nda geçtiğimiz yüksek platolar 7 binlere varan dağlar buz tutmuş göller ve 5.500 metre geçitlerden geçerken birçok manastır ve köylerde durakladık. Değişen kasaba ve kentleşmeyi de gördük. Yol güzergâhımız üç adet 4 X 4 araç ile Katmandu’dan başlayıp Nyalam Lhatse Shigatse Gyantse ve Dali Lama’nın terk etmek zorunda kaldığı Lhasa’ya varıştı. Bu bir turistik rotaydı ancak kış döneminde pek az turist buraları ziyarete gitmekte, böyle olması benim için büyük bir şanstı. Çünkü turist yerine kışları yüksek platolardan, köylerden şehirlere inen, alış veriş ve manastırlarda ibadet yapmaya gelmiş renkli Tibet halkının çeşitliliği ile doluydu tüm sokaklar.
Geçtiğimiz köylerdeki evlerin çatılarında çalılara, ağaçlara, yüksek tepelere asılmış renkli dua bayrakları ile donanmış. Bu bayraklar dalgalandıkça dualarının rüzgârla uçuşup yaşamlarına refah ve şans getirdiklerine inanırlar. Kurak ve çorak gözüken bu yüksek dağların ancak en yükseklerindekilerin 6 bin, 7 bin metredekilerin üzeri karla kaplıdır. Alçaklardaki kar sert rüzgârla savrulur zaten. Kış aylarında buralara pek yağış düşmezmiş.
1949 yılından itibaren Çin baskısı ve işgalinden beri ülke insanları Çinlilerin söyledikleri gibi, bu sözlerin kullanılmasını istedikleri – kültür devrimi – yasamışlar. Bunun hiç kulak arkası edilemeyecek uzun acı bir hikâyesi var. Öyle ki binlerce insanın çektiği acılar değişimler, zorlamalar, yüzyıllar boyu geleneklerine dinlerine çok bağlı halk, yaşamlarının bu iki öncelikli öğesinden tam anlamıyla vazgeçilmeye zorlanmış. Bu değişen sisteme büyük kayıplar vermiş ve acılı yıllar sonrası boyun eğmek zorunda kalmışlar. Gelen sistemin tabi ki faydaları şu gün görülebilir. Yollar, okullar, hastaneler ve batının renkleri hatta McDonald’ın kokusu bile! Ancak götürdükleri çok daha fazla olmuş. Tek bir örnek Lhasa sokaklarında 1949 Mart ayında üç günde, 15 bin Tibetlinin cesetleri gibi.
1960’larda Çin Hükümeti, Tibetli çiftçi halkın yüzyıllardır ana besin kaynağı olarak topraklarına ektiği arpa yerine buğday ve pirinç ekilmesi şartını koymuş. Ancak tabiat şartlarında bu hiç verim vermemiş ve yıllarca sefillik ve açlıktan ölenler olmuştur. Binlerce can kaybından sonra bu politikadan vazgeçilmiş ve tekrar arpa yetiştirilmesine izin verilmiştir. Buna rağmen bugün orada görebildiğim kadar, geçmişe ve yaşananlara ait ne kin ne de nefret vardı. Bu Budizm’in verdiği bir bilgelik olsa gerek diye düşünüyorum. Bugün Tibet halkı uzun yıllar sonrası harabeye dönmüş manastırlarının ve 80’li yıllarda kalkan ibadet yasağından sonra, 90’li yılların basında tadil edilip, açılan manastırlarında inanış ve ibadetlerini, yeniden sükûnet ile devam etmenin mutluluğunda ve huzurundalar.
Metin ve fotoğraflar: Mel Melahat Özşimşek / Dua Bayrakları Ülkesi Tibet
27.12.2010