BÜSTÜ DİKİLEN KADIN!

Hera, Athena ve Afrodit gibi güzel ve alımlı kadınlar altın elma için birbirlerine düşmeselerdi Troyalı Paris’in, en güzeli seçmesine gerek kalmaz o efsane de anlatılmazdı belki.

Efsaneye göre, İda Dağı’ndaki bir pınarda yıkanıp paklandıktan sonra altın elmayı kazanmak için Paris’e ayrı ayrı rüşvet teklif ederler. Hera, Paris’e onu Avrupa ve Asya’nın kralı yapmayı; Athena savaşta kullanabileceği bilgeliği ve yetenekleri; Afrodit dünyanın en güzel kadınının (kendisinin) aşkını vermeyi teklif eder. Paris, Afrodit’in önerisini kabul eder ve onu elmayla ödüllendirir. Böylece tarihin ilk güzellik yarışması yapılmış, ilk rüşveti verilmiş olur.

Yolum efsaneler dağı İda’nın denizle kucaklaştığı Edremit Körfezi’ne düştü bir Eylül günü. Körfez’de iki köyü yazdım rota defterime.

Efsaneler dağı İda (Kazdağı) tüm haşmetiyle, elmas gibi parlayan Edremit Körfezi’nin duru suyuyla sonsuz aşkını yaşıyor, diyeceğim ama gittikçe tıraşlanan eteklerini görünce doğanın sonsuz aşkının dirhem dirhem azaldığını görüyorum. Bu gidişle bundan yüz yıl sonra İda Dağı eteklerine gelenler zeytin ve çam ağaçlarının olmadığı, betonlaşmış, kupkuru bir dağ bulacaklar karşılarında. Tabi kirli bir denizle birlikte.

Her şeye rağmen tek başına insanlığa direnen İda Dağı’ndan Edremit Körfezi’ne doğru inmeye başlayınca müthiş bir manzarayla karşılaştım. Yol kenarında durup o eşsiz güzelliği saatlerce izlemek isterdim ama yol öylesine dar ki değil durmak yavaşlamak bile mümkün değil.

Deniz seviyesine doğru inerken Edremit Körfezi kıyılarında zeytin ağaçlarının kesilerek yerine beton evler dikildiğini net bir şekilde görebiliyorsunuz. Keşke betonlar da ağaçlar gibi dallanıp budaklansa, ama nerede. Sadece kıyılar değil, yamaçlara doğru boy verdirilen siteler de dağın yeşil bütünselliğinde ak bir leke gibi görülüyor.

Edremit Körfezi kıyılarındaki köylerde, kasabalarda yazlığı olanların büyük çoğunluğunun İstanbul’dan geldiğini herkes bilir. İstanbul’u hep birlikte betonlaştırdıktan sonra yakın ve güzel diye Körfez’i de İstanbullaştırmak neyin hırsıdır anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Hırsın oluşturduğu beton yığınlarının içinden geçerek Altınoluk’tan sonra Tahtakuşlar ve Çamlıbel tabelasını görünce hemen dönüş yaptım.

Tahtakuşlar Köyü Etnografya Müzesi

Bazı yerler vardır doğal güzelliğiyle tanınır. Ama sade bir güzellik onu anlatmak için yetersiz kalır. Güzelliğine anlam da yüklemek gerekir böyle durumlarda. İşte o güzelliğe anlam yükleyen, mıknatıs gibi herkesi kendine çeken bir insan yaşıyor İda Dağı’nın eteklerinde. Tahtakuşlar 2003’te ölen Tuncer Kurtiz’in gömülmeyi isteyip de izin verilmediği söylenen Türkmen / Tahtacı nüfusun yaşadığı bir köy. Tuncer Kurtiz öldükten sonra vasiyetinin yerine getirilmediği, aslında Tahtakuşlar Köyü’ne defnedilmek istediği yönünde basında birçok haber çıkmıştı malumunuz. Aslı astarı olmayan iki kardeş köyün kardeşliğini yaralamaya dönük bu tür çıkışlara her iki köyün sakinleri asla itibar etmemişler.

Sahilden zeytinlikler ve çamlar arasında uzanıp giden yoldan iki kilometre içerde 130 haneli 600 nüfuslu şirin mi şirin bir köy. Dünyada eşi benzeri var mı bilmiyorum ama Türkiye’nin tek kişisel etnografya müzesi zeytin bahçelerinin gölgesinde sessizce ziyaretçilerini bekliyor köyün hemen girişinde.

İki katlı mütevazı binanın girişinde küçücük bir dükkân var. Zayıf, beyaz saçlı, güler yüzlü Ali Kudar ve büstünü diktiği eşi Esma Kudar ile karşılaşıyorum. Sorularımı az duyan kulağını bana doğru yaklaşarak anlamaya çalışıyor. 1932 doğumlu Ali Kudar anlattığı her yeni bir öyküyü başka bir öyküye bağlıyor: “1980 yılında emekli olduktan sonra bir kenara çekilip oturmayı hiç düşünmedim. Böyle bir fikir zaten vardı kafamda. Türkmen geleneklerine meraklı ve bağlı bir kişiyim. Tarihi obje toplamaya başladım. O kadar birikti ki 1991 yılında müzeye dönüşüverdi. Tabi güzel yürekli insanların da çok katkısı oldu.”

Müze Tahtacı / Türkmenlerin tarihinden kesintiler sunuyor gezenlerine. Tahtacıların yaşam biçimlerini özetleyen yerel giysilerden, günlük hayatta kullandıkları ev eşyalarından, üretim araçlarından, konakladıkları çadıra varıncaya kadar birçok obje barındırıyor. Sosyolojik objeler dışında müzeye adını veren etnografik objeler de var tabi ki. Dev kaplumbağa, yılan, tilki… Tabi ki kitaplar. Onca yıl biriktirilmiş değerli kitaplar da müzedeki yerini almış. UNESCO ödüllü müzenin her objesi zamanının izlerini günümüze taşımaya devam ediyor.

Müze gezisini tamamladıktan sonra bahçedeki bir büst dikkatimi çekiyor. Bahçe kapısını Esma Kudar açıyor gururla. Gururla diyorum çünkü yaşarken kaç kişinin büstü bir yere dikilir ki? Elbet gururlanır. Ali Kudar onun da öyküsünü anlatıyor: “Evliliğimizin 50. yılında çocuklarımın sevgili anası, mutluluğumuzun kaynağı Esma’ya ne alayım diye düşünürken böyle bir fikir belirdi. Hemen girişimde bulundum ve gerçekleştirdim. Onun büstünü diktim evimizin bahçesine.”

Ali Kudar belki birçok insana, birçok kez anlattı öykülerini. Ama belli ki her anlatışında içinde beliren heyecan onu bu denli coşturuyor. İçindeki sevgiyi tazeliyor. Ama ayrılma vakti.

Ayrılırken Ali Ekber Çiçek’e, sonra da Tuncer Kurtiz’e de uğramamı öğütlüyor. Öyle ya sanata onca emek veren sanatçıların kabrini ziyaret etmeden ayrılmak olur mu?

Müzenin hemen arkasında bulunan köy mezarlığının denize bakan tarafında yatıyor usta müzik adamı Ali Ekber Çiçek. Körfez’den esen serin meltem eşliğinde ona olan görevimi yapıp Çamlıbel’e yöneldim. Çamlıbel Tahtakuşlar’a bir yürüyüş yolu mesafesinde. Çamlıbel’e ulaşınca darlaşan köy sokaklarının arasında mezarlığın nerede olduğunu ilk gördüğüm on yaşlarında bir çocuğa sordum. Çocuk küçük bir duraksamadan sonra yolu tarif etti.

Mezarlıklar hep sessiz olur. Kargalar, kumrular, hangi kuş yaşıyorsa o bölgede onların sesleri duyulur sadece. Çamlıbel Mezarlığı’nda nedense ses yoktu. Ya da rüzgârın sesi bütün sesleri bastırmıştı. Tuncer Kurtiz’in mezarının yerini sorduğum adam yolun kıyısındaki bir yeri işaret etti. Ali Ekber Çiçek gibi bir anıt mezar bekliyordum doğrusu. Mezarlıktan toplanan küçük taşlarla çevrilmiş, iki küçükbaş tahtası ve adının kazılı olduğu düz bir taş. Hepsi bu.

Bir insanın mezarına gelip onun için dua ediliyorsa mezardaki insan diğer insanlar için iyi şeyler yaptığındandır öyle değil mi?

Usta’nın özentisiz mezarı sanki bir mesaj veriyordu: Dünyada hiç kimsenin kalıcı olmadığı, yaptığı güzelliklerle var olacağı mesajı, ne dersiniz?

Ona da veda ederken araçla zeytin bahçeleri arasından Altınoluk’a doğru süzülmeye başladım. Akşamın son ışıkları Çamlıbel’e, Tahtakuşlar’a çoktan değmişti bile.

Hep derler ya; dünyayı ‘güzellik kurtaracak’ diye. Güzellik her yerde, bakmasını bilene.

Bir yandan da zeytin ağaçlarına üzülüyorum. Keşke diyorum güzellikler içinde güzel kalabilseler sonsuza kadar…

Metin ve fotoğraflar: Ali Karakaya   

16.09.2015